23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
DİZİ 9 13 EYLÜL 2020 PAZAR İSVİÇRE’DE YAYIMLANAN MAKALEYE ‘PENCERE’DEN BAKAR VE GÖRÜR İlhan Selçuk’un öngörüsü Azgelişmiş bir ülkede bir hükümet, ulusal politikalarının isterilerini uygulamaya başladı mı, önce içeride bir kıyamet koparılır; sağ ve sol birbirine girer, ordu, “demokrasiyi kurtarmak, rejimi korumak, kardeş kavgasını önlemek için” yönetimi ele alır. Sonra da Amerika’ya selam; sömürüye devam. A ynı günlerde Bülent Ecevit ve ABD arasındaki gerilime ilişkin İsviçre’de yayımlanan Journal de Geneve’de de ilginç bir makale yer aldı. İlginç tespitler bulunuyordu: “Ecevit yaptığı bir konuşmada Türkiye’nin vesayet altında olmadığı üzerinde durdu. Başbakan böylece üsler anlaşmasına güçlü oturmak istiyor. Öte yandan aynı konuşmasında Türkiye’nin bütün komşularıyla bu arada Sovyetler Birliği ile yeni yakın ilişkiler kurmaya hazır olduğunu söyledi. Bu şekilde Ecevit, Batı’nın Türkiye’yi düş kırıklığına uğratması halinde Doğu’ya yönelebileceğini belirtti. Bilindiği gibi böyle bir olanak Ecevit ve Türkiye’nin elinde her zaman var. Ancak Başbakan, Doğu’ya ne oranda yaklaşabilir? İşte bu kuşkulu bir durum. Çünkü politikacı ve aydınların aksine Türkiye’de ordu kendisini Batı’ya daha yakın hissediyor.” İsviçre gazetesindeki bu makaleyi 29 Ağustos 1978 günkü köşesine taşıyan İlhan Selçuk yakın gelecekte olabilecekleri ise şöyle analiz ediyordu: “... İsviçre gazetesinin makalesi özetle böyle... Yani? Türkiye bölgesinin manavı, kasabı, sütçüsü olacak. Bu da yetmez; ileri karakolu olacak... Eğer konumunu değiştirmek isterse Ecevit, “kendisini Batı’ya yakın hisseden ordu işe karışacak... HH Emperyalizmin hesabı kitabı budur. Bizim ordunun subayları Amerika’da eğitildiklerine ve silahlı kuvvetler kaynak bakımından ABD’ye bağlı olduğuna göre, Batılı kapitalist Güney Amerika’da yaptığı hesabı Ortadoğu’da geçerli saymakta bir sakınca görmüyor: Türkiye bize bağlıdır; Ecevit ya da bir başkası bağımsızlığa yönelirse ordu müdahale eder. Eloğlu biliyor ki Türkiye’de emperyalizme göbeğinden bağlı sınıflar bir çeyrek yüzyıldan beri pompalanmıştır. Komprador kapitalizmi neden güçlendirildi? İşte bugünler için. Azgelişmiş bir ülkede bir hükümet, ulusal politikalarının isterilerini uygulamaya başladı mı, önce içeride bir kıyamet koparılır; sağ ve sol birbirine girer, ordu, “demokrasiyi kurtarmak, rejimi korumak, kardeş kavgasını önlemek için” yönetimi ele alır. Sonra da Amerika’ya selam sömürüye devam.” 12 Eylül darbesinden sonra altta kalan ve canı çıkan, işçi sınıfı ile sanayici oldu Ölüm fermanı gibi Döviz yokluğu nedeniyle en yaşamsal ürünler ithal edilemiyor, insanların günü tüpgaz, margarin ve sigara kuyruğunda geçiyordu. 40 . YILINDA 12 EYLÜL MİYASE İLKNUR 2 Dünya Bankası raporunun ardından Ankara’ya gelen OECD heyeti de hükümet üyeleriyle yaptığı görüşmenin ardından küresel sermayenin başlıca amacını “Türk ekonomisi yabancı rekabete açılmalı ve tüketim harcamalarını azaltmalı” sözleriyle açıkladı. Tüketim harcamalarını azaltmanın yolu da işçi ücretlerinin düşürülmesinden geçiyordu. Bu istek uluslararası iş yapma kapasitesi olan kapitalistlerin isteğiyle de uyumluydu. Oysa bu talep, işçi sınıfı ile birlikte iç piyasaya üretim yapan sanayi için ölüm fermanı demekti. “Altta kalanın canı çıksın” mantığı için bu sonucun pek bir önemi yoktu. Nitekim 12 Eylül darbesinden sonra altta kalan ve canı çıkan işçi sınıfı ile iç piyasaya üretim yapan sanayici oldu. KARABORSA VE KUYRUKLAR Döviz yokluğu nedeniyle en yaşamsal ürünler ithal edilemiyor, insanların günü kahve, benzin, motorin, tüpgaz, gazyağı, margarin ve sigara kuyruklarında geçiyordu. Çokuluslu petrol şirketleri BP ve Mobil, ATAŞ rafinerisinde işledikleri petrolün satış fiyatına istedikleri zammı alamayınca petrol üretimini yüzde 30’lara düşürdüler. Tam da hasat döneminde. Çiftçi mazot bulamadığı için ürününün hasadını yapamıyor yapsa da nakliye araçları mazotsuzluktan pazara taşıyamıyordu. Tarım sektörü büyük bir darbe yerken büyük kentlerde de ulaşım durma noktasına gelmişti. Hükümet, çare olarak araçları tek ve çift plaka diye birer gün arayla trafiğe çıkması yönünde karar almak zorunda kalmıştı. Türkiye, Kıbrıs harekâtından sonra ikince kez ATAŞ’ın çokuluslu or takları tarafından arkadan vuruluyordu. Milli Maden Yasası’na dayanarak 7 Mart 1979 tarihinde ATAŞ rafinerisinin kamulaştırılması ABD’yi bir kez daha öfkelendirmiş, ancak Türkiye’den daha önemli beklentisi olduğundan fazla bir tepki vermemişti. CASUS UÇAKLARINI REDDEDINCE ABD’nin Ecevit hükümetinden umudu kestiği olay ise 7 Mayıs 1979’da meydana geldi. Sovyetler Birliği ile ABD arasında SALTII (Stratejik Nükleer Silahların Sınıflandırılması) anlaşmasınının 10 Mayıs’taki imza töreninden üç gün önce Ankara’ya gelen ABD Dış İşleri Bakan Yardımcısı Warren Christopher, Türkiye’den beklentilerini hemen söyleyemedi. Önce havuç gösterme politikasını devreye sokarak ülkesinin Türkiye’ye büyük yardım paketi hazırladığını söyledikten sonra sadede geldi: Birkaç gün sonra Sovyetler’le SALT II anlaşmasını imzalayacağız. Ancak Sovyetler’in anlaşmaya uygun davranıp davranmadığını da denetlemek zorundayız. Malum İran’daki istasyonlar kapandığı için bunu yapmakta zorlanıyoruz. Uydular da pek işe yaramıyor. Türkiye’den U2 uçuşlarıyla bunu yapmak dışında başka da yol yok. 1962’de Türkiye’nin başına büyük belalar açılmasına ramak kalmışken çözülen U2 krizini bilen Ecevit, buna hemen karşı çıktı. Zaten bir yıl önce Ankara’ya gelen ABD Dışişleri Bakanı Cyrus Vance da kendisine aynı konuyu açtığında “Biz çok kritik bir bölgedeyiz. Ruslar bunun acısını başka yerlerden çıkarırlar. SaltII ko nusunu müzakere ederken bu dinleme istasyonlarını Sovyetler’e kabul ettirin, biz de size bu konuda izin verelim” demişti. Ecevit bu kez de Dışişleri Bakan Yardımcısı Cristopher’a U2 uçuşları konusunda Sovyetler’den izin alınması koşuluyla izin verilebileceğini belirtti. Bu sözlere fena halde bozulan Christopher, “Sovyetler’den izin almamızı nasıl istersiniz? Biz sizin müttefiğiniz değil miyiz” diye sorunca Ecevit de “Evet ama SaltII anlaşmasını biz değil, siz yaptınız” diyerek kapıları kapattı. ABD Dış İşleri Bakan Yardımcısı Christopher, karşısında ekonomik krizle cebelleşen ve kredi bulmak için ülke ülke dolaşan Ecevit’in geri adım atmasını sağlayabilir umuduyla tehdit yoluna başvurdu bu kez. Eğer bu isteğimiz reddedilirse, çok beklediğiniz Amerikan yardımı gelmeyebilir. Ecevit, ABD’nin “öngürülmez birisi” teşhisini bir kez daha teyid edercesine Christopher’a şu yanıtı verdi: Madem ki siz yardım ile U2 uçuşları arasında ilişki kuruyorsunuz, o zaman bana da bu görüşmeyi burada kesmekten başka seçenek kalmıyor. Bu yanıt karşısında şaşıran Christopher’ın “yanlış anladınız, onu demek istemedim” türünden durumu düzeltme çabaları da sonuç vermedi. Ecevit’in bu konuda aldığı tavıra ilişkin notlar Washington’a ulaştığında Başkan Carter’ın Milli Güvenlik Danışmanı Brezinski’nin tepkisi şöyleydi: Bu adam ne yaptığını bilmiyor. Gidip düşmandan izin alındığı olacak iş midir? Aynı Ecevit, son kez Başbakan olduğu 2002’de de ABD’nin Irak operasyonu sırasında önerdiği Türk ordusunun kuzeyden girme projesine karşı çıktığı için partisi içten kuşatılıp dağıtılmıştı. ‘Hediye bile karşılıksız verilmez’ Ecevit, can suyu niyetinde 4050 milyon dolarlık bir yardıma muhtaçken yine de Dünya Bankası, OECD ve IMF’nin dayatmalarına direniyordu. IMF’nin toplumsal ve siyasal sorunları da dikkate alması gerektiğine dikkat çeken Başbakan Bülent Ecevit, “Güçlükleri artırıcı reçetelerde ısrar etmemek gerekiyor” diyordu ama bu ısrar hiç bitmeyecekti. Dördüncü Beş Yıllık Plan’da kalkınma hızı düşürülmesine ve yüzde 27 oranında devalüasyon yapılmasına karşın IMF, bunu yeterli görmüyordu. IMF temsilcisi Mr. Sturc, Türk İşadamları grubu ile Washington’daki görüşmede beklentilerini şöyle açıklamıştı: “... Politik etkisi ne olursa olsun, komünist dünya ile işbirliğini artırmasının Türkiye üzerindeki ekonomik etkisi çok kötü olur... Atatürk Türkiye’yi Batı’ya yöneltti ancak şimdi Türkiye’nin uyuyan ‘doğusu’ uyanıyor. Kültür ve iç politikada yeni sorunlar ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin Batı’dan kopmaması için elinizden geleni yapmalısınız.. Hiçbir şey karşılıksız verilmez. Hediyenin bile bir karşılığı vardır.. Sorunları çözmek için güçlü ve istikrarlı bir yönetime ihtiyacınız var..” Sihirli sözcük “istikrar”dan murat, tabii ki NATO’nun güney kanadının ve liberal kapitalist düzenin istikrarıydı. Washington’daki bu görüşmelerde hem TÜSİAD üyeleri ve ABD Genelkurmay Başkanlığı’nın davetlisi olarak Washington’a giden Evren verilen mesajı almıştı. Şimdi sıra Türkiye’ye dönüşte verilen mesajların gereğini yapmaya gelmişti. YARIN: KONTRGERILLA IŞBAŞINDA 12 Eylül 1980... 12 Eylül 2010... 12Eylül, yakın tarihimizin iki yıldönümü: 1980 askeri darbesi ve 2010 anayasa referandumu... Her ikisinin de Türkiye’yi sarsan, demokrasi birikimini erozyona uğratan sonuçları oldu. Askeri darbenin 40. yılındayız. Ve Türkiye hâlâ 12 Eylül Anayasası ile yönetiliyor. 177 maddelik 12 Eylül Anayasası’nın üçte ikisi değişti, ruhu duruyor. 12 Eylül, Türkiye’nin ekonomisinden siyasetine her şeyini etkiledi. En çok da gençlerin üzerinden silindir gibi geçti. 11 Eylül 1980’deki terör, ertesi gün bıçak gibi kesildikten sonra darbeciler 13 Eylül’den itibaren terörle mücadelenin önüne Türkiye’yi yeniden şekillendirmeyi koydular. Bu şekillendirmede ilk hedef tüm siyasi partileri bitirip iki yeni partinin yaratılmasıydı. Bu tutmamış gibi görünse de 6 Kasım 1983’te tek başına iktidara gelen ANAP, özellikle ekonomi politikalarının sürdürücüsü oldu. Turgut Özal, 12 Eylül öncesinin başbakanlık müsteşarı olarak 24 Ocak Kararları’nın mimarlığını üstlendi. Aynı Özal 12 Eylül hükümetinin başbakan yardımcısı oldu. 1983’ten itibaren de Başbakan’dı. Avrupa’da Thatcherizm, ABD’de Reaganizm diye servis edilen, sosyal devlet kavramına son veren sistemin Türkiye’deki temsilcisi Özal oldu. Ancak Özal, küresel yapının “tam istediği” biçimde hareket edemedi. Özelleştirmeler çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ) istediği hızda gitmedi. ANAP’ın çeyrek bıraktığını AKP tamamladı. ANAP 8 milyar dolarlık özelleştirme yaptı, AKP 72 milyar dolar. Genel toplamda AKP döneminde Türkiye’ye 1 trilyon dolar girdi, 3 trilyon dolar çıktı. Böyle bir iktidarı hangi ÇUŞ istemez! HHH İkinci 12 Eylül’e gelirsek... AKP, 2009’a dek Türkiye’nin tüm temel kurumlarını kendine bağladıktan sonra sıra devleti ele geçirmeye geldi. Yasama ve yürütme elindeydi ama yargı, yargı kurumları hâlâ tam kontrolde değildi. O dönem “Hocaefendi”, “hizmet hareketi” gibi yüksek hitaplarla anılan “Gülen hareketi”nin arkasına düşen AKP, anayasa değişikliğine girişti. Anayasa Mahkemesi, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu, Yargıtay, Danıştay ne varsa bütün yargı kurumlarının üyelik ve işlev yapısını başkalaştıran bu değişiklerle FETÖ, AKP’den güçlü hale geldi. 12 Eylül 2010’daki anayasa değişikliği referandumuna CHP ve o günün MHP’si hayır dedi. 26 maddelik pakete yüzde 57.88 evet, yüzde 42.12 hayır çıktı. Gülen, Amerika’dan haber salıp, bu referandumdan evet çıkması için “İmkân olsa mezardakileri bile kaldırıp oy kullandırmak lazım” demişti. Kamuoyunun “ikinci cumhuriyetçiler” diye tanımladığı kesimler “yetmez ama evet”le kampanyaya katıldılar. Referandumdan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı harekete geçen FETÖ artık iktidarı AKP ile paylaşmak istemiyordu. Erdoğan bunu anladığında biraz geç olmuştu. 2011’den itibaren perde gerisinden, 2012’den sonra da açıktan süren çatışma 15 Temmuz 2016’da Türkiye’ye darbe girişimine dönüştü. 12 Eylül 1980’de CIA İstasyon Şefi Paul Henze, ABD Başkanı Carter’a, “Bizim çocuklar başardı” demişti. 15 Temmuz 2016’da ise memleketi ABD’de konuşlanan Gülen’i kimin cesaretlendirdiğini söylemeye gerek yok! HHH Bugüne gelirsek... Katmerli 12 Eylül’lerin gölgesi devam ediyor. Ödünsüz insan hakları savunucusu, avukat Halit Çelenk’in sık kullandığı cümlelerden biri şuydu: “Olağanüstü dönemlerin başlıca karakteristiği hukuksuzluktur. Önce hukuku rafa kaldırıp kendi sözüm ona hukuklarını uygularlar...” Bugün bunu yaşıyoruz! 15 Temmuz 2016’dan hemen sonra 20 Temmuz 2016’da başlayan “olağanüstü dönem” devam ediyor. AKP, MHP’nin desteğiyle parlamenter sistemi bitirdi. Başta yargı olmak üzere devlet kurumlarını FETÖ’den alıp Saray’a bağladı. Bu anlayış doğası gereği iktidarı ne olursa olsun terk etmek istemeyecektir. Bununla ilgili iki deneyimimiz var. İlki, 7 Haziran 2015. O seçimde AKP tek başına iktidarı yitirmişti. Bu sonucu beğenmedi, “Halk hatasını düzeltsin” dedi. Seçimler 1 Kasım’da yenilendi. AKP, bu sonucu beğendi! İkinci deneyim 31 Mart 2019’da yaşandı. “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” diyen Saray, 13 bin farkı kabul etmedi. Yine, “Halk hatasını düzeltsin” deyip 23 Haziran’da seçimi yenilediler. Fark 810 bin oldu! Şimdi seçimler bağlamında demokrasimiz 11 berabere! İstanbul seçimi sadece İstanbul belediye başkanını belirlemedi. Halkın iradesine yönelik darbeyi etkisiz hale getirdi. İki 12 Eylül’ün yıldönümünde geleceğe mücadele dolu bir iyimserlikle bakıyoruz!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle