10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 16 OCAK 2020 PERŞEMBE editör: çağdaş bayraktar TASARIM: İLKNUR FİLİZ olaylar ve görüş[email protected] Atatürk’ün Kızları ALEV COŞKUN Kadın Voleybol Milli Takımımız, 2020 Olimpiyat kıta elemesini büyük bir başarı ile tamamladı. B grubunda Almanya, Hırvatistan ve Belçika ile eşleşen ay yıldızlı takımımız, zorlu mücadelelerden geçerek başarılarını aşama aşama gerçekleştirdi. En son Almanya maçında, Almanya takımının maça ortak olmasına izin vermedi ve sahadan 30 galip olarak ayrıldı. Bu kesin galibiyet Milli Takımımıza olimpiyat yolunu açtı. Kadın Voleybol Milli Takımımız, 2011 yılında Avrupa maçlarında 3. olup bronz madalya kazanınca yazdığım yazı gazetemizin ikinci sayfasında yayımlanmıştı. (5 Ekim 2011) Bu yazı “Filenin Sultanları” başlığını taşıyordu. Bu kez, olimpiyatlara gitme başarısı kazanan milli voleybol takımına “Atatürk’ün kızları” başlığı ile sesleniyorum. Çünkü onlar sadece olimpiyatlara katılma hakkını kazanmadılar, aynı zamanda laik Türkiye Cumhuriyeti’nin gücünü ispat ettiler. Çünkü, rakiplerini yenen kızlarımız aynı zamanda, çağdaşlığın başarısını ortaya koydular... 97 yıl önce kurulan Türkiye Cumhuriyeti, sadece siyasal olarak cumhuriyet rejimini değil, Anadolu’da laik, uygar ve çağdaş bir toplumun yaratılmasını da öngörüyordu. Atatürk’ün temel amacı, kadın ve erkeğin eşit olduğu çağdaş ve modern bir toplum yaratmaktı. Kabul etmeliyiz ki, laik Cumhuriyetin kurucu değerleri konusunda son yıllarda tartışmalı durumlar yaratılmıştır. Cumhuriyetin temel felsefesi ve Atatürk devrimleri, kıyısından köşesinden yıpratılmak isteniyor. Bu koşullar altında voleybolcu kızlarımız, çağdaş bir toplumun tartışılmaz simgesi olarak ortaya çıkmışlardır. Güncel sorular Aşağıdaki sorular önemlidir ve yanıtları da kendi içerisindedir. l Böylesi modern bir kadın voleybol takımını Ortadoğu’da başka bir Müslüman toplumu çıkarabiliyor mu? l Böylesi uzun çalışmalar, antrenmanlar ve uğraşlardan sonra, takım olarak Avrupa’ya gidip çağdaş giysiler içerisinde oyun oynamalarına başka bir Ortadoğu ülkesinde izin verilebiliyor mu? l Kadınların araba kullanmalarının bile tartışıldığı, kadınların sadece çocuk yetiştirmek için evlerde oturmaları gerektiği hususu Ortadoğu’da kadınlara dayatılmıyor mu? l Eğer, Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyet olmasaydı, onun aydınlanma devrimleri gerçekleşmeseydi, böylesi genç ve yetenekli bir kadın voleybol takımı oluşturulabilir miydi? Bu soruların yanıtları çok açıktır. Öyleyse kadınlar voleybol takımımızın başarısı büyük Atatürk Cumhuriyeti’nin bir ürünüdür. Bu nedenle voleybolcu, sporcu kızlarımız aynı zamanda, Atatürk’ün hedef koyduğu çağdaş Türkiye’nin kanıtlayıcıları olmuşlardır. Onlar sadece sporculuğu değil, çağdaşlığın ve uygarlığın başarısını simgeliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin adını bütün dünyada yükseltiyorlar, bayrağımızın göndere çekilerek onurla dalgalanmasını sağlıyorlar. Laik ilkelere dayalı, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni içtenlikle alkışlıyorum. Türk toplumuna böylesi zaferleri tatmak olanaklarını verdiği için laik Cumhuriyete inançlarımızı tazeliyorum. Olimpiyatlara gitme hakkını kazanan voleybolcularımızı Atatürk’ün kızları olarak kutluyorum. Onlara saygı duyuyorum. Savaşa ‘Barış çağınıngöresiyaset belirleme umudu uzakta’çağı Dr. Kaan Kutlu ATAÇ Mersin Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. ABDile İran arasında yaşanan gerilimle başlayan 2020, sokaktaki insan için her ne kadar abartılı olsa da, “3. Dünya savaşı mı çıkacak?” endişesiyle başladı. Ünlü tarihçi Eric Hobsbawn, içinde bulunduğumuz yüzyılın hemen başında kaleme aldığı “20. Yüzyılda Savaş ve Barış” başlıklı yazısında çağımız için ihtiyatlı ancak bir o kadar da iç karartıcı bir tahminde bulunmuştu: “21. yüzyılda savaş, 20. yüzyılda olduğu gibi ölümcül olmayacaktır. Yine de büyük ölçekte acı ve kayıp yaratacak silahlı çatışmalar dünyanın genelinde yüksek düzeyde ve yaygın olarak genellikle bir salgın şeklinde mevcudiyetini koruyacaktır. Barış çağının umudu uzaktadır.” Silahlı çatışmalar ve getirdiği yıkımlar bizler için artık rutine binmiş gibi. Bu durumun en önemli sebebi siyasetin sorunlara çözüm için savaşı bir araç olarak kullanıyor olması. Savaşı normalleştiriyoruz Ancak son tahlilde, karmaşık uluslararası sorunların kaynağı olan devletlerin, doymak bilmez güç arayışındaki siyaset ile tercih edilmiş şiddet arasındaki orantıyı dengelemekten aciz olmaları bir kesinlik olarak karşımıza çıkıyor. Savaş teorisyeni Prusyalı Clausewitz’in, “Savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bir toplumun savaşı mutlaka politik bir durumdan doğar ve politik bir etkenden çıkar, işte bunun içindir ki savaş politik bir eylemdir” şeklindeki meşhur Silahlı çatışmalar ve getirdiği yıkımlar bizler için artık rutine binmiş gibi. Bu durumun en önemli sebebi siyasetin sorunlara çözüm için savaşı bir araç olarak kullanıyor olması. ifadesini belki de bu günlerde tam tersinden okumak gerekir. Politika, her şeyden önce sürekli bir durum olan savaşın başka araçlarla devamıdır ve politikanın doğası savaşa ait olan bir eylemdir. ‘Zarar verme!’ Çünkü böyle olduğu içindir ki tarihin bize öğrettiği zorluklara karşı savaşmanın ortaya çıkaracağı felaketleri ve hasmının güçlü yanlarına karşı doğrudan mücadele etmekten kaçınmanın öneminin farkına varamıyoruz ve savaşı normalleştiriyoruz. Buradaki önemli sorun savaşların insanlık için ortaya koyduğu felaketleri kanıksamış olmamızdır. Çünkü savaşların yıkıcı alevleri toplumların çok büyük bir kısmına ulaşmıyor ve dolayısıyla sosyal anlamda bizlere bulaşmamış görünüyor. Bu durum en azından insanlığın son büyük şiddetli travması olan 2. Dünya Savaşı’ndaki yıkımın sonuçlarını hafızalarımızda bulanıklaştırdık. Savaşa, hastalıkların tedavisi için, tıp fakültesi birinci sı nıf öğrencilerine öğretilen ve Hipokrat’a atfedilen ünlü “primum non nocere (öncelikle zarar verme)” sözüyle başlayabiliriz. Savaş gibi şiddet ve yıkımı doğasında barındıran bir eyleme geçmeden evvel doğuracağı sonuçlar ve buna alternatif politikalar üretilmesi, siyasi sorumluların öncelikle ele almaları gereken bir konu. Sıklıkla Hipokrat Yemini’ne atıfla anılan ancak, Hipokrat’ın Epidemics isimli kitabında bu mevcut hal ile ne yapılması gerektiği arasındaki orantısallık net biçimde açıklanmış: “Geçmişi ortaya koy, bugün için tedavi yönetimini belirle, geleceğe dair öngörüde bulun, ardından da tüm bu eylemleri hayata geçir. Hastalıklara gelince, iki şeyi kendine alışkanlık edin: yardım et ya da en azından daha fazla zarar verme”. Altın kuralın ihlali Politikayı savaşın devamı olarak görüyor olmamız, devletlerin kaderini ellerinde tutan karar alıcıların günümüzün hâkim olan şiddet sarmalı nı öngörmede Hipokrat’ın tavsiyelerine uymadıkları ve tedavinin birinci kuralını ihlal ettiklerini ortaya koyuyor. Fakat yine de bir ikilimle karşı karşıya olduğumuz muhakkak: 2. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük oyuncuların siyaseti silahlı çatışmanın bir devamı olarak görmelerine rağmen artık klasik “savaş ilanları”nı da görmüyoruz. Örneğin ABD sürekli bir savaş halinde olmasına rağmen en son 1942’de Romanya’ya resmen savaş ilan etmiş. İlginçtir Kore, Vietnam, 1 ve 2. Körfez Harekâtları ile Afganistan’daki operasyonlarda savaş ilanı yoktur. 2011’den bu yana Suriye’de yaşananlar da farklı değildir. Günümüzde devletler, savaş ilanının hukuki, ekonomik, siyasi, toplumsal ve uluslararası ilişkiler açısından getireceği ağır sorumluluklardan kaçınmayı düstur edinmişlerdir. Ama bu durum silahlı çatışmalara dahil olmanın cazibesini ortadan kaldırmıyor. Günümüzde savaşın değişen doğası, geçmişte olduğu gibi net bir düşman tanımlamasını ortadan kaldırmıştır. Düşmanlar muğlaklaşmıştır: Terörle savaşta düşmana ilişkin tanımlama oldukça muğlaktır. Ete kemiğe bürünmüş, net bir askeri hedef olmaktan uzak bir düşmana nasıl savaş ilan edeceksiniz? Ya da Suriye’de olduğu gibi rejim güçleriyle muhaliflerin çatışma alanlarının ve çatışan güçlerin sıklıkla flulaştığı siyasi ve askeri coğrafyalarda cephe hatlarını nasıl kesinleştireceksiniz? “Kime göre düşman?”ı tanımlamakta zorlandığınız bir alanda size moral anlamda rehberlik edecek olan tarihin kulağınıza fısıldadığı Hipkokrat’ın sesi olacaktır. Tarikatlarla eğitim, Diyanet’le ekonomi?.. Tarikatlarla Milli Eğitim, Diyanet’le ekonomi olur mu? OLMAZ elbette. İktidarınız, gücünüz varsa, tabii yaparsınız; hatta olduğunu da sanırsınız, ama bir süre sonra duvara tosladığınızı fark edersiniz: Aynen bugün ülkemizde olduğu gibi, hem eğitim hem de ekonomi çıkmaz sokaklarda kaybolur gider, siz de iktidarınızı kaybedersiniz! HHH Türkiye 16 Nisan 2017’deki zorlama halkoylaması ile “Tek Kişi Yönetimi” demek olan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen rejime geçeli beri, Milli Eğitimin dinselleştirilmesi yaygınlık ve derinlik kazandı ve artık ekonomi de dini kurallara göre yönetilmek isteniyor. İlk örneğini faizsiz finans kuruluşlarının denetim esaslarını belirleyen genelgede, ayet ve surelere gönderme yapılmasıyla resmileşen bu tavır, Diyanet’in “Faiz fetvasıyla” iyice belirginleşti: Resmi Gazete’de yayımlanan etik kurallarda referans verilen sure ve ayetlerden bazıları şöyle: Nahl Suresi 90. ayet, Nisa Suresi 58. ayet, Ahzâb Suresi 72. ayet, Bakara Suresi 30. ayet. Diyanet’in “Faiz Fetvası” da şöyle: “İslam’da faiz, kesin olarak haram kılınmıştır. Bir zaruret bulunmadıkça faiz almak da vermek de caiz değildir. İş kurmak veya genişletmek; ev, araba satın almak üzere kişi, kuruluş veya bankalardan alınan faizli krediler de bu kapsamdadır ve caiz değildir. TOKİ aracılığıyla devreye alınan son uygulama ise devletin, alt veya orta gelirli vatandaşlarına yönelik olarak ürettiği bir sosyal konut projesidir. Bu projede, peşinat haricindeki tutar, kamu bankaları vasıtasıyla kredilendirilmekte olup devletin söz konusu borçlandırmadaki amacı, faiz geliri elde etmek değil, aksine ödeme güçlüğü içindeki vatandaş larının ev sahibi olmalarına yardımcı olmaktır. Bu itibarla, devlet TOKİ’nin bu uygulamasında başka bir yolla konut alma imkânı tanımadığından, belirtilen niyet ve amaçlar doğrultusunda söz konusu projeden yararlanmak caizdir.” HHH Tam bu sırada Eğitim Sen Genel Başkanı Feray Aytekin Aydoğan, eğitimle ilgili şunları söyledi: “Diyanet İşleri Başkanlığı, vakıf ve dernek adı altında dini yapılanmalar ile imzalanan protokol ve işbirlikleri ile eğitim ve bilim emekçilerinin mesleki hakları ve öğrencilerimizin eğitim hakkı kuşatma altında. Öğrencilerimizi kimlikleri, inançları, cinsiyetlerine göre ayrıştıran bu uygulamalar çocuk hakkı ve eğitim hakkı ihlalidir. Aynı zamanda Anayasaya, Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne de aykırıdır. MEB’in bu faaliyetleri yargı kararlarına, tüm itiraz ve uyarılara rağmen ısrarla yaşama geçirmesi de Milli Eğitim Bakanlığı’nda dünden bugüne bir değişim olmadığının açık kanıtıdır.” HHH İktidar, uzun süredir çağdaşlıktan uzaklaştığı, “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti” hedefini Anayasa’da kabul etmiş bir toplumda, kendi anladığı biçimdeki özel din/mezhep kurallarını günlük yaşama ve yaşamın tüm alanlarına “Devlet olarak” dayatmaya çalıştığı için, başarısız oldu ve taban kaybediyor. Şimdi taban kaybını önlemek için aynı çabasını daha da yaygınlaştırıyor ve derinleştiriyor. Yani başarısızlık nedenlerini daha da güçlendirerek uyguluyor ve bundan medet umuyor: Sadece kendisi için değil, ülke için de umutsuz bir çaba ve talihsiz bir gidiş! YAŞASIN DEMOKRATİK LAİK VE SOSYAL HUKUK DEVLETİ! Dünyayı karıştıran saldırı Daver Darende Emekli DiplomatYazar İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani’nin 3 Ocak 2020 günü Bağdat Havaalanı’nda ABD füzesi ile öldürülmesi, bu operasyonda İran’a bağlı Haşdi Şabi Komutanı El Mühendis’in de yaşamını yitirmesi Türkiye’de ve dünyada büyük bir endişe yaratmış, İran bu olaya en şiddetli şekilde karşılık vereceğini açıklamıştır. İran tarafından Amerika’ya karşı “intikam” çağrısı yapılırken Fransa Cumhurbaşkanı Macron bu önemli gelişme karşısında “Dünya artık daha tehlikeli bir döneme girdi” açıklamasını yapmış, Rusya ise operasyonu “maceracı bir adım” olarak nitelemiştir. İran’ın “efsane komutan” olarak nitelediği Süleymani’nin öldürülmesi İran açısından hazmedilmesi kolay olmayan bir gelişmedir. Dikkat çekici gelişme Süleymani’nin cenazesinin kaldırıldığı gün İran’ın 24 balistik füze atarak ABD’nin El Anbar ve Erbil’deki askeri üslerini bombalaması ABD ile İran arasındaki gerilimin artmasına neden olmuştur. İran Devlet Televizyonu tarafından yapılan açıklamaya göre operasyon sonucunda 80 ABD askeri yaşamını yitirmiş, ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) ise “kaybımız yok” ifadesi ile açıklamayı yalanlamıştır. Bu gelişmeler ışığında Ukrayna yolcu uçağının yanlışlıkla düşürüldüğünün İran tarafından özür dilenerek kabul edilmesi dikkat çekici bir gelişmedir. ABD ile İran arasında tam 40 yıldır düşük yoğunlukta bir savaş devam etmektedir. ABD’nin bölgede İran’ın artan etkinliğini kırmak için her şeyi yapmaya hazır olduğu biliniyor. Ortadoğu’da yüksek düzeyde gerilim devam ederken İsrail’in güvenliği ABD için yaşamsal önem taşımaktadır. İran Devrim Muhafızları ordusu dini lider Humeyni’ye bağlı şe riat ordusudur, günümüzde dini lider Ayetullah Hamaney’in emrindedir. Bu ordunun İran dışındaki sorumluluğunu Kudüs ordusu üstlenmiştir. Her iki ordunun da ortak stratejisi İsrail’i zayıflatmak ve İran yayılmacılığını bölgede genişletmektir. Önemli gelişme İran’ın elindeki nükleer tesisler gerek ABD gerek İsrail için en büyük tehlikedir. ABD, İran’ın nükleer tesislerini ortadan kaldırmak için her türlü çabayı harcayacaktır. Nitekim ABD Başkanı Trump, 8 Ocak gecesi yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında İran’ın nükleer alanda ilerlemesine asla izin vermeyeceğini söylemiş, İran’a yönelik yaptırımların artabileceğini vurgulamıştır. Trump’ın konuşmasının ardından ABD Hazine Bakanı da İran’a imalat, madencilik, tekstil ve diğer alanlarda yaptırım uygulanacağını açıklamıştır. Trump’ın ulusa sesleniş konuşmasında NATO’yu Ortadoğu’ya davet edeceğini söylemesi Türkiye’yi de yakından ilgilendiren önemsenmesi gereken bir gelişmedir. Devlet aklı şart Kasım Süleymani olayı ülkemizi olumsuz yönde etkileyecektir. İran’ın kuşkusuz bu gelişmeler nedeniyle Türkiye’den beklentisi olacaktır. ABD Başkanı Trump’ın da Türkiye’den kimi isteklerini yeniden gündeme getirmesi olasıdır. ABD’nin Irak’ın parçalanması için büyük çaba harcadığı biliniyor. Irak’ın parçalanması, bölgemizde yeni haritaların çizilmesi Büyük Ortadoğu Projesi’nin temel hedefidir. ABD Büyük Ortadoğu Projesi’nden asla vazgeçmeyecektir. Bölgede emperyalizme karşı bir gücün oluşmaması ne acıdır ki ABD’nin işini kolaylaştırmaktadır. Ortadoğu’daki büyük karanlığın içinde yüksek gerilim devam ederken Türkiye’nin artık olaylara devlet aklıyla bakması, ulusal çıkarlarımıza öncelik verilerek dengeli ve dikkatli bir politika izlenmesi gerekmektedir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle