Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
T A R T I Ş M A E D İ T Ö R E M E K T U P YOK ve öneriler Erdem Büyükbingöl* üksek Öğretim Kurulu (YÖK) yasası, artık devrini tamamjamıştır. Ancak bu demek değildir ki, "YOK" sayılmalıdır. YÖK, yasa aşamasına girildiği günden beri, üzehnde yapılan çeşıtlı spekülasyonlara ve tartışmalara rağmen, eğrisiyle. doğrusuyla, vazgeçilemez bir parçası olarak üniversite sistemimizin içinde yer almıştır. Bu nedenle, bu oluşumu artık ınkar etmek yerine, onu daha da iyileştirmek, hata ve doğrularını tarafsızca ve çağdaş bir üniversite sistemine yönelik olarak ele almak ve yeniden yapılanmaya açmak gerekmektedir. YÖK'ün bize kazandırdığı olgulardan biri, Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülke de uygulanacak yöntemlerin, özellikle bilimsel ve teknolojik gelişmenin önderliğini yapan üniversite bünyesinde ve uygulayıcıların demokrasi anlayışına bağlı olarak yürütülen bir sıstem içinde, insan faktörü gibi değişken bir anlayışta hizmet vermesinin birçok sakıncalarının olmasıdır. Bu anlayış, zaman zaman pek çok kişiye ters düşen ve yöneticilerin, yasayı yorumlama farklılığına dayanan bir yapılanmayı ister istemez karşımıza çıkardı. Ancak, görüldü ki, ilk yıllarında Demokles'in kılıcı gibi akademisyenleri kontrol altında tutmayı yeğleyen bu sistem, zaman içinde aşınıma uğrayarak pekçok modifikasyon geçirmiş, kendi ilk yapısını dahi terk etmek zorunda kalmış, Türkiye'nin koşullarına uyum sağlama çabası içine girmiş ve hatta uzun süre kendini savunmak gereksinimini hissetmiştir. Sonuhda, kendi kabuğu içine çekilerek ve her türlü eleştirilere uzak kalmayı yeğleyerek, bir tür pasif pozisyona girmiştir. Y Yanlış kadrolaşma Böylelikle de, üniversitelerimizde ne yazık ki, yeteneksiz, bilimsel düşünce yapısına sahip olmayan, akademik aşamalarını kendi bilimsel çabalarına bağlı olarak değil, ancak kulis taaliyetlerinin başarısına bel bağlayan bir kadrolaşma oluşması gerçekleşmiştir. Üstelik de bunları birer paravan olarak kullanabılen yapıdaki insanların tipik özelliği ile sistem entegre edildiğinde, akademik üretime yönelik hesaplar, çoğunlukla kadro aşamasıyla sınırlı kalmış ve gerçek bilim ve Türkiye'nin teknolojik olarak ilerlemesi sürekli olarak geri plana itilmiştir. Eski, ancak klasik mentaliteye sahip olan üniversitelerde görülen yeteneksizlerin kadrolaşmasının yanı sıra, yeni kurulan üniversitelerde bu durum daha da çarpıcı olarak ve farklı amaçlara yönelik olarak süregelmeye başlamıştır. Artık bu başıbozukluğa bir son verilmelidir. Adı ister YÖK olsun, isterse başka bir yapıyı ifade etsin. Türk üniversite sistemini kontrol eden, denetleyen, yol göste ren ve en önemlisi akademisyenleri itici değil, onlara değer veren bir mekanizmanın bulunması şarttır. Bu mekanizma, akademisyenleri, bilimsel faktörlere dayalı olarak sınıflandıracak yeni bir yapılanmayı içermelıdır. Bu noktada YÖK sisteminin içinde yer alan kişilerden, özverıli ve Türkiye'nin akademik geleceğine yatırım yapılacağını düşünerek hareket etmeleri beklenmektedir. Türkiye, bilim ve teknoloji yolunda, plan ve programını yapmalı, çözümün kısa ve uzun vadede ele alınması sağlanmalıdır. Kısa vadeli çözümlere yönelik olarak karşımıza, Türkiye'nin biim ve teknolojideki önceliklerini belirleyecek yapının ve üniversitelerdeki kadrolaşmanın ele alınabileceğini görmekteyiz. Uzun vadeli planlarda ise devletin ve endüstrinin katkı paylarının belirlenmesine yönelik çalışmalar başlatılmalıdır. Kısa dönemde uygulanabilecek yapılanmada en önemli husus, kadrolaşmanın bilimsel kriterler ile belirlenmesidir. Buna göre; 1. Her şeyden önce Türkiye'nin bilim ve teknolojik alt yapısı ortaya çıkartılmalıdır. 2. Endüstri ile işbirliği konusunda, üniversiteleri rekabete sokacak istemler ilk aşamada teşvik edilmeli, daha sonrakı aşamalarda ise zorlayıcı faktörler düşünülmelidir. Üniversite, bir bütün olarak biim ve teknolojik atılım yapılması için kendi içinde reorganize olmak zorunluluğunu hissetmelidir. 3. Yeni atamaların yapılması onlenmeli ve bilimsel kriterleri içeren standartlar tartışılmaya açılmalıdır. Her bilim dalı için standartlar belli toleransları ıçerebılmeli ve bilim dalının yapısına uygun olarak şekillendirilmelidir. 4. Konulan standartlardan asla ödün verilmemelidir ve bunu sağlayacak esaslar belirlenrrıelidir. 5. Üniversıtede bilimsel çalışma yapan akademisyenlerin, kadro yükselme ve atama kriterleri ile beyinlerinin meşgul edilmesi ve zamanlarının bu yönde narcanmasına olanak tanınmamalıdır. 6. Tüm akademik aşamalarda (Yüksek Lisans ve Doktora dahil) merkezi bir sistemin kontrolü ve denetimi esas alınmalı dır. Bunun için YÖK yeniden organizasyonu ele almalıdır. 7. Akademik unvanını kazanmış olanların bu yeni standartlara uyum saglaması için belli bir zaman tanınmalı ve akademisyenlerin kendilerini yenilemeleri sağlanmalıdır. Eğer bu zaman suresince unvanı olan akademisyenlerin, konulan standarda ulaşamaması söz konusu olursa, bilimselliğinin uyum gösterdiği standarda unvanlarının geri çekilmesi söz konusu olmalıdır. 8. Ele alınacak standartlar, o bilim dalındaki bugüne kadar yapılmış çalışmalar ve TÜBlTAK'ın belirlediği standartlar çerçevesinde ele alınmalıdır. Bilim kriterinin, Dünya standartlarında olmasına ise özen gösterilmelidir. 9. Unvanlı akademisyenler her yıl YÖK tarafından denetlenmek zorunda olmalıdır. Belli bir standartlara ulaşsa dahi. bu çizgisini geliştirmek, kendini yenilemek için akademisyenler çaba sarfetmek zorundadır. Oolayısıyla, aynı unvana sahip olanlar arasında da farklı statülerin olması gerçekleşecektir. Bu da, örneğin bir doçentlik ya da profesörlük jürisine girecek ya da giremeyecek akademisyenlerin belirlenmesi için gerekli ayrımın yapılmasını sağlayacaktır. 10. Üniversitelerin gerek teknoloji altyapıları ve gerekse akademik altyapıları göz önüne alınarak Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini verip veremeyeceği standardı, getirilmelidir. Üniversitenin ilgili bilim dalında, eğer bu standardı yerine getiremıyorsa, doktora yaptırılması. standart oluşuncaya kadar önlenmelidir. YÖK yönetimine ve oluşan yeni TBMM'ne büyük ve tarihi sorumluluklar düşmektedir. Anadolu'da biyoetik, Avrupa'da ötenazi Cumhuriyet Bilim Teknik'in 1995 yılındaki son iki sayısında, genç çalışma arkadaşlarımdan Dr. Yasemin Oğuz'un birer haberyorum yazısı çıktı ("Eski Anadolu'da biyoetiğin kökenleri", a. 457, s. 2, 23 Aralık; "Avrupa, ötenazi konusunda uzlaşabilecek mi?". s. 458, s. 4. 30 Aralık). Bunlardan birincisindeki tarihsel saptamasının özgünlüğü dolayısıyla Dr. Oğuz'u kutlamamız gerekir kanısındayım. Ancak bu yazıda, biyoetiğin sınırlarını aşan çok daha genış kapsamlı bir tarihsel nokta var ki ona dikkati çekmeden edemedim; çünkü yazarın kuşku duymadığım iy.i niyetine karşın konunun yanlış anlaşılabileceğini düşünüyorum. DoğuBatı doğrultusunda uzanan Anadolu'nun geçmişine bir bütün olarak bakmamız gerektiği biçimindeki yaklaşım, toplumumuzda çok büyük olasılıkla Mustafa Kemal Atatürk'le başlamış ve başta Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı) olmak üzere değişık aydın, sanatçı ve bilim adamlarıyla arkeolog ve tarihçiler tarafından benimsenmiş, geliştirilmiştir. Bu yaklaşım, tıbbi etiğin yanında tıp tarihiyle geliştirilmiştir. Bu yaklaşım, tıbbi etiğin yanında tıp tarihiyle de ilgilenen birimimizde de güçlü bir biçimde benimsenmektedir. Ikinci yazısında Dr. Oğuz'un (Latince kökenli) "consensus" sözcüğünü 'uzlaşma' karşılığında kullandığını görüyoruz; oysa onun anlamı Türkçe'de 'görüş birliği' olarak verilmeliydi. Yazarın, "... toplantıda, bir uzlaşmanın henüz uzakta olduğu daha ilk oturumda ortaya çıktı" biçimindeki anlatımı da bence, onun daha toplantıya giderken taşıdığı görüş birliği beklentisinin oldukça yüksek olduğunu gösteriyor. Etik konularında böyle bir görüş birliği beklentisi, yaşamımızda bulunması gereken gerçekçilikle çoğu zaman bağdaşmam?.ktadır kanısındayım. Çünkü bu konuların kaynağı olan değerlerimiz, kalıtsal yapımızdan başlayaram, aile, eğitim, değerlerimiz, kalıtsal yapımızdan başlayarak, aile, eğitim, sınıfsallık, genel olarak toplumsal düzen gibi birden çok etkene bağlı olmak üzere; kişiden kişiye. kesimden kesime, toplumdan topluma önemli ölçüde değişebilmektedir. Temellerinde insanlar arasındaki çıkar, yaklaşım, yargı, beğeni vb. çatışmalarının yer aldığı değer sorunlarımız, birey ve toplumsal varlık olarak insanın gösterdiği büyük çeşitliliğe bağlıdır. Coğrafi bölge, biyolojik yapı, inanç dizgeleri gibi genel yönlerden öylesine değişiklik gösteren Avrupa ülkeleri arasında ötenazi gibi çok "duyarlı" bir konuda görüş birliği anlamında bir uzlaşma beklenemezdi. Katılanların uğraş alanları, dünya görüşleri, ruhsal yapılan gibi bireysel özellikler arasındaki ayrılıklar da düşünülürse, bu nokta daha da vurgulanabilir. Bu tür toplantılarda zaman içinde varılacak sonuçlar ise, bunlar bir 'anlaşma' metnine de dönüşse sözcüğün gerçek anlamında birer uzlaşmadırlar ve onlara ancak. karşılıklı olarak yapılacak, belki görüşlerde özveri diyebileceğimiz tutumInrla ulaşılabilir. Yıımun Örs Sosyal bi G eçenlerde Orhan Bursalı ben yurt dışındayken Cumhuriyet Bilim Teknik'de yayımladığı bir Gündem yazısını göstererek o yazıyla başlatmak istediği tartışmaya katılmadığıma hayret ettiğini söyledi. Yazıda, Eylül 1995 başında Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) tarafından düzenlenen bir toplantıda Prof. Doğu Ergil'in Türkiye Odalar ve Borsalar Bırlığı (TOBB) için hazırladığı Doğu Sorunu: Teşhisler ve Tespitler adlı raporunun tartışılması esnasında sosyolog Profesör Nilüfer Göle'nin söylediklerinden bir pasaj vardı. Bu pasajda Göle şöyle diyor: "Biz sosyal bilimciler, toplumsal sorunlara bir doğa bılimcisi, bir teknisyen, kimliksiz bir uzman, bir profesyonel gibi yaklaşamayız; bir entelektüel gibi yaklaşmalıyız... Kimliğimizin gereği, toplumsal sorunlan araştırmak, analiz etmek ve sorunun niteliği ve çözümü üzerinde görüşlerimuı, toplumun genel eğilim ve inanışlarına ters düşse de, olabildiğince açıklıkla ortaya koymalıyız." Bursalı'nın Şahin Alpay'dan naklettiği bu pasajı büyük bir dehşet içerisinde okuduğumu itiraf etmeliyim. Duyduğum dehşet, elbette ki, Sayın Göle'nin toplumsal sorunların nasıl araştırılıp ne açık yüreklilikle ifâde edilmesi hakkında söylediklerınden değil. Orada kendisiyle aynı fikirdeyim. Âncak Göle'nin doğa bilimciler veya daha doğrusu, doğa bilimlerinin yöntemleri hakkında söyledikleri, kendisinin sosyal bilimcilerin en az geçen yüzyıldan beri tutulmuş oldukları bir haştalığın kurbanı olduğunu gösteriyor. Önce bu haştalığın ne olduğunu kısaca açıklayayım, daha sonra da bunun nereden kaynaklandığını ve bazı sonuçlarını tartışacağım. A. M. C. Şengör, Yanlış bir kanı 'Prof. Dr., Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi. Geçen yüzyıldan beri (hattâ, belki de 17. yüzyıldan beri) doğa bilimcilerin nasıl çalıştığı konusunda toplumda genel bir kanı vardır. Bu yaygın fakat yanlış kanıya göre doğa bilimciler önce nesnel veriler toplarlar, gözlemler yaparlar. Bu gözlemler üzerine, gözlenen nesne veya süreç hakkında bir model kurulur ve bu model devam eden gözlem faaliyeti suresince desteklenir, sağlamlaştırılır. Burada, doğa bilimcinin rolü yalnızca verileri toplamak, bu verilerden doğal olarak ortaya çıkan modelleri, teorileri yayımlayıp, daha sonraki gözlemlerle bunları desteklemektir. Bu görüşe göre, bizzat doğa bilimcinin kendisi objektiftir, yani kişiliği, gözlenen nesne ile gözlem tarifi arasına girmez. Doğa bilimlerinin yukarıda anlatılan şekilde çalıştığını sanan felsefeye, Auguste Comte'un Kont SaintSimon'un bir kullanımından esinlenerek tanıttığı terımle pozitivizm denir. Pozitivizm, gözlemle kesin gerçeğın bulunabileceği, bunun da tümevarım yoluyla genelleştirilebileceğı fıkrinın en geniş kapsamlı ifadesidir. Bilimin bu derece basit bir göryaz ilışkisi olduğunu sananların bir doğa bilimcisiyle bir teknisyen arasındaki farkı algılayamayacakları doğaldır. Ancak David Hume'un 1 739 yılında yayımladığı A Treatise of Human Nature adlı eserinden beri tümevarımın mantıken geçersiz bir genelleme oldüğu, dolayısıyla tümevarımla bilgimizi arttırmanın mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır1. Tümevarımın sağladığı sözde garantınin ortadan kalkmasıyla, kuramsal doğa bilimlerinde kesin bilgiye ulaşma güvencesi de tümden kaybolmuştur. Bilimcinin yapabileceği tek şey, bol kuram yani fikir üretmek ve elinden geldiği kadar bunların gözlem yardımıyîa yanlışlarını bulup, yerlerine yenilerini, daha iyilerıni, yani gözlemlerle daha yakın uyum sağlayanını getirmeye çalışmaktır. Bilimin ancak bu şekilde, yanlışlardan arınarak, ileriye doğru gidebilme umudu olabilir. Fakat dikkat edilirse bu ileriye gitme yalnızca ve yalnızca bir umuttan ibarettir. Bilimsel yöntemin doğasında olan 460 4