21 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 25 TEMMUZ 2020 CUMARTESİ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER KUVVETLER AYRILIĞI DEMOKRASİ’NİN OLMAZSA OLMAZI PROF. DR. HAKKI UYAR Çağdaş demokrasilerin temeli kuvvetler ayrılığına dayanır. Yürütme, yasama ve yargı organlarının birbirlerinden bağımsız olmaları ve ama birbirlerini dengelemeleri ve denetlemeleri (check and balances) esastır. Kuvvetler ayrılığına dayanan sistemlerin dışında kuvvetler birliğine dayanan sistemler de vardır. Bunun iki türlüsünü görmek mümkündür: Birincisi yasama ve yürütme yetkisinin, yürütme organının elinde toplanması şeklindedir. İkincisi ise yasama ve yürütme yetkisinin yasama organının elinde toplanmasıdır (meclis hükümeti sistemi). Meclis hükümeti sisteminin genel olarak olağanüstü ve sorunlu dönemlerde uygulandığı görülmektedir (İstisnası bunu kısmen uygulayan İsviçre’dir). Meclis Hükümeti sistemi, 17921975 yılları arasındaki Konvansiyon Meclisi’nde (Fransa) ve 19201923 yıllarındaki Birinci Meclis’te (Türkiye) uygulandı. 1921 Anayasası’na göre yasama ve yürütme yetkisi TBMM’de toplanmıştı. İstiklal Mahkemeleri eliyle yargı yetkisini de dolaylı olarak elinde bulunduran Birinci Meclis, kuvvetler birliği sistemini bilinçli olarak benimsemişti. Bunun felsefi ve kuramsal temellerinin olduğu şüphesizdir. Tarihten ders alındı Atatürk’ün Rousseau’dan mülhem olarak dile getirdiği kuvvetler birliği meselesinin tarihsel referans noktası da Fransız Devrimi’ndeki Konvansiyon Meclisi idi. Ayrıca yakın dönem Türkiye/Osmanlı tarihindeki deneyim de bunu zorunlu kılmaktaydı. Çünkü yürütme gücünü elinde bulunduran II. Abdülhamit yasama organı olan parlamentoyu feshetmişti. Vahdettin ise 1918 ve 1920’de iki kez parlamentoyu dağıtmıştı. İkinci Meşrutiyet döneminde de İttihatçılar özellikle 1912 sonrasında parlamento üzerinde sıkı bir denetim kurmuşlardı. Tüm bunlardan ders çıkaran Birinci Meclis, ken Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerleriyle barışık, kurumsal yapıyı takviye edici ve liyakate dayalı bir sistemi kurması, her şeyden önce gerçek anlamda bir beka sorunudur. di üzerinde hiçbir güç tanımadığı gibi kıskanç bir şekilde bütün gücü elinde toplandı. Dışarıya karşı bağımsızlık, içeriye karşı egemenlik savaşı yürütülürken hızlı karar alınabilmesi açısından Meclis’in kuvvetler birliği ilkesi çerçevesinde gücü elinde bulundurması son derece doğaldı. İlave olarak Meclis’in egemenliği kayıtsız şartsız elinde tutması, kendini padişahhalifenin üzerinde konumlaması, ona devrimci bir nitelik de kazandırıyordu. Nitekim saltanatın kaldırılmasıyla başlayan devrim süreci bunu teyit etmektedir. Ancak yine de devrimleri yapmak kolay olmadı. Meclis’in gücü ve tavrı karşısında Mustafa Kemal Paşa devrimleri bölerek/parçalara ayırarak, zamana yayarak gerçekleştirme yoluna gitti. Saltanat ile halifeliğin ikiye ayrılarak kaldırılmasının nedenlerinden biri kamuoyunu hazırlamaksa bir diğeri de Meclis’i hazırlamaktı. Tek parti döneminde Meclis’in ağırlığı sistemde hep var olsa da Meclis üzerinde CHP egemenliği söz konusuydu. Bu durum DP döneminde de DP’nin egemenliğine dönüştü. Üstelik çoğunluk sistemin sağladığı ezici üstünlük var olan zayıf demokratik kültürü daha da tahrip etti. DP’nin Meclis’te sağladığı ezici üstünlük, DP liderlerinin ezici üstünlüğüne dönüşünce artık yasamanın yürütmeyi kontrol etmesi değil, yürütmenin (Bayar/Menderes) yasamayı kontrolü ve etkisizleştirmesi söz konusuydu. İlave olarak DP’nin Meclis’te Tahkikat Komisyonu’nu kurması komisyona muhalefetten temsilci alınmaması ve komisyona yargı yetkisinin verilmesi (hapis, parti kapatma, gazete kapatma…), yürütmenin gücünü daha arttıran uygulamalardı. Bu dönemin ruhuna uygun bir uygulama değildi Tahkikat Komisyonu... Üstelik Birinci ve İkinci Meclis’ler (19201927), çok daha sıkı bir denetim mekanizmasına sahiptiler. 1950’lerdeki gibi yürütmenin güdümünde değillerdi. CHP tek parti dönemi boyunca kuvvetler birliği sistemini savundu. CHP eksiklerin farkına vardı Türkiye kuruluş sürecinin sonrasında çok partili yaşama geçerken kuvvetler ayrılığına ilişkin bir düzenleme ihtiyacı mevcuttu. Tek parti yönetiminden çıkıp Demokrasi Devrimi’ni gerçekleştirmenin onuru İnönü ve CHP’ye aittir. Bununla birlikte hem çoğunluk sisteminde ısrarcı olmak (nispi seçim sistemini kabul etmemek) ve hem de kuvvetler ayrılığına ilişkin bir düzenleme yapmamak CHP iktidarının eksiği ve hatası idi. Gerçi CHP demokrasiyi güçlendirici değişiklikler yapma planını 1950 seçim beyannamesine almıştı: 6 Ok’u anayasadan çıkarmak, ikinci bir meclis (Senato) kurmak gibi değişikleri CHP’nin 1950 sonrasına bırakmaması, 19461950 döneminde gerçekleştirmesi gerekirdi. Nitekim CHP’nin vaatlerini gerçekleştirmesi iktidarı kaybetmesi dolayısıyla mümkün olmadı. CHP’nin programına kuvvetler ayrılığını alması 10. Kurultay’da mümkün olabildi (1953). CHP’nin 1954 seçimleri öncesinde, iktidara gelme umudu taşıdığı ve muhalefetteyken kuvvetler birliğinin sakıncalarını yaşamaya başladığı bir dönemde kuvvetler ayrılığını savunması anlamlıdır. CHP programının ikinci bölümünde “Siyasi Meseleler” başlığı altında “anayasa” konusu ele alınmaktadır. Programın 8. maddesine denk gelen bu kısımda “Devlet sistemimizde kuvvetler arasında muvazene sağlayacak ve siyasi hürriyetleri koruyacak anayasa teminatına lüzum görürüz. Bu maksatla partimiz ikinci bir Meclis, Ayan Meclisi kurulmasını zaruri sayar” denilmektedir. Yine bu kısımda kuvvetler ayrılığını destekleyici ve toplumsal örgütlenmenin önünü açıcı öneriler bulunmaktadır: Yargıç teminatı; üniversite özerkliği; siyasal parti, sendika ve meslek örgütleri kurma, memurlara sendika hakkı; basın özgürlüğü gibi konuların anayasal teminat altına alınması ve Anayasa Mahkemesi kurulması gibi konulara yer verilmektedir. Daha çok partili hayata geçişin başında CHP eksiklerin erken bir şekilde farkına varmıştı. Sonuç olarak Türkiye bugün, kuvvetler ayrılığına dayalı çağdaş bir parlamenter demokrasiyi yeniden ve daha güçlü bir şekilde inşa etmelidir. Mevcut sistemin demokratik ve devrimci/ilerici olabilme ihtimali yoktur. Türkiye’nin Cumhuriyetin kurucu değerleriyle barışık, kurumsal yapıyı takviye edici ve liyakate dayalı bir sistemi kurması, her şeyden önce gerçek anlamda bir beka sorunudur. Lozan, Anadolu’da Batı’ya boyun eğdiren Atatürk yaratılmakistenen Ermenistan ve Kürdistan hayalini sona erdirmişti. PROF. DR. METİN KALE Vahdettin’in Türkiye’den kaçışından 3 gün sonra 20 Kasım 1922’de Lozan’da barış görüşmeleri başladı. Konferansa 12 ülke katıldı, ancak esas görüşme ve tartışmalar İngiltere ile Türkiye arasında oldu. Bu konferansa İtilaf Devletleri “Şark İşleri Konferansı” adını vermişlerdi. Son 45 yılın değil asırlık sorunların görüşüleceği Lozan’da, Türkiye, İtilaf Devletleri’yle bir hesaplaşmaya girişecekti. Bu bakımdan Türk heyetinin başkanını seçmek çok önemliydi. Atatürk, İsmet Paşa’nın Mudanya Ateşkes Antlaşması görüşmelerindeki başarılarını görmüş ve kararını vermişti ve ona 3 sayfa, 14 maddelik bir talimat verdi. “Hiçbir kısıtlanma olmaksızın Türkiye bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanınacak, hiçbir kapitülasyon kabul edilmeyerek, Ermenistan, tartışma konusu bile olmayacaktı.” İsteklerimiz kabul edilmezse görüşmeler kesilip geri dönülecekti. ‘Tam bağımsızlık!’ İsmet Paşa’nın rakipleri başta Curzon olmak üzere, yenilmiş bir devlete tasfiye koşullarını dikte ettirmeye gelmişlerdi. Karşılarında yenik Osmanlı İmparatorluğu’nun sinmiş bir paşasını bulacaklarını sanıyorlardı. O ise, Lozan’a Mondros’tan değil, Mudanya’dan geldiğini sık sık muhataplarına hatırlattı. Lozan’da İsmet Paşa’nın ilk ve son sözü hep “Tam bağımsızlık!” oldu. Onun bu direnişi karşısında Curzon ne yapacağını şaşırıp “Türkiye için rahatsız edici oluyorsa, bunun yerine başka bir kelime kullanabiliriz” diyerek gülünç duruma düşmüştü. Mağrur İngiliz lordu, sanki Anadolu’da savaşı onlar kazanmış gibi “Türkiye’nin imza edeceği en iyi anlaşma budur... Eğer imza etmezse, Türkiye düşünsün! Asya’nın görünmez derinliklerinde kaybolur” diyerek böbürlenmeye kalktı. Ancak sonrasında hezimete uğradığını kabul eden Curzon diyordu ki: “Şimdiye kadar biz kendi barış anlaşmalarımızı dikte ediyorduk, şimdi ise düşmanla pazarlık yapıyoruz, duyulmamış bir şey.” Bu koşullarda konferans 4 Şubat 1923’te yarıda kaldı. Batılılar, “Türkler, son teklifleri reddettiler!” diye haber uçurdular salonun dışına. Gazeteciler, dışarıya çıkan İsmet Paşa’ya koştular: “Ne oldu Paşam?” Paşa gayet sakindi, durumu özetledi: “Ne olacak, hiç... Esaret altına girmeyi kabul etmedik”. Kapitülasyon konusunda titizlik Lozan’da ikinci dönem görüşmeler 23 Nisan’da başladı. Curzon’un yerine Sir Horace Rumbold, Fransız Bompart’ın yerine de General Pelle gelmişti. Rumbold, “Savaş meydanlarından gelen İsmet Paşa sadece usta bir diplomat değil, aynı zamanda bir devlet adamı olduğunu da kanıtladı” diyordu. Lozan’ı iyi anlayabilmek için Sevr’le karşılaştırmak gerekir. Sevr’de Anadolu taksim ediliyor ve ısmarlama bir Ermenistan ve Kürdistan yaratılmak isteniyordu. Lozan’da elde edilen başarı İngiliz İmparatorluğu’nun belkemiğini oluşturan Yakındoğu politikalarının da iflas ettiğini bütün dünyaya gösterdi. Anadolu’da yaratılmak istenen Ermenistan ve Kürdistan hayalini sona erdirmişti. Lozan, Türkiye’nin galiplerle eşit koşullar içinde ve kendi koşullarını benimseterek imzaladığı tek anlaşma olarak tarihteki onurlu yerini almıştır. Lozan Anadolu’da Türk Aydınlanması’nın da yolunu açan bir barış anlaşmasıdır. Cumhuriyet tarihimizde Türk diplomasisi Lozan ile başlar denilebilir. Atatürk, kapitülasyon konusunda çok titizdi, onun tartışılmasını bile ulusal onurumuza yönelik bir hakaret kabul ediyordu. Mustafa Kemal’in ve Türkiye’nin o günkü mücadelesi yalnız Türkiye’nin değil, bütün ezilen ulusların ve bütün Doğu’nun da dramıydı. Mustafa Kemal’in başarısı özellikle Hindistan’da yoğun olarak tartışıldı. Hindistan bağımsızlık hareketini lideri olan Gandhi, “Mustafa Kemal İngilizleri yeninceye kadar Tanrı’yı da İngiliz zannederdim” diyordu. Gandhi’nin kayınpederi de Lozan’daki Türk başarısının ezilen uluslara yaptığı etkiyi şu sözlerle açıklar: “Biz, Atatürk büyük devletlere baş eğdirinceye kadar, bir Doğu ulusunun tutsaklıktan bütünüyle kurtulabileceğine inanmıyorduk. Bizim amacımız, özerklikle sınırlıydı. Ne zaman ki Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı başardı, Lozan’da büyük devletlere boyun eğdirdi, amacımızı bağımsızlığa çevirdik.” Lozan Anlaşması Norbert von Bischoff’un belirttiği gibi “ Türk silahlarının kazandığı zaferi, uluslararası hukukun kütüğüne geçirmesidir.” Türkiye ile yedi devlet arasında 24 Temmuz 1923’te Lozan’da imzalanan barış antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edilmiş ve yeni Türk devleti kurulmuş oluyordu. Bu başarı Mustafa Kemal’in dinamizmiyle, yurt ve tarih bilinciyle Türk halkının yurt savunmasındaki kahramanlığı, özverisi, inancı ve başa çıkılamaz iradesiyle kazanılmış bir mucizenin adıdır. Lozan’ı onlar unutmadı, biz unutacak mıyız? Bizlere ve genç nesillere düşen Cumhuriyete saldırıların yoğunlaştığı şu sıralarda, azim ve bu bilinçle sorumluluklarımızın ne kadar ağır ama gerçek olduğunu, Lozan’ı kazandıranlara vicdan ve gönül borcumuz bulunduğunu asla unutmamaktır. Lozan kahramanı İnönü’den tarihsel açıklamalar DAVER DARENDE ABDve Batı’nın Türkiye’ye karşı iki kompleksi olduğunu hatırlamak zorundayız. Bunlardan birincisi 24 Temmuz 1923 günü imzaladığımız Lozan Barış Antlaşması, diğeri Mustafa Kemal’in önderliğinde Anadolu’nun emperyalizme karşı kazandığı zaferdir. İşte bu nedenle Lozan Barış Antlaşması’nın anlam ve değeri, her geçen gün daha büyük önem kazanmaktadır. Lozan Barış Konferansı tutanaklarını ve belgelerini büyük bir titizlikle dilimize çeviren, 1977 yılında yitirdiğimiz bilim ve düşünce adamı, hukuk bilgini Prof. Seha L. Meray’ın “İnsanca Yaşamak” başlıklı kitabında yer alan “Lozan” başlıklı iki denemesi aradan geçen uzun yıllara karşın güncelliğini korumakta, günümüzün gelişimlerine ışık tutmaktadır. Prof. Seha L. Meray, tutanakların çevirilerini yaptığı 1969 yılında Lozan kahramanı İsmet İnönü ile tanışır. Kendisinden, tutanakları kapsayan kitabına bir önsöz yazması için randevu talep eder. 14 Mayıs 1969 günü saat 17.30’da Pembe Köşk’ün kapısını çalar. O gün Profesör Meray ile İnönü arasında ilginç olduğu kadar tarihsel önem taşıyan bir söyleşi başlar. İnönü, Profesör Meraya “Lozan’da neler görüyorsun, önemli saydıkların neler” sorusunu yöneltir. Profesör Meray konuyu altı başlıkta toplayarak şöyle yanıtlar: “1 Bağımsızlığımıza, egemenliğimize toz kondurmamak, 2 Hukukun üstünlüğüne saygı, 3 Barışçılık, 4 Ulusumuza inanç ve güven, 5 Demokratik anlayış, dünya kamuoyuna güveniş, 6 Ulusun yakın ve uzak çıkarlarını hiçbir zaman gözden kaçırmayan devlet adamlığı.” (24 Temmuz 1974, Cumhuriyet) ‘Boynumuz kıldan ince’ Profesör Meray’ın bu sözlerini dikkatle dinleyen İnönü şöyle konuşur; “Yapıldıktan elli yıl sonra yaşayan başka anlaşma, antlaşma biliyor musun? Al Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren antlaşmaları, hangisi yaşıyor bugün? Lozan için tarih ne der bilemem, ama tarihin diyeceğine boynumuz kıldan ince.” İnönü, Lozan anılarına döner ve şöyle konuşur; “O zaman ki şartları düşünmek gerek, olup biteni kavramak için. Bir Reşit Paşa vardı; Osmanlı idaresinden kalma. Namuslu, tecrübeli bir adamdır. Beni ziyarete geldi. ‘Ne tavsiye edersiniz, nasıl davranalım’ diye sordum kendisine. Şöyle karşılık verdi; ‘Hiçbir şey tavsiye edemem, hiçbir tavsiyeye ihtiyacınız yok, senin söylediklerini, ben dahil, hiçbirimiz söyleyemeyiz. Biz Osmanlı nesliyiz. Sen yolundan şaşma.’ Güç verdi bu sözler bana.” (İnsanca Yaşamak, Seha L. Meray, Hil Yayınları, 1974 S. 154) İnönü bir ara dış yardım konusuna değinir ve şöyle konuşur; “Dış yardıma çok dikkat etmeli, dış yardım kendi kazancı için, sömürmek için gelir. Zararsız gelen dış yardıma diyeceğim yok. Bizim tecrübemiz hep böyle oldu. Ya Düyunu Umumiye, ya bugünkü gibi. İlk yıllarda Ruslardan çok az bir şey almıştık o iyiydi.” ( İnsanca Yaşmak, S. 155, Seha L. Meray) Profesör Meray’ın “Konferansta hep Fransızca’mı konuştunuz sorusunu, İnönü gülerek şöyle yanıtlar: “Evet.” Fakat bu konu da heyetimiz için mesele oldu. Benim Fransızcamın yetersiz olduğunu, diplomasi dili olmadığını söylediler. Benim Türkçe konuşmamı, heyette yabancı dili kuvvetli olanların, Fransızca ya da İngilizceye çevirmesini istediler. Heyette gerçekten iyi yabancı dil bilenler vardı. Bir süre istedikleri gibi yaptım, ben Türkçe söyledim onlar çevirdiler, fakat gördüm ki tam çevirmiyorlar, söylediğimi olduğu gibi vermiyorlar. O zaman anladım ki onların diplomasi dili dedikleri birikmiş Osmanlı ezikliğinin ifadesinden başka bir şey değil. Bundan sonra ben hep konuştum, yine o bildiğim Fransızcamla.” (İnsanca Yaşamak, Lozan, S.153) ‘Siyasal zafer’ Lozan Barış Antlaşması savaşla kazanılan bağımsızlığın hukuken tescilidir. “Lozan Kahramanı”, büyük devlet adamı İsmet İnönü’yü Lozan Antlaşması’nın 97. yıldöneminde saygıyla anıyorum. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Lozan için söylediği şu sözleri de asla unutulmamalı: “Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın çöküşünü anlatan belgedir. Osmanlı dönemi tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zaferdir.” (Söylev III . S.561) Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve Lozan kahramanı İsmet İnönü’yü özlemle ve saygıyla anıyorum. Cumhuriyet, Demokrasi ve Refah İçin: ‘Türkiye İttifakı’ PROF. DR. DURAN BÜLBÜL Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en karanlık dehlizlerine sokuldu. “Fetullah Gülen Terör Cemaatini”nin “Mezardaki ölüleri kaldırın oy kullandırın” dediği yargının vicdanına el konan ve siyasi iktidarın güdümüne sokan “2010 Referandumu”ndan süreci “15 Temmuz”a taşıyan “Ergenekon” ve “Balyoz” operasyonlarına kadar, CIA ile koordineli olarak sayısız “karşıdevrim” hamleleri topluma içi zehir dolu şeker kaplı “elmalışeker” gibi sunuldu. İşin aslı önlerindeki en büyük engel olan ve bizde karşılığı “saltanatın lağvedilmesi ve yerine TBMM’de cisimleşen millet egemenliğin yerleştirilmesi” ile özdeşleşen “Cumhuriyet rejimi” hedef alındı. ‘Sistem değişikliği’ değil ‘rejim değişimi’! Günümüz çağdaş demokrasilerinde olmazsa olmaz olan halkı tek bir kişi ve zümrenin vicdanına bırakmamayı amaçlayan “yargıyürütmeyasama” organlarının oluşturduğu “güçler ayrılığı”nın da “tekçi” bir müdahale ile bertaraf edilmesi, “Yüce Meclis”in etkilerinin tırpanlanması da süreçlere eklendiğinde bugün “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilen olay, sundukları gibi bir “sistem değişikliği” değil “rejim değişimi”nin ta kendisidir. İşin bu siyasal boyutunun totaliter rejim yönünde evirilmesi bir yana ekonomik olarak “ortak millet aklı”nın ve “kurumlaşmış devlet bürokrasisi”nin etkileri ortadan kaldırılarak “devlet ekonomisi” ve “bütçeleme”, halk tarafından görülebilir, Sayıştay ve benzer kurumlarca da denetlenebilir olmaktan çıkarılmış, sonuçlarını tüm millet olarak ağır ödeyeceğimiz “tekçi bir keyfiyete” havale ettirilmiştir. Bu süreçlerden sonra bugün gelinen nokta “Millet İttifakı” ile bu “karşıdevrim”e duruş ve demokratik yollardan “Cumhuriyetin müdafaası” şeklinde tezahür ederken, bu durum giderek kelimenin tam anlamıyla “Türkiye ittifakı”na evirilmiştir. ‘Milleti ümmet haline getiremezsiniz’ Bizdeki “Cumhuriyet” bazılarının işine geldiği gibi anlamaya çalıştığı “Cumhuriyet” hiç değildir. Bu Cumhuriyet bir “İslam cumhuriyeti” de olabilirdi. Adı “cumhuriyet” olup da niteliği “gerici” olan bir model de olabilirdi. Aynı bugünkü Bangladeş İslam Cumhuriyeti ya da İran İslam Cumhuriyeti gibi. 3 Mart 1924’te gerçek devrim niteliğindeki yasalar kabul edilmeseydi, 29 Ekim 1923’te kurulan Cumhuriyet sadece biçimden öteye gidemezdi. Bu anlamda, 3 Mart 1924 milletimizin “din devleti” düzeninden “laik cumhuriyet” düzenine geçişinin tarihidir. Bugün din üzerinden siyaset yapmanın, halkı din ve mezhep farklılıklarıyla kışkırtmanın, “Cumhuriyet Devrimleri”nden uzaklaşmanın ortaya çıkardığı kötü bir siyasal iklimin yaratılmış olmasını ibretle izliyoruz. Ben tam da burada eski Demokrat Parti geleneğinin bir büyük isminin Sayın Hüsamettin Cindoruk’un “cumhuriyet”imize ilişkin yakın zamanda sarf ettiği şu sözlerini hatırlatıyorum: “Millet olmaya alışmış bir halkı ümmet haline getiremezsiniz. Cumhuriyet medeniyetinin tadını almış insanlar ümmet olmaz.” ‘Düyunu Umumiye’ yolunda Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de tüm alanlarda bir dönüşüm yaşanmış, fakat dünyanın çağdaş ve sosyal devletlerinde yaşanandan farklı olarak, ülkemizde dönüşüm, “tekçi” bir yönetim altında, “çöküş” olarak kendini göstermiş ve topluma dayatılmıştır. Mali yasalarımızın, hukuk sistemimizin, ekonomik yapımızın, gelir dağılımının nasıl bozulduğunu, ücretli ve dar gelirlilerin nasıl yoksullaştırıldığını, bazı sendikaların iktidarın arka bahçesi sarı sendika olduğunu, hazine arazilerinin nasıl peşkeş çekildiğini, yurttaşın vergilerinden oluşan devlet kaynaklarının nasıl dağıtıldığını ve bunun sonucunda Cumhuriyet değerlerinden, adalet, demokrasi ve hukuk sisteminden nasıl yok edildiğini hep birlikte izliyoruz. ‘Zulm ile payidar olmaz’ İktidar sahibinin her sözünün yasa olduğu ya da yasa yerine geçtiği, muhaliflerine parmak sallayıp yargı erkini baskılayarak keyfiyetine göre yönlendirmek istendiği bir durumda bir durumda demokrasiden bahsetmek mümkün müdür? Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün; “Küfür ile belki ama zulm ile payidar olmaz memleket.” sözüyle ifade etmek istediği gibi, adalet, zulmün olmaması halidir. Devleti ve devletin kurumlarını zayıflatarak kısa vadede güçlü iktidar oluşturabilirsiniz ancak uzun vadede kurgulan bu yapı bunu kuranları silip süpürecektir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle