02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 2 ARALIK 2020 ÇARŞAMBA [email protected] OLAYLAR VE GÖRÜŞLER DOLANDIRILAN AKADEMİSYENLER BUZDAĞININ GÖRÜNEN KISMI AKADEMIK YOZLAŞMA E. PROF.DR. İLTER TURAN Kısa süre önce elli kadar akademisyenin dolandırıldıklarına dair bir haber çıktı. Dolandırılanlar makalelerinin yayımlanmasını sağlamaya söz veren kişilere para vermişler, sonuç alamamaktan şikâyetçiydiler. Bu zevat, yanlış bir iş yaptıklarını farkında bile değillerdi, utanmıyorlardı. Bu hocalar acaba neden etik dışı yollardan yayın yapma gayretindeler? 1982 sonrası değişim Üniversite sistemimize düzenli araştırma ve yayın yapma zorunluluğu 1982’de çıkarılan YÖK ile geldi. Önceki yasalarda araştırmayayın öngörülmüştü ancak sistemli ölçüm yoktu. Terfiler doktora, doçentlik ve profesörlük takdim tezine bağlanmıştı. Çoğu akademisyen terfi için yazdıkları tezlerle yetinirler, başka yayın yapmazlardı. Yayınların büyük bölümü ders kitabıydı. Araştırmayayına dönük kişiler, kurumlar vardı ama sistem zorlayıcı değildi. 1982 sonrası terfiler “performansa” bağlandı, araştırmayayın baskısı geldi. Ülkemizde yükseköğretim tek yasayla tek yapı altında düzenlendiğinden, her kurumun öğretim üyelerinden araştırmayayın beklenmektedir. Buna karşılık kurumlar arasında önemli nitelik ve nicelik farkları vardır. Bazı üniversitelerde hocalar haftada otuz saatten fazla ders veriyorlar. Araştırma bir yana, derslerini hakkıyla vermeleri mümkün değil. Keza, kadroları yetersiz çok sayıda kurum yüksek lisans, doktora veriyor. Bu “mütevazı” programları tamamlayanlar araştırma yapmayı öğrenemiyorlar. Daha da vahim, çoğu zaman programların hocaları araştırmacı yetiştirecek donanımda değil. Nitelik sorunu var Bir yanda araştırmayayın bekleyen bir sistem, diğer yanda bunları yapabilecek vakit ve donanımları olmayan hocalar, donanımsız yetişen doktora adayları, genç öğretim üyeleri. Bu uyumsuzluk nasıl giderilecek? Doğru olan, karşımızda ciddi bir nitelik sorunu olduğunu teslim edip çare aramaktır. Örneğin, bir üniversitenin kuruluş kararının ardından beşon yıl süre tanınması; görev alacak elemanların yabancı dil öğrenmeleri, yüksek nitelikli kurumlarda doktora yapmaları, kütüphanenin geliştirilmesi gibi hazırlık faaliyetinin yürütülmesi düşünülebilir. Her kurumdaki öğretim kadrosunun araştırma ve yayın yapması koşulundan vazgeçilip, bazılarının lisans vermekle sınırlandırılması da öngörülebilir. Veya daha dinamik bir modelle üniversiteler A, B, C gibi üç kategoriye ayrılarak Karşımızda ciddi bir ahlak sorunu olduğu kesin. Herkesten araştırmayayın istemekte ısrar ettiğimiz sürece yozlaşma sürecek, yerleşecektir. Hükümet tehlikenin boyutunu algılamaktan uzaktır. Ülkede bilimin geleceği düzeltilemeyecek şekilde ipotek altına giriyor. her biri için farklı yeterlik şartları aranabilir. Tasnif belirli aralıklarla yenilenerek kurumların alt kategoriye inmelerine, bazı öğretim yetkilerinin kaldırılmasına, diğerlerinin de bir üst kategoriye terfiine imkân tanınabilir. Siyasi irade şart Mevcut sistemde amaçlanan kalitenin sağlanamadığı düşünülürse, bu türden önerilerin uygulanması ancak güçlü bir siyasi iradeyle mümkün olacakır. Halbuki, halkımız ve siyasilerimiz kentlerinde üniversite açılmasını iyi akademik kurumlar kurulsun, seviyeli işgücü yetişsin diye istemiyorlar. Üniversiteye sahip olmayı itibar sorunu olarak görüyorlar, kentlerindeki iktisadi hayatı da geliştireceğini düşünüyorlar. Son yıllarda bu saiklere iktidarın kendi düşüncesine bağlı gençlik yetiştirmek özlemi eklendi. Bazı veliler ise çocuklarını uzaklara göndermek istemiyor ya da çocuğu ailenin bulunduğu yerde okutmayı daha “hesaplı” buluyor. Yasa tüm üniversiteleri aynı kefeye koyup, araştırmayayın bekleyince, yasa ve yönetmeliklere uymanın yöntemlerini bulmak gerekiyor. Ne gibi yöntemler söz konusu? İlkini zaten gördük. Aracılar bulup, yazdıklarınızı ücret mukabili yayımlamak ama bazen dolandırılabiliyorsunuz. İkinci yöntem daha vahim. Günümüzde yüksek lisans, doktora ve doçentlik tezleri yazmak önemli bir ticari faaliyet. Paranız varsa, tezinizi yazacak “işletmeler” var. Benzeri üçüncü yol “intihal,” yani başkasının yazdıklarını kendiniz yazmış gibi göstermek. Bunun çeşitlemeleri de var. Örneğin, genç kadrolar çalışmalarına, saygıda kusur etmemek için dekan, bölüm başkanı vs. adlarını ekleyebiliyorlar; onlar da yayın yapmış oluyorlar. Dördüncü yol, uyduruk dergiler yayımlayıp endekslere sokarak “akademik” başarılara imza atmak. Burada da çeşitlemeler var. Bakıyorsunuz, bilinmeyen bir vakıf hakemliendekslerde yer aldığı iddiasında dergi çıkarıyor. Ya da her üniversite birkaç alanda dergi çıkararak hocalarına yayın yaptırıyor. Yurtdışında bile ücreti mukabili gönderilenleri basan dergiler türedi. Beşinci yol, birbirinin “eserlerine” gereği yokken atıfta bulunmak. Ülke kaybediyor Karşımızda ciddi bir ahlak sorunu olduğu kesin. Herkesten araştırmayayın istemekte ısrar ettiğimiz sürece yozlaşma sürecek, yerleşecektir. Sonuçta, yüksek öğretimimizde kalite aşınması daha da hızlanacak ve ülkemizin uluslararası alanda önder konuma gelme iddiasını destekleyecek eğitim yapısından uzaklaşılacak, böyle bir iddia kalmayacaktır. Hükümet konunun vehametini idrakten uzaktır. Ülkede bilimin geleceği düzeltilemeyecek şekilde ipotek altına giriyor. DAYANIŞMA Basın İlan Kurumu’nun belgel haberler neden yle Cumhur yet Gazetes ’ne uyguladığı resm lan kısıtlamasını kınıyoruz. Basın özgürlüğünü yok sayan kararı protesto ed yoruz. Haber alma özgürlüğümüz ç n C’ n yanındayız. İSTANBUL ERKEK LİSESİ BİR GRUP MEZUN DAYANIŞMA Basın İlan Kurumu’nun belgel haberler neden yle Cumhur yet Gazetes ’ne uyguladığı resm lan kısıtlamasını kınıyorum. Basın özgürlüğünü yok sayan kararı protesto ed yorum. Haber alma özgürlüğüm ç n C’ n yanındayım. ALİ HARMAOĞLU CUMHURİYET OKURU DAYANIŞMA Basın İlan Kurumu’nun belgel haberler neden yle Cumhur yet Gazetes ’ne uyguladığı resm lan kısıtlamasını kınıyoruz. Basın özgürlüğünü yok sayan kararı protesto ed yoruz. Haber alma özgürlüğümüz ç n C’ n yanındayız. HAVA HARP OKULU 1976 MEZUNLARI DAYANIŞMA Basın İlan Kurumu’nun belgel haberler neden yle Cumhur yet Gazetes ’ne uyguladığı resm lan kısıtlamasını kınıyorum. Basın özgürlüğünü yok sayan kararı protesto ed yorum. Haber alma özgürlüğüm ç n C’ n yanındayım. YAKUP ÇÖLKESEN Cumhuriyet Okuru RÜŞTÜ ONUR’U ÖZLEMLE ANIYORUZ İBRAHIM TIĞ RÜŞTÜ ONUR SANAT VE KÜLTÜR DERNEĞI BAŞKANI 3Ağustos 1920 yılında Devrek’te doğan Rüştü Onur’u ölümünün 78. yıldönümünde özlemle anıyoruz. Rüştü Onur’u, dostu, şairyazar, Salah Birsel şöyle anlatıyordu: “Uzunca boyluyRüştü Onur du. Esmer, yağız bir yüzü vardı. Sevgisine hiçbir sınır çizmemişti. Onu bol bol dağıtıyordu. Aklı fikri dünyanın öbür sokaklarında, öbür şehirlerindeydi. Sessizdi. Kendi içinde yaşar kimseyi kırmak istemezdi. Ölümü de dünyadakileri fazla tedirgin etmemek isteğinden doğmuş olmalıdır. Şiirleriyle Tanrı’yı tedirgin ettiğine inanır, kendini bağışlaması için Tanrı’ya yalvarırdı.” Bilindiği gibi 22 yaşında yaşama veda eden Rüştü Onur’u, edebiyat dünyamıza Salah Birsel kazandırmıştır. Şöyle ki onun şiir ve mektuplarının yanı sıra ardından yazılanları ölümünden sonra 1956 yılında Rüştü Onur adlı bir kitapta toplayarak ona karşı vefa borcunu ödedi. Rüştü Onur, Salah Birsel’e yazdığı bir mektubunda şöyle diyor: “Güvendiğim bütün dağlara kar yağdı. Ve ben bütün şiirlerimi mahrumiyet içinde yazdığım halde onlardan neden saadet kokuyor? Saadeti ömrümde bir kez bile tatmış değilim” Ancak, “Memnuniyet” şiirinde de yine kendisi yanıtlıyor sorusunu: “Benden zarar gelmez / Kovanındaki arıya / yuvasındaki kuşa; / Ben kendi halimde yaşarım / Şapkamın altında. / Sebepsiz gülüşüm caddelerde / Memnuniyetimden; / Ve bu çılgınlık delicesine / İçimden geliyor / Dilsiz değilim susamam, / Öyle ölüler gibi / Bu güzel dünya ortasında.” Saik Faik’in “Her şey bir insanı sevmekle başlar” dediği gibi Rüştü Onur da insanlara karşı büyük bir sevgi besler. Bunu şiir ve mektuplarında görmek mümkündür: “Ve bütün bu insanların/Derdi bana düşüyor/Akşam olunca...” Bir başkası: “Ben insanları düşünüyorum / Ve dünyayı./ O insanlar ki/ Böyle her akşamüstü, / Şarkı söyler ve şiir yazarlar/ Ölüme dair.” Rüştü Onur şiirlerinde “yalnızlık” temasını da sıkça işlemiştir. İnsan ve doğa sevgisinin canlılığı yanı sıra içinde biriktirdiği yalnızlık olgusunu da şiirlerinde yansıtan Onur da bu kavram zamanla özleme dönüşür: “Bütün tanıdığım insanlar / Susarak bana bakıyor/ Her pencereden sen uzanıyorsun/ Her odada annem/ Ve her sokaktan kardeşim geliyor.” Rüştü Onur’un yalnızlığına Garip akımı çerçevesinde bakılırsa “garip olma, garip kalma gibi bir yalnızlık”tır bu. Hayalleriyle birleşir, bazen de aile özlemine dönüşür. Bu bakımdan da Cahit Sıtkı yalnızlığını anıştırır. Şair, Cahit Sıtkı Tarancı’ya ithaf ettiği “Hülasa” şiirinde yalnızlığını son dizelerde vurgulayarak bu savumızı doğrular: “Ben ölsem be anacığım /Nem var ki sana kalacak./ Ceketimi kasap alacak,/ Pardösömü bakkal/ Borcuma mahsuben./Ya aşklarım şiirlerim ne olacak /Ya sen ele güne karşı /Nasıl bakacaksın insan yüzüne./Hülasa anacığım/Ne ambarda darım/Ne evde karım var./Çıplak doğurdun beni/ Çıplak gideceğim.” Rüştü Onur’da yaşadığı şehirden bitimsiz bir gitme/kaçma isteği vardır. Bu istek bazen bir gemi bazen de bir trenledir. Bu durumu içinde bulunduğu hastalığına, hastalığının getirdiği bir ruh haline, zaman zaman işsiz kalışına bağlamak da mümkündür: “Beni kaçır kaptan,/ Bu küçük şehirden./ Çımacı olurum gemine/ Hatta kürek çekmek de gelir elimden/ Akıntıya karşı.” “Paramın çıkışacağı kadar / Bir bilet alsam./ Ve kimseler bilmeden / Kaçacağımı bu küçük şehirden/Atlasam trene.” Rüştü Onur’un şiirlerinde ölüm teması da egemendir. Salah Birsel’e yazdığı bir mektubunda şöyle diyor: “...Bugün çok sevdiğim dünyaya doyamıyacağım gibi geliyor bana. Daha koklamadığım çiçekler var, tadamadığım meyvalar, havasını teneffüs edemediğim, insanlarıyla omuz omuza gezemediğim şehirler. Ve nihayet yazamadığım şiirler. Ben ölecek adam değilim Sâlah. Fakat bilinmez ki mukadderat.” Şair Ahmet Özer’in Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’yu değerlendirdiği şu satırları da tarihe not düşmek istiyorum: “Bu çocuklar bir mucizeyi gerçekleştirdi. Bu mucize küçücük bir dünyadan kendilerine yakın bulduğu insanlarla diyaloglar kurarak Garip şiirinin güçlü sesi olmalarıdır. Şair olduklarını ispat etmek için verdikleri çaba da takdire şayandır” Yazımı, Rüştü Onur’un ölümü üzerine dostu Behçet Necatigil’in yazdığı şu dizelerle bitiriyorum: “Bir şair yaşamıştı Zonguldak’ta Adı Rüştü Onur’du Bilseydi hatırlanacağını Ölümünden sonra Memnun olurdu”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle