24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SÖYLEŞİ 7 10 MAYIS 2021 PAZARTESİ NEDEN ALPHAN TELEK? Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce) Bölümü’nü dereceyle bitirdi. Yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü Bölümü’nde yaptı. Doktora araştırmalarını Paris’te, Sciences Po’ya bağlı Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nde (CERI, Centre de Recherches Internationales) sürdürüyor. İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü’nün (İstanPol) kurucularından ve halen yönetim kurulu üyesi, ayrıca İnsani & Toplumsal Kalkınma Programı direktörü ve “Hepimiz Prekaryayız” başlıklı bir kitabı var. Pandemi nedeniyle yoksulluk ve yoksunluk daha görünür olunca bize de Alphan Telek’e sormak kaldı. 10 yılda onlarca milyon borçlu yarattık, her yaştan 4 Dünyada sosyal eşitsizlik son 40 yıldır yükseliyor, pandemi ile daha da arttı. Bir yanda yoksullar, prekarya ve diğer yanda güçlü siyasetçiler, yandaşlar ve zenginler giderek büyüyor. 4 Güvencesizlerin acil ihtiyaçlarını ancak bir sosyal refah devleti çözebilir. Bunların yokluğunda prekarya yalnızlaşır ve eninde sonunda boyun eğer. Prekarya için ayrıca yarı vatandaş tabiri de kullanılıyor. 4 Trump, Erdoğan, Orban gibi liderler mevcut sorunlar karşısında düşmanlaştıracak bir öteki buldu kendine hep. Toplumlar da içinde bulundukları durumdan çıkmak için bir kurtarıcı arayışına gittiler. 4 Borçlu olmayan kaldı mı? Benim öğrencilerim vardı, mezun olanlar 50 bin TL borçla mezun oldu 23 yıl önce. Ben şöyle diyorum: 10 yılda onlarca milyon borçlu yarattık, her yaştan. n “Orta sınıf çöküyor... Orta sınıf çökerse toplum çöker!” tespitine katılıyor musunuz? Zannediyorum bunu söyleyenler, toplumu taşıyan kolonun orta sınıf ve mensupları olduğunu düşünüyor ama orta sınıf bir türlü açıklanamadı diye düşünüyorum. Çeşitli isimler verildi son 200 yılda; orta sınıf, küçük burjuvazi, çelişkili sınıf konumları dendi ve günümüzde prekarya olarak belki de kendisini gösteriyor. Çok canlı bir kesim var burada. Ama mesele şu ki bugün prekaryalaşma dediğimiz güvencesizleşme öylesine etkili ki toplumu taşıyan kolonlar güvencesizlerin sırtında yükseliyor artık. Her yerdeler. Bazen bir banka çalışanı olarak onları görüyoruz, bazen bir kurye, bazense ev işçisi olarak. Onların çökmesi toplumun çökmesi anlamına gelir mi, ben şöyle derdim: Onların işi bırakması gündelik hayatın ve sistemin durması anlamına gelir. Bugün pandemide dahi evde kalamayanlar dediğimiz gruplar yani mesela kuryeler, kasiyerler ve market çalışanları görevlerine devam etmeseydi neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Ya da Amazon işçilerinin işi bıraktığını düşünün; küresel dağıtım mekanizmaları yara alırdı değil mi? Dün imalat sektöründe fabrikadaki işçi sınıfının böyle bir gücü vardı, bugün dağıtım mekanizmalarının her yerinde olan prekaryanın. Farklı yaş, meslek, kimlik n Prekaryanın temsilcileri kimler? Türkiye açısından bakacak olduğumda zor bela geçinen milyonlarca çalışan, özellikle asgari ücretliler, yalnız olduğunu düşünen ve ülkeyi terk etmek isteyen gençler, güvencesizliği hem sosyal konumlarından hem de kimliklerinden dolayı yaşayan kadınlar, 65 yaş ve üstü çalışmak zorunda yaşlılar, EYT’liler, işsizler ama belki de özellikle genç işsizler, borçlu öğrenciler, ev işçileri, kuryeler. Daha birçok grup sayabiliriz. Farkındaysanız farklı yaş, meslek, kimlik gruplarını kesen bir durumdan bahsediyoruz. Bunun da bir adı var sosyal sınıf yani mevcut durumda prekarya. n Esnaf isyanda. İşsizlik almış başını gidiyor. Asgari ücret eşittir açlıkken bunu yaşayan milyonlarca insan, yolsuzluk karşısında nasıl bir tavır takınır? Sesini mi yükseltir yoksa sizin kitabını yazdığınız prekaryanın korkuları mı devreye girer? Uygun siyasi iklim olsa tabii ki sesini yükseltirdi ya da siyasetten bu insanlara sahici ve samimi bir şekilde el uzatan, birlikte başarabiliriz deyip onların taleplerini siyasete aktaran ve birlikte başarma hissi veren birileri ya da bir siyasi parti olsa. Ses çıkarmak için iki temel unsur gerekli: İfade özgürlüğü ve birlikte başarabiliriz duygusunu inşa eden bir siyaset. Bugün Türkiye’de ne yazık ki ikisi de hasarlı. Çabalar var, demokratik bir koalisyon inşa etmek, Alphan Telek GENÇLER ÜLKEYİ TERK ETMEK İSTİYOR n Gençleri iyi tanıyorsunuz. Şimdi siyaset onları “tavlamak” için kolları sıvadı... En büyük dertleri, beklentileri ne? Bu konuda İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü’nde (IstanPol) Seren Selvin Korkmaz ile birlikte kaleme aldığımız Türkiye’de Gençlerin Güvencesizliği raporu çok çarpıcı veriler sunuyor. Gençlerin çoğunluğu fırsat bulsa ülkeyi terk etmek istiyor, daha iyi bir ücret ve yaşam beklentileri var, işyerinde daha çok söz istiyorlar, değer görmek istiyorlar. Bunu doğrudan böyle ifade etmiyorlar ama benim gördüğüm, hem ailede hem sokakta hem işyerinde ifade özgürlüğünün olmadığını düşünüyorlar; baskılanmadan konuşabilmek istiyorlar. Aslında gençler siyasal ve sosyal olarak adil bir ülkede yaşamak istiyorlar, bu da sanırım hepimizin talebi. bir kesim pandemide servetine servet kattı n Yoksul ağırlıklı toplumsal yapıların ortaya çıkması, siyasi erkin istediği gibi at oynatabileceği bir alan mı açıyor? Bugün çok büyük bir servet eşitsizliği de var. Dünyadaki servetin önemli bir kesimi en zengin yüzde 1’in elinde birikmiş durumda. Dahası bu kesim pandemide servetine servet kattı. Prekarya ile zenginler arasındaki fark daha da açıldı, hani malum para parayı çeker kuralı. Daha da ilginci Fransız ekonomist Thomas Piketty ve arkadaşlarının Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre, tüm dünyada bölgesel açıdan servet eşitsizliğinin en çok olduğu bölge Ortadoğu bölgesi. Ortadoğu’nun en zengin yüzde 10’luk kesimi burada toplam servetin yüzde 61’ini elinde tutuyor. Bana kalırsa bölgedeki otoriter petromonarşiler ve giderek otoriterleşen yapılar ile sosyal eşitsizlikler arasında çok kuvvetli bir bağ var. Otoriter sistemler kaynakları kendi yakınlarına dağıtıyor, kendi yandaşının kazanması için elinden geleni yapıyor. Bizde elektrik şirketlerine son dönemde yapılanları, sadece yandaşa değil genel olarak sermaye kesimine tanınan sayısız iltiması, vergi affını hatırlayın, bunlar öyle demokratik sayılan rejimlerde kolay olacak işler değil. Batı’da da başka yolları var. Onlar da vergi cennetlerine gidiyorlar, fakat otoriterleşen sistemlerde hem bu var hem de sınırsız güç yetkisi ile ekonomik kaynakları har vurup harman savurma var. Buna bir eşitsizlik davası dersek, siyasi erk bu davanın bazen hâkimi, bazen savcısı, bazen de avukatı. Ama mağdur hep aynı: halk. güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş etrafında yapılan tartışmalar bunlar önemli ama yeterli değil. Güvencesizlerin acil ihtiyaçları var, bunu ancak bir sosyal refah devleti çözebilir. Bunların yokluğunda prekarya yalnızlaşır ve ne yazık ki tek başına kalan herkes gibi o da eninde sonunda boyun eğer. Bu siyasal bir depresyon yaratıyor. Onu korkularından, yalnızlığından, stresinden kurtaracak yegâne şey siyasetin kendisi; garip bir şekilde siyaset prekaryanın hem en kötü kâbusu, hem de en güzel rüyası durumunda. n Orta tabakanın çöküşü demokrasi olgusunu da rafa kaldırır mı? Şöyle düşünebiliriz: Dünyada sosyal eşitsizlik son 40 yıldır yükseliyor, pandemi ile daha da arttı. Bir yanda yoksullar, prekarya ve diğer yanda güçlü siyasetçiler, onların yakınları (yandaşlar) ve zenginler giderek büyüyor. Bu ikisi arasındaki uçurum da derinleşiyor. Böylesi bir durumda bir siyasetçi kalkıp bu kutuplaşmaya dokunarak popülist bir siyaset örebilir. Ördü de. Ama bunu kimlikçi temelde yaptılar. Mesela Trump, Erdoğan, Orban gibi liderler mevcut sorunlar karşısında düşmanlaştıracak bir öteki buldu kendine hep. Toplumlar da içinde bulundukları durumdan çıkmak için bir kurtarıcı arayışına gittiler. Bu açıdan liderlere Sezar görevi verildi adeta. Gel bizi kurtar diye. Onlar da demokratik kurum ve normları kendi güçlerini korumak için çeşitli kılıflar altında gerilettiler. Sosyal eşitsizlikler her zaman için otoriter sistemlerin doğuşunu tetikliyor ya da derinleştiriyor. Bunu artık görmezden gelemeyiz. O açıdan prekaryalaşma yani güvencesizleşmenin derinleştiği yerlerde otoriter sistemler bekleyebiliriz. n Şimdi yaşadıklarımızın (yasaklar, genelgeler, suç içermeyen soruşturmalar) bu sistemin sonucu olduğunu söyleyebiliyor muyuz? Bugün yaşadıklarımız çok net bir şekilde hem Türkiye’de siyasal sistemin giderek otoriterleşmesinin hem de son 40 yıldır dünyada vuku bulan güvencesizleştirme sürecinin bir parçası. Gördüğüm kadarıyla insanlar bugün şöyle bir ayrıma gidiyor: Otoriter kapitalizm, demokratik kapitalizm. Bunu yanlış buluyorum. Kapitalizm farklı ülkelerde farklı kılıklara bürünmeyi seven, kâr ve servet isteği karşısında çabuk uyum sağlayan bir yapı. Yani Türkiye’nin son 20 yılını sadece demokrasiden uzaklaşma olarak anlatanlara anlam veremiyorum. Peki, ya prekaryalaşma süreci ne olacak? Cumhuriyet tarihinin en büyük özelleştirmeleri, ekonominin ve toplumun IMF reformlarının istekleri doğrultusunda şekillenmesi gökten zembille inmedi. Belirli siyasi kararlarla yapıldı. Bir noktada iktidar kendini tehlikede gördü ve sistemi kendi iktidarını sağlama alacak şekilde reforme etmek istedi. 2017’de olan şey buydu. 2017’den sonra Türkiye hem otoriterliği hem de sosyal eşitsizliği çok derinden yaşıyor. IMF’nin son raporuna bakın. Türkiye’de mutlak yoksul sayısı son iki yılda 3 milyon kişi artmış ve 10 milyona varmış. Değerli iktisatçı Prof. Dr. Öner Günçavdı, gerçek sayının 16 milyona varabileceğini söylüyor. Ayrıca buna güvencesizler dahil değil. Onları da dahil ettiğimizde çok büyük bir sayı ile karşı karşıyayız. Ve evet, tüm bu genelgeler, yoksulluk, güvencesizlik hem siyasi hem ekonomik modelimizin bir sonucu. 2002 sonrası patlama yaptı n Siz prekaryalaşmayı siyasetçiler, elitler ve finansal kuruluşların birlikte gerçekleştirdiğini söylüyorsunuz. Yeni zincirler ne; kredi kartları, banka borçları, buzdolabı taksitleri mi? Bunun bir adı var: neoliberalizm. Mali ve finansal açıdan piyasacı anlayışa siyasal ve kültürel açıdan neocon’luk yani yeni muhafazakârlık eşlik etti. Aslında AKP’nin 2002 sonrası sürecinde bu iki kavram çok önemli yer tutar. Ama yapılanlar 2002 öncesine dayanıyor. Başlangıç noktası dünya için 1970’ler. Kanadalı gazeteci Naomi Klein, 1973’te Şili’de General Pinochet darbesinin ve sonrasında ülkenin generaller tarafından hızla piyasa ekonomisine çevrilmesinin bir deney olduğunu söylüyor. Bu deney çeşitli yerlerde devam etti. Biz 24 Ocak kararları vasıtasıyla tanıştık ama 12 Eylül bunun gerçek uygulayıcısı oldu. Türkiye ve Şili’nin iki deney ülke olduğu söylenir. Zaten bugün OECD ülkeleri arasındaki gelir eşitsizliğini ölçen verilere göre bu iki ülke en kötü beş ülke arasında yer alıyor. Deney, uygulayanlar açısından başarılı olmuş diyebiliriz. Ama toplum açısından aynı şey geçerli değil. Güvencesizleştirilme süreci aynı zamanda borçlandırma sürecidir. Bireysel kredi kullanımının tarihi çok eski değil. 1980’den sonra tüm dünyada patlama yapıyor. Ama kredi kullanımının hane düzeyinde sıçrayış yaptığı dönem 2002 ve sonrası. Borçlu olmayan kaldı mı? Benim öğrencilerim vardı, mezun olanlar 50 bin TL borçla mezun oldu ikiüç yıl önce. Ben şöyle diyorum: 10 yılda onlarca milyon borçlu yarattık, her yaştan. turiste Vatandaşın efendisi gibi davranılıyor n İki milyon kişi işini kaybediyor. Bir pandemi yaşanıyor, işçi çalışmak zorunda. Üstelik aşılanamıyoruz bile. Bu yetmezmiş gibi, bir de Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu da “Turistin görebileceği herkesi mayıs sonuna kadar aşılayacağız” demez mi? Bir ülkenin yurttaşının kendi ülkesinde kendisini ikinci sınıf hissetmesi için daha ne olmalı ki? Bu arada çok iyi bir noktaya temas ettiniz. Prekarya için ayrıca “yarı vatandaş” tabiri de kullanılıyor. Giderek haklarını kaybeden ve ikinci sınıf vatandaş konumuna düşen bir grup bu. Pandemi bunu iyice gösterdi hepimize. Ama bizim ülkede insanların üzerinde fazladan bir yük var. Bir yılı aştı, zaten işler yolunda gitmiyor, sosyal yardım yok, çocuklar ve yaşlılar eve kapatıldı, bu iki nesil adeta mapİyi bir sosyal politika ya da adil bir sosyal devlet için öncelikle eşit ve özgür bir siyasi iklim gerekir. Mevcut hükümet sistemi, gücü tek elde yoğunlaştırıyor. Kaynakların nasıl dağıtılacağına da tek başına karar vermek istiyor, belediyelerin sosyal yardım mekanizmalarını engellemeye çalışmak istemeleri, bu güç isteğinden kaynaklanıyor. Zemini kaybederiz ve düşeriz korkusu hâkim. Şu an bu hükümet sisteminde yapılabilecek bir şey yok. Ama muhalefet partilerinin yapabileceği bir şey var: Çıksınlar güvencesizlere, yoksullara, en az güçlendirilmiş parlamenter sistemi konuştukları kadar nasıl bir Türkiye hayal ettiklerini söylesinler. hus nesil, gençler işsiz ve işi olanlar da güvencesiz, (düşünün ki genç işsizlik oranı yüzde 25’in üzerinde, uzmanlar gerçek oranın yüzde 40’lara vardığını söylüyor), kadınlar İstanbul Sözleşmesi’nin feshedildiğini gördüler, mutlak yoksulların sayısı artıyor, esnaf adeta sosyal ölüme terk ediliyor. Bunlar vatandaşların bazı haklarını kaybettiğine ya da onları kullanamayacak duruma geldiğine işaret ediyor. Yarı vatandaşlık durumu bu aslında. Sonra kendi memleketinizde size yarı vatandaş gibi ceza kesilirken, sermaye akışını temsil eden turistlere vatandaşların efendisi gibi davranılıyor. Mevcut sosyal eşitsizliklerin üstüne bu ceza görüntüleri adalet duygusunu daha da zedeliyor. n “Hepimiz Prekaryayız” kitabınızda en çok atıfta bulunduğunuz kişi prekarya kavramını ileri süren Guy Standing, bu sınıfı yeni tehlikeli sınıf olarak tanımlıyor, ne demek istiyor? Bu soru için teşekkür ederim, çünkü kitap yayımlanır yayımlanmaz bazı akademisyenler kitabı okumadan önce Standing’e çok az referans verdiğimi söylüyordu. Kitabı okusalardı önsözden sonuca kadar Standing’e defaatle referans verdiğimi görürlerdi. Tehlikeli derken şunu kastediyor: Bu sınıf dünyada giderek büyüyor, eğer ne olduğunun ve birbirlerinin farkına varır da bir araya gelirlerse, dünün tehlikeli işçi sınıfı bugünün prekaryası olacaktır. Aslında bu tehlikeyi sistem için öngörüyor, yoksa prekarya için bu tehlike önemli bir heyecan.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle