27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Mülümcü Nail! Büyük edebiyatçı, şair ve Ağa Han mimarlık ödülü sahibi Nail Çakırhan'ı da kalabalığa uğurladık... Kemal Kırar, kemalkirar@gmail.com ‘50’lerin başında, Arif Müfid Mansel’in başkanlığında bir ekip Adana Osmaniye’de “Karatepe Aslantaş kazıları”nı yapmaktadır: “Hitit siti” çalışmaları. Kazıdaki genç arkeologlarımızdan biri de değerli Hititoloğumuz Halet Çambel’dir. Halet Hanım yalnız kalmasın diye, edebiyatçı ve şair olan kocası Nail Çakırhan da karısının yanında kalıp farklı disiplinlerdeki becerisini kanıtlamaktadır arkeoloji âlemine. Bir zaman sonra, gün yüzüne çıkarılan arkeolojik eserlerin korunması ve sergilenmesi için doğal koşullara dayanıklılığı yanında herhangi bir sıva ve kaplama gerektirmeyen bir biçim ve yüzey düzgünlüğüne sahip bir beton türü olan “çıplak beton”un yapılması gelir gündeme... Ama ne mümkün; o güne dek bu uygulamanın Türkiye’de tek bir örneği dahi yoktur! Akademik/edebi nosyonu yanında gelişmiş estetik bir göze de sahip olan Nail Çakırhan, uzun uzun düşünmeye dahi gerek duymadan: “Ben bu işi yaparım!” der ve Almanya’dan mimari kitapları getirtip çalışmaya başlar... Çakırhan, şair ve edebiyatçıdır, düşünce adamıdır; ama mimariyle bir yakınlığı olmamıştır o güne dek. Tıpkı, modern mimarlığın dev ismi Le Corbusier [18871965]’in şehir planlayıcısı, ressam, heykeltıraş, yazar ve modern mobilya tasarımcısı olması gibi... “Niyet işin yarısıdır.” diyen bir millete mensup olması yeterli olmalı ki “çıplak betonu” layıkıyla yapıverir Nail Çakırhan! O güne dek üniversitelerimizde bile yapılmamış bir iş çıkarmıştır. (Bazı mimari kitaplarındaki/yayınlarındaki bilgilere göre ise, “çıplak beton” 1960’lı yılların başında ilk kez ODTÜ’de uygulanmıştır!) Neyse, işin teknik yönünü akademisyenler tartışsın artık: biz konumuza dönelim... Çıplak beton yapmak için gerekli olan amele ve usta ekibi de elbette Osmaniye ve Kadirli civarından seçilmektedir. Yapılan işin bilimsel bir anlayışla kotarılması gerektiği için, ölçümlerde adeta “milim”ler konuşmaktadır. Elbette, karakucak tarzı işlere alışmış ameleleri germektedir bu durum. Bir zaman sonra artık Nail Bey’in bölgedeki ismi Adanalıların o hoş telaffuzuyla “Mülümcü Nail”dir: milimi milimine iş istediği için! Böylesine bir tesadüfle başlayan mimarlık kariyeri, 1983 yılında Nail Çakırhan’a “Uluslararası Ağa Han Mimarlık Ödülü”nü kazandıracaktır! Enteresan olan ise, emekli olup dinlenmek için seçtiği Akyaka’da kendi zevki ve keyfine göre inşa ettiği bir ev’in (Akyaka Evi) bu büyük ödüle layık görülmesidir. İnsan düşünmeden edemiyor: “Mülümcü Nail”, bir de mimarlık eğitimi alsaydı ne olurdu kim bilir! Özel not: Halet Çambel’in talebesi olan Mehmet Akif Işın’a (Tekirdağ Müze Müdürü)’a seneler evvel bir sohbet esnasındabu bilimsel dedikoduyu bana aktardığı için şükranlarımı sunarım. Antropoloji üzerine notlar Üniversitede güz dönemi bayram tatili öncesinde hızlı başladı. İlk haftalarda “Antropolojiye Giriş” dersinde giriş niteliğindeki tartışmadan esinlenerek üstünde durmak istediğim birkaç soru var, ancak bu soruların bu disiplinin acemisinden geldiğini belirtmeliyim. Yine de Ahmet Cemal’in işaret ettiği üniversiteli olmanın kişisel sorumlulukları gereği, kafamda oluşan birtakım soru işaretlerini paylaşmayı önemsiyorum. Meriç Kırmızı, ODTÜ Sosyoloji Yüksek Lisans Programı, Meric.kirmizi@superonline.com Ö ncelikle, antropolojiye ısınma turunda sözü geçen, bu disiplinin araştırma yöntemi üzerinde kısaca durmak istiyorum. Antropoloji, katılımcı gözlem yöntemi ile, insan topluluklarını, bu toplulukların yaşamındaki insanla ilgili her şeyi anlamaya ve bu yolla yabancı olanı anlaşılabilir kılmaya çalışıyor. Bu amacı güderken de egzotikleştirme ve insan dışılaştırma tepkilerini tersine çeviriyor. Böyle bir bilimsel çabanın değerini, örneğin oryantalizme karşı kullanıldığında ya da herhangi genel kabul gören ırkçı, ayrımcı bir söylemi açığa çıkardığında anlayabiliriz. Dersi veren değerli öğretim üyesinin deyişiyle, insana yabancı olmayan hiçbir şey bize de yabancı değildir. Olumlu anlamda antropoloji bize Nazilerin canavar değil insanoğlu olduğunu, Kızılderililerin yaşlılarını ölüme terk eden barbarlar olmadıklarını, bir geçiş ayini olarak ergen kızlarını sünnet eden Afrikalı bazı kabilelerin bu kültürel pratiği çocuklarına işkence etmek için gerçekleştirmediklerini gösterir. Öte yandan antropoloji, kullandığı katılımcı yöntem nedeniyle, birçok düzlemde olumlanan “dışarıdan bakış” açısının getirdiği görüş zenginliğini ne ölçüde korumaktadır? İncelediği topluluğun iç dinamiklerini içeriden gözlemler ve yargılamamaya özen gösterirken, araştırmacının bilimsel uzaklığı göz ardı edip körleşmesi ya da daha kötüsü egzotikliğinden arındırmak için ele aldığı topluluğun kültürel pratiklerini egzotikleştirip alışılmış, baskın kültürün silikleşmiş niteliğine karşı yüceltmesi riski var mıdır? Bunu sormaktaki amacım, bir toplumsal araştırma yöntemini diğerine üstün kılmak ya da temelsiz varsayımlarda bulunmak değil. Yalnız şuna dikkat çekmeye çalışıyorum. Evet, tarih insanların yabancı (alışılmamış, sıra dışı, azınlık) olana karşı olumsuz tepkilerinin, ki buna egzotikleştirme de dâhil, trajik örnekleriyle dolu. Ama aynı zamanda, insanların egzotik yabancıyı merak ettiklerini, ondan etkilendiklerini de örnekleyebiliriz. Çok geriye gitmeden kendimizi düşünelim. Kendisi de toplumsal bir ayin olarak incelenebilecek denli malzeme sağlayan gezi pratiğimizde son yıllarda artarak ‘otantik’ olanın peşine düşmüyor muyuz? Zorlama bir benzetme ile yemek konusunda ‘organik’ gereksinimlerimizin aniden ortaya çıkması gibi. Kanıksadığımız, bizi artık doyurmuyor. ‘Yeninin’ peşinden hevesle giderken kendimizi az da olsa ‘muhalif’ görüp gururlanmıyor muyuz? YEREL VE EVRENSEL DEĞERLER İşte eğer antropolojinin benim aklıma takılan türde bir yöntemsel tuzağı varsa, bunu yabancı olanı yargılamamak, baskın kültüre karşı korumak isterken onu putlaştırmakta, tartışmamakta arayabilir miyiz? Kızların sünnet edilmesi pratiğine yöneltilen benmerkezci Kuzeyin saldırı oklarından Afrika yerel kültürlerini korumak adına kişinin kendi bedeninin bütünlüğünü koruma hakkının ya da kökenleri insan kurban etme geleneğine dek gitmesi olası bu sünnet pratiğinin zamanla toplumsal etkileşimle dönüşmesinin doğallığının yadsınması tehlikelerinde olduğu gibi. Kaldı ki, aynı şey erkek çocukların sünnet edilmesi için de söylenebilir. İkinci ve benim daha önemsediğim bir soru, yerel ve evrensel değerler arasındaki yaygın tartışmadaki toplum CBT 1127 / 20 24 Ekim 2008 sal duruşumuzla ilgili. Bu tartışma özellikle postyapısalcı, postmodern düşünürlerin üçüncü dünyayı, değişik etnik grupları ve bunların içinde kadını ele alışlarında öne çıkıyor. Bu siyasidoğru yaklaşımın uluslararası politikada yansımalarını da görüyoruz. Her iki alanda da, akademik ve politik, karşı tarafın tepkilerini önlemeye elverişli biricik araç ise: demokrasi. Akademideki yerel değerlere vurgu, evrensel olanın despotizmi, etnomerkezciliği (Avrupamerkezciliği), asimilasyonu, eşbiçimselleştirmesi, kültürel emperyalizmi, ötekileştirmesi eleştirileri üzerinden yapılıyor. Bunun için de Aydınlanma’ya ve evrensel değerlerine, her türden büyük anlatıya (en başta Marksizm’e) ve bütünsel olup toplumsal varlığımızı görünür kılan her yapıya (devlet; ulusdevlet; ulusal her şey: dil, tarih, ordu; yurttaşlık kimliği; usa göre hareket eden birey) saldırılıyor. Antropolojide de anahtar kavramlardan biri “empati” (duygudaşlık) ki bu, yabancı olanı yargılamadan, onun bakış açısını anlamayı gerektiriyor. Öğretim görevlisi ilk derste empatinin sempatiden farkını vurguladı. Bu noktada ayrıca gündelik yaşamda sıkça kullanılan empati ile hoşgörü arasındaki ince çizgiyi düşünmek aydınlatıcı olabilir çünkü empati kurmayı umarken kendi hoşgörü denizimizde boğulmamız bugünkü toplumsal yaşamımızın gittikçe tutuculaşan niteliği içinde bir hayli olası. Özgürlükçü entelektüelerimizden bazıları gibi türban vb. toplumsal ayrışmayı artırıcı konularda tam aksi ve iyi niyetlerle yola çıkıp bir yandan toplumsal kutuplaşmayı körüklerken bir yandan da kendi kuyumuzu kazıyor olmayalım? Pareto’dan alıntı yapmayı ne denli isterim sorusu bir yana, Pareto elitlerle alt toplumsal tabakanın ilişkisiyle ilgili bir gözleminde elitlerin hoşgörülü yaklaşımının sonucunda el değiştiren yönetimde alt tabakayı temsil eden yeni iktidarın geçmişin elitlerine aynı hoşgörüyü göstermediğinin altını çizer. Elitlik yandaşı değilim; yalnız, empati ve hoşgörü üstüne biraz daha geniş boyutlu düşünebiliriz. Demokratik olmak, azınlığın sesinin duyulmasından yana tavır almak (Voltaire), kültürel çeşitlilik insan yaşamını doğal olarak zenginleştirir. Kavramsal çarpıtmalarla dolu günümüzde dikkat edilmesi gereken bir nokta bu demokratik duruşu sergilerken nelerden özveride bulunduğumuz, hangi politikalara alet olduğumuzdur. Bu açıdan, antropolojik yaklaşım ve evrensel değerlere karşı yerel değerleri görünür kılma, aynı zamanda şu uluslararası politikaya bilimsel dayanak sağlıyor olabilir mi? Huntington’un, Fukuyama’nın, yenimuhafazakârların yerelleşme vurgusu ile üçüncü dünyaya yönelttikleri “Siz uygar olmaya boşuna çalışmayın. Kendi yerel kimliğinizi (bkz. kimlik tartışmaları), kültürel alışkanlıklarınızı, ataerkil toplumsal yapınızı, basit üretim yöntemlerinizi sahiplenin. Bir de elbette dine yönelin”. Bu arada bu politikayı geliştiren kendilerinin uygarlığın tüm evrensel değerleri ve bilimsel olanaklarıyla donanmış olarak dünyayı yönetmeyi şöyle ya da böyle (güncel maliekonomik krize karşın) sürdürüyor olmaları biraz düşünen herhangi biri için sürpriz olur mu? 1) Baudrillard’ın işaret ettiği etnolojinin yaşayabilmesi için nesnesinin ölmesinin yerine antropolojinin ölmüş ya da ölmeye yüz tutmuş nesnesini kendi hayal gücünün ekledikleriyle yeniden diriltmesi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle