05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
4 11 OCAK 2021 PAZARTESİ İNCELEME BIRINCI İNÖNÜ ZAFERI, MILLI MÜCADELE IÇIN ÇOK ÖNEMLI KAZANIMLAR SAĞLADI Kaderin değiştiği tarih ALEV COŞKUN Milli Mücadele’nin sınır taşı başlığını taşıyan dünkü yazımızda, I. İnönü Savaşı öncesi genel durumu incelemiştik. 6 Ocak 1921’de, Ethem birliklerinin Batı Cephesi’ne karşı saldırıya geçtiğini, aynı tarihte Yunan ordusunun da ileri harekâta başladığını belirtmiştik. Şimdi savaşın gelişme durumuna bakalım. Yunan ileri harekâtı üç koldan ilerleyerek 9 Ocak 1921 günü İnönü köyü mevzilerinin önüne geldi ve 10 Ocak sabaha karşı saldırıya geçti. 9 Ocak gecesi Kütahya’dan İnönü’ye gelen Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey, hiç zaman yitirmeden karargâha gitti. Birkaç gündür süren kar yağışı nedeniyle askeri mevziler çamur içindeydi, askerler yorgundu, bitkin düşmüşlerdi. Tablo hiç iç açıcı değildi. Askerlerin üstü başı perişan, dört gündür yarı aç, yarı tok, canlarını dişlerine takmış savaşıyorlardı. 10 Ocak günü hava sisliydi. Asker ve araç gereç yetersizliği nedeniyle cephede açıklıklar ortaya çıkmıştı. Yunan kuvvetleri demiryolunun doğusundaki, Poyraz köyüne girdiler ve İnönü istasyonuna kadar ilerlediler. Cephe Komutanı İsmet Bey, karargâhı hızla İnönü’ye doğru kaydırdı. Karşılıklı saldırılar sürüyordu. Gerek Türk gerekse Yunan kuvvetleri 6 Ocak 1921’den beri süren çarpışmalardan yorgun düşmüşlerdi. Tüm bu olumsuzluklara karşın Türk askeri Yunan güçlerinin saldırılarını dirençle karşılıyordu. Açıkçası, Yunan askeri birlikleri Türk mevzilerini daha önce yaptıkları gibi aşamıyorlardı. Yunan saldırıları her şeye karşın kırılıyordu. 10 Ocak gece yarısı her iki taraf yeni mevzi almak için geri çekilmeye başladı. Geriye çekilen Yunan birlikleriyle, bu kez 24. Tümen karşı karşıya geldi. Yunan birlikleri büyük panik yaşadılar, yepyeni bir saldırıyla karşılaştıklarını sandılar. Albay İsmet Bey komutasındaki Türk ordusu cepheyi çok iyi tutuyordu. Yunan işgal güçlerinin 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktıkları tarihten bugüne kadar tam 8 ay geçmişti ve ilk kez beklemedikleri bir dirençle karşılaşıyorlardı. Sonuçta 10 Ocak’ı 11 Ocak’a bağlayan gece Yunan güçleri geriye çekilmeye başladılar ve sabaha kadar Bursa yönünde çekilişlerini sürdürdüler. YUNAN GÜÇLERİNİN SALDIRI NEDENLERİ 10 Ocak, Birinci İnönü Savaşı’nın en şiddetli günüydü. İsmet İnönü, bu Yunan saldırısını Hatıralar’da şöyle değerlendiriyor: “Benim tahminime göre, düşman hakkımızda şöyle düşünmüştür: Her taraf boştur. Zaten ordu zayıf bir haldedir. Sekiz aydan beri iç isyanlarla fena halde yorulmuş ve yıpranmıştır. Şimdi yeni bir isyanla (Ethem konusu) ikiye bölündükleri için Anadolu’da istediğimiz kadar ilerleyebiliriz. Tabii böyle düşünüyorlar ve hiçbir direnç görmeden ilerleyeceklerine inanarak hazırlanıyorlar ve bu harekâta girişiyorlar. Şimdi hiç ummadıkları bir dirençle karşılaşınca, moralleri bozuldu. Gerçekten son derece yorgun bir durumda cepheye yetişen kuvvetler, kendilerinden beklenilmeyecek şiddette savaşıyorlardı. 10 Ocak gün boyunca ve gece boyunca süren savaş sonrası Yunan birliklerinin direnci kırıldı... İşte Birinci İnönü Savaşı budur. Bu savaşta düşman harekâtı ile Ethem harekâtı İsmet İnönü, Akşehir’deki Batı Cephesi Karargâhı’nda 1921 3. Kuvayi Milliye moral kazandı. 4. Ankara ile bütün dünya ilişki kurmaya başladı. I. İnönü Savaşı’nın sonuçlarının kesinleşmesinden hemen sonra İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Horace Rumbold’un İngiltere’nin o günkü Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği uzun rapor ilginçtir. Rumbold, Birinci İnönü Savaşı’nın önemini belirtiyor ve yargısını şöyle ortaya koyuyordu: “Mustafa Kemal’e artık çetebaşı gözüyle bakmak faydasızdır. Onun Anadolu’daki hükümeti etkindir.” Aynı günlerdeki bir başka raporunda Rumbold şöyle yazmış: “Ocak 1921’de Yunan saldırısının geriye püskürtülerek önlenmesini Kemalistler, yalnız Yunanistan’a karşı değil, aynı zamanda İngiltere’ye karşı da kazanılmış bir zafer sayıyorlar.” ZAFER GÖKTEN BİR MÜJDE GİBİ İNDİ İstanbul gazeteleri, hatta her gün Mustafa Kemal’e kan kusan Alemdar, Peyami Sabah bile bu başarıyı kutlamak zorunda kalıyordu. İstanbul gazetelerinde Mustafa Kemal Paşa’nın ve Birinci İnönü Savaşı sonrasında General olan İsmet Paşa’nın resimleri yer almaya başlamıştı. Türk milleti, yıllardır hasret kaldığı bu başarı karşısında topyekun seYUNAN ORDUSU TÜRK ORDUSU l 472 SUBAY l 417 SUBAY vinç dalgasını tadıyordu. Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı kitabında “Zafer İstanbul’a gökten bir birlikte olmuştur.” KUVVETİMİZ l 15 BIN 816 ER l 12 BIN 500 TÜFEK l 270 HAFİF MAKİNALI l 80 AĞIR MAKİNALI l 8 BİN 500 ER l 6 BİN TÜFEK l 18 HAFİF MAKİNALI l 47 AĞIR MAKİNALI müjde gibi indi” diye yazıyor ve şöyle sürdürüyor: “Gazetelerin ilk sayfaları büyük resimler ve zafer edebiyatı ile kaplanıp bezendi. Adalar’da laternalarda, ‘Zito, zito Venizelos’ şarkıları susmuştu.” TAKİBE YETMİYOR Mademki Yunan birlikleri başarılı olamadı ve geriye çekilmeye başladı, öyleyse neden takip edilmedi? Neden iml 72 TOP KsBaaayytlnoıısadCakal:eSopvalehaberraiahslekai ntbYtiirunralniSkkaealnelmerokila,rhArdenbumasuduiodknluuiutrnİhuatrmyialaafulrti,ıaasBçıubkırkiçarçaddakeaYonrarbsytiıaanrvyegaavüşi,kcı1y9oeo6y8srm,daChau.ki2pht,stea.i4d.m6Tı9rad..”beİngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, İstanbul’dan Londra’ya Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a savaş sonucunun alınmasından birkaç gün sonra, 5 Nisan 1921’de aşağıdaki iletiyi göndermişti: ha edilmedi? Bu sorular çok sorulmuştur. Albay İsmet Bey bu soruya çok yalın ve sade bir yanıt verir. Şöyle der: “İnönü cephesinden çekilen düşkasına izleyen Mustafa Kemal, 11 Ocak 1921 günü Cephe Komutanı Albay İsmet Bey’e bir kutlama telgrafı gönderdi ve “Bu başarının kesin “Bursa Cephesinde, İnönü’de Yunan kuvvetleri büyük yenilgiye uğradılar. Büyük zayiat verip geriye çekilmek zorunda kaldılar.” manı ancak hafif kuvvetlerle takip ettik. Fakat Bursa’yı zorlamadık. Çünkü hem kuvvetimiz takibe yetzafere hayırlı bir başlangıç olmasını Allah’tan dilerim” dedi. KARŞICILAR Bu tanımlama, ileriye dönük bir UTANMAYACAK MI? meyecek kadar azdı, hem de asker umut ışığı idi. Padişahçı ve halifeci kimi yazarlar çok yorgundu.” Bir kurmay subay olan Fikret BaATATÜRK: ÇOK ÇOK ve politikacılar, I. İnönü Zaferi’ni küçümseyici sözler söylemişler, yazılar yır, Strateji Ustası Atatürk adlı kita MESELE ÇÖZÜLDÜ... yazmışlardır. bında Birinci İnönü Savaşı’nın “zamana karşı kazanılmış bir başarı” olduğunu yazıyor. Bayır, bu savaşın, tarihçilerin pek üzerinde durmadıkları ama 11 Ocak 1921 sabahı Yunan kuvvetlerini taarruz etmekten vazgeçiren olgunun “Taktik Derinlikte Geri Harekât” uygulaması olduğunu belirtiyor. Buna göre cephe komutanı sağlam bir savunma hattı oluşturuyor, taktik derinliğin ötesine geçmeyen küçük bir toprak kaybına karşılık savaşı kazanma stratejisi uyguluyordu. Bayır’a göre “bu savaşta Türk tarafı çok hareketli ve enerjik savaşıyor, çizgi (hat) savunması yerine, alan (satıh) savunması yapıyordu.” O günkü koşullarda, Ankara ordusu küçük de olsa bir başarı elde etmek zorundaydı. Bu durumu İsmet İnönü şöyle anlatıyor: “Devleti kurmak için, Büyük Millet Atatürk, Birinci İnönü Savaşı’nın son derece önemli sonuçlar yarattığını kabul etmiştir. Bu durumu İnönü şöyle anlatıyor: “Savaştan az bir süre sonra birkaç gün için Mustafa Kemal Paşa’ya durum hakkında bilgi vermek için Ankara’ya geldim. Mustafa Kemal Paşa çok memnun olmuştu. Beni istasyonda karşıladı. Kendisine ‘Büyük mesele halledildi’ dedim. ‘Hangi büyük mesele? Çok, çok mesele hallolundu’ diye cevap verdi. O kadar memnun görünüyordu ki... Hükümet henüz kuruluyordu. Ordu kurulacak mı kurulmayacak mı endişelerinden sıyrılmak ve ilerisi ne olacak gibi şüphe ve duraksamalar içinde bulunan bir atmosferden birdenbire sıyrılarak normal bir savaşın düzenlerine, şevkine ve manevi kuvvetlerine girmiş olduğumuz bir devredeydik.” Bu gözü dönmüşlerden kimisi de İnönü Savaşı diye bir savaş olmadığını ileriye sürmüştür. Siyasi iktidar tarafından bir dönem Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’na getirilmiş profesör unvanlı kişi, bugünlerde “Milli Mücadele’de biz 7 düvelle falan savaşmadık. Bu tür masalları çocukken dinlemiştik ama anladık yalanmış. Tek savaştığımız devlet Yunanistan ve kısmen Fransa’dır” demiş. Milli Mücadele’yle ilgili İngiliz belgeleri yayımlandı. Kendileri bu savaşın içinde olduklarını açıkça belirtiyorlar. Bu kişinin, acaba bu belgeleri okumaya cesareti var mı? İngiliz Yüksek Komiseri ne diyor: “Bu zafer sadece Yunanistan’a karşı değil, aynı zamanda İngilizlere de karşı kazanılmış bir zaferdir.” İngiliz Yüksek Komiserinin bu cümlesinden sonra, Milli Mücadele komutanlarına saldıran vicdansızların yüzleri acaba kızarıyor mu? Meclisi’nin saygınlığını, etkinliğini ve egemenliğini sağlamak için küçük çapta da olsa, böyle bir savaşı kazanmaya mecburduk.” KAZANIMLAR Atatürk’ün “çok çok mesele çözüldü” derken söylemek istediği şu noktalardır: BİTTİ ‘KESİN ZAFERE HAYIRLI BAŞLANGIÇ’ Savaşı Ankara’da dakikası dakiBu savaşla, 1. TBMM Meşruiyet kazandı. 2. Düzenli ordu düşüncesi kendisini kabul ettirdi. NOT: Bu konu, Alev Coşkun’un çok yakında yayımlanacak Samsun’dan Sonra En Zor 19 Ay kitabında ayrıntıları ile incelenmiştir. Vicdan yükü... Şaşıyorum, bunca “vicdan yükü”nü bu insanlar nasıl taşıyor? Yönetenler, destekleyenler, içinde olanlar, yanındakiler, bilip de bilmezden gelenler, görüp de başını çevirenler! Bunca “vicdan yükü”ne nasıl katlanıyorlar? AKP’nin başkanı, yardımcıları, milletvekilleri, örgüt yöneticileri, destekçileri “vicdanlarını nasıl susturuyorlar?” Bunca haksızlığı, Bunca adaletsizliği, bunca yolsuzluğu, bunca insan hakkı yemeyi, suçsuz yere hapis yatanları, hakarete uğrayanları “vicdanlarına nasıl sığdırıyorlar?” Büsbütün vicdansız olamazlar. Çünkü, “vicdan” dediğimiz “içimizdeki pusula” doğuşumuzla birlikte vardır ve yaptığımız yanlışlarda bizi uyarır. Ama iktidar hırsı, iktidarın nimetleri, vicdanları kör mü ediyor, sağır mı yapıyor? Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri de öğretim üyeleri de yeni atanan “kayyım rektörü” protesto ediyorlar. Hemen “terörist” damgası vuruluyor, polis kapılarına dayanıyor, gözaltılar başlıyor. Nerede sizin vicdanınız? Vicdanınızı nasıl susturuyor, kendinizi nasıl aldatıyorsunuz? Koltuk hırsı mı, yetki körlüğü mü, gelen paralar mı, güçlüden yana olma güdüsü mü, hepsi mi? Vicdanınızı bunlarla mı köreltiyorsunuz? Merak ediyorum, gerçekten merak ediyorum? Suçlu ve ortakları Filozof Karl Jaspers, “ahlak suçlarını” şöyle tanımlar: Bir: Suçu işleyenler, İki: Suç işleyeni destekleyenler, Üç: Suçu görmezden gelenler, Dört: İlgilenmeyerek suça destek olanlar. İşlenen suçların hepsi, bu dört kategorinin suç ortaklığıyla sürdürülmektedir. Demokrasi suçu: Güçler ayrımının kalkması, denetlenemeyen iktidar, tek adamın sultası. Adalet suçu: Haksız yere hapis yatırılanların (Selahattin Demirtaş, Osman Kavala gibi), kasıtlı tutuklananların ( OdaTV çalışanları, Barış’lar gibi) KHK ile işlerinden atılan akademisyenler, hukuk yoluyla cezalandırılan gazeteciler, muhalifler. Eğitim suçu: Eğitimin tarikatlara, cemaatlere terk edilmesi, laik eğitimin kaldırılıp din eğitiminin zorunlu kılınması. Ekonomi suçu: İhalelerin yandaş firmalara verilmesi, kamuda görev almanın partizanlaştırılması. Bütün yapılanları “suç olarak görmemek” ancak “vicdanların susturulması” ile olabilmektedir. Ama nereye kadar sürüp gidecek bu “vicdan suskunluğu”? O “vicdan” bir gün patlayıp haykırmayacak mı? “Yeter artık, bu kadarını yapamazsınız” diyen bir vicdan sahibi çıkmayacak mı? Sizler, iktidar çemberinin içindekiler, hukukçular, tıp doktorları, eğitimciler, mühendisler, nasıl susuyorsunuz? Nasıl oluyor da gördüğünüz şeylere karşı çıkamıyor, itaat kıskacının içinde vicdanınızı susturuyorsunuz? Tarihin örneklerini bilmelisiniz. Celladın trajedisi Adolf Eichmann, Hitler rejiminde “nihai çözüm”ün etkin bir parçasıydı. Nazi Almanyası’nın egemen olduğu yerlerde, Avusturya gibi ülkelerdeki Yahudileri toplayıp Auschitz, Birkenau, Treblinka, Dachau gibi toplama kamplarına gönderen Nazi subayıydı Eichmann. 1945 yılında Almanya’nın yenilmesi üzerine Arjantin’e kaçtı, başka bir kimlikle orada yaşamaya başladı. İsrail’in bu kaçakları yakalama programı içinde Mossad ajanları onu bulup yakaladılar ve İsrail’de yargılandı. Bu yargılamayı izleyen Hannah Arendt sonradan “Sıradan Faşizm” kavramını geliştirdi. Adolf Eichmann, savunmasında hep şunları söylemişti: “Ben suçsuzum. Bana verilen emirleri yerine getirdim. Yahudileri gönderdim ama orada çalışma kampları vardı. İmha işini bilmiyorum. Ben sadece bana verilen emirleri yerine getirdim, soru sormak benim işim değildi.” Bu savunma kabul edilmedi. Çünkü, “her görevli yaptığı işin nedenlerini ve sonuçlarını bilmekle sorumlu idi”. İnsan ile robot arasındaki fark da işte budur. Almanya’nın yenilgisinden sonra “Alman toplama kampları”ndaki ölüm barakaları, ziklonB gazıyla zehirlenerek öldürülenler, sonra yakılanlar ortaya çıkınca, Alman halkı da (Naziler dışında kalanlar) utançla sarsıldılar. Almanlar, “Haberimiz yoktu. Yahudiler toplanıp götürülüyordu ama neler olduğunu bilmiyorduk” deseler de artık “vicdanlarını susturamıyorlardı”. Bu tarihsel utanç, Hitler despotizmine karşı çıkmamanın utancı onlara bir yük olarak kaldı. “VİCDAN YÜKÜ” ağırdır. Günün birinde ortaya çıkar. Adolf’un sonu mu? Adolf Eichmann, savaş suçuyla hüküm giyerek idam edildi...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle