10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
8 10 OCAK 2020 CUMA TASARIM: SERPİL ÜNAY DİZİ Savrulmak Türkiye’nin, işbaşındaki siyasi iktidar tarafından yönetilmediğini, ama tam anlamıyla savrulduğunu söyleyenler, neredeyse günün 24 saatinde, her saat başı tekrar tekrar haklı çıkıyor. Artık dış politikadan ekonomiye, eğitimden adalete ve sağlık sektörüne kadar her alanda sergilenen görüntü, bu “savrulma” tanımının adeta “sağlamasını” yapmakta. En başta dış politikadaki “zikzak”ları hatırlamak bile yeter. Daha geçen pazar günü, Cumhurbaşkanı’nın “Libya’ya askerlerimiz peyderpey gidiyorlar” demesinin üzerinden daha 76 saat geçmemişti ki Rusya Devlet Başkanı ile görüşüldüğü saatlerde iki ülkenin dışişleri bakanları “ateşkes çağrısı” yapıyorlardı. Aylardır “orada belli bir tarafın yanında savaşmaya asker göndermenin” yanlışlığından ve uzlaştırma istikrarı sağlama çabalarına destek vermekten söz edenlere adeta “korkak, pısırık, ezik” gözü ile bakan, tarih cehaletini ortaya koyacak şekilde “Mustafa Kemal (Osmanlı toprağını savunmak için kendi hükümetinin bir subayı olarak) giderken iyiydi de biz gidince mi kötü oluyor” abukluklarına başvuran, mafya dizilerinden ödünç “Sonunu düşünen kahraman olamaz” saçmalıkları ile mukabele eden iktidar, son bir hafta içinde bu savrulmanın göz yaşartıcı örneklerini sergiliyor. TBMM’de tezkerenin görüşüldüğü oturumun tutanaklarına bir göz atmak bile yeter, bunu görebilmek için. Peki, ne oldu da Libya politikasında üç günde “kahraman olmaktan ateşkes çabalarına” 180 derecelik bir savrulma yaşandı? Aslında çok basit: Uluslararası sistem, ABD’sinden Avrupası’na, Rusya’sına kadar Sarraj ve Hafter arasında bu “asgari makul”de buluşurken sen bunun dışında kalırsan, kelimenin tam anlamıyla “iyot gibi” açığa düşüyorsun. Nitekim, “Türk Akımı, doğalgaz, ticaret vs.” şirin ambalajı altında İstanbul’da çarşamba günü yapılan PutinErdoğan zirvesinde bu işin (Libya) “en sıcak dosyalar arasında” yer aldığına bahse girebilirsiniz. Yine aynı görüşmede, İdlib’de Türkiye’yi göz göre göre ve deyim yerindeyse “bağırta bağırta” kendi eliyle köşeye sıkıştıran siyasi iktidarın, Eylül 2018’den beri (PutinErdoğan Soçi Mutabakatı) bu konuyu adeta günde 5 vakit hatırlatan Putin’in karşısında nelerin söylen(eme)diğini merak ediyorum. Ama bu konuda Türkiye’yi yönetemeyip “savuranlar” ne yapıyor? Günde 5 vakit “Şu kadar sığınmacı kapımıza dayanmak üzere, bu kadarı daha geliyor. Sayı şu kadara çıkma riski taşıyor” gibi, meseleyi özünden uzaklaştıran bir propaganda malzemesine sarıldıkları dikkat çekiyor. Kanal İstanbul tartışması Bu baş döndürücü savrulmanın en çarpıcı ve başları döndürmenin ötesinde mideleri bulandırıcı, kan basıncını allak bullak edici bir örneği de mâhut Kanal İstanbul olayında yaşanmakta. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun önceki gece bir TV programında çarpıcı biçimde ortaya koyduğu gibi: Toprak rantından kanal kıyılarındaki yapılaşmaya, ciddi düzeydeki deprem riskinden su havzalarının mahvedilmesine, maliyet hesaplarından Montrö’nün delinmesi meselesine kadar neredeyse onlarca kalem konu başlığında birbiriyle çelişen açıklamalar yapan iktidar, adeta İstanbul Yeni Havalimanı’na kasırga esnasında inmeye çalışan bir uçağı andırmaktadır. Yeni havalimanı demişken… Daha açılışından bu yana 1.5 yıl bile geçmeden, önceden yapılan uyarıların hemen hepsinin haklı çıktığı bu konuda, “inat” sürdürülüyor. Atatürk Havalimanı konusunda da, önce “Kapatıp millet bahçesi yapacağız”, sonra “VIP jetleri ve devlet erkânının uçakları için kullanılacak”, şimdilerde “Ayıp olmasın diye yapamıyorlar ama öteki 2 havalimanı ile yük paylaşımı seçeneği de düşünülmüyor değil” söylentilerinin yayıldığı bir “savrulma, yalpalama, zikzak” durumu ortadadır. Ekonomiye hiç girmiyorum. Eğitim ve sağlık sektörlerindeki kaotik başıbozukluktan hiç söz etmiyorum. Adalet başlığı altında özellikle “FETÖ borsası” rezaletine, “KHK sefaletine” değinmeyi gereksiz görüyorum. Kısacası: Suriye’den Libya’ya, Çağlayan Adliyesi’nden Küçükçekmece’ye, Ankara’dan Yeşilköy’e sürekli esip kavuran bir kasırganın tam göbeğinde sarsılan ve Türkiye’nin direksiyonunu elinden kaçırmış görünen bir siyasi iktidarla karşı karşıyayız.  Zaten 2014’ün mart ayından bu yana (neredeyse 6 yılda) yerel, genel, tekrar seçimler ve referandum olmak üzere tam 9 kez sandığa gidilmiş olmasının da gösterdiği üzere, artık “cıvatalar” gevşemiş, “somunlar” sallanmaya başlamış, “çiviler” yerlerinden oynamış, sallanmaktadır. Çare bellidir. Demokrasiyi, yani dolaylı olarak ülkenin bekasını dert edinenler, bir an önce örgütlenip bu iktidarın el değiştirmesi için kolları sıvamalıdır. Geçen yılki yerel seçim zaferleri sağlanan sinerjiyi bir kartopu, bir çığa dönüştürüp bu “savrulmaya” bir son vermelidir. Yitirilecek her bir gün, geleceğimizi daha büyük tehlikeye sokma riski taşımaktadır.  Çocuklara ‘hakaret’ davası İstiklal Marşı’nı ezberle, Erdoğan’dan özür dile! Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a, başbakanlığı döneminde sosyal medyadan hakaret ettikleri gerekçesiyle haklarında “hakaret” davası açılan çocuklar V.E. ve A.Ç., Van Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurarak uzlaşma talebinde bulundu. Erdoğan’ın avukatı, V.E.’nin Nurullah Genç’in “Yağmur” şiirini, A.Ç.’nin de İstiklal Marşı’nı ezberlemesi ve Erdoğan’dan özür dilemeleri şartıyla uzlaşmayı kabul edeceklerini bildirdi. V.E. ve A.Ç. haklarındaki davalar düşürüldü. l ANKARA/Cumhuriyet Tac Mahal baştacıSevdanınmabedi,Hindistan’ınsimgesi,ülkenindeenbüyükturizmgeliri Tarihi ve destanlarıyla HİNDİSTAN YÜCEL Feyzioğlu 3 Geniş ve rahat koltuklu otobüsümüzle yola devam ediyoruz. Bizim köyden Ramazan Dayı hasta olunca meyveyi yer, karısına bağırırdı: “Kırıldın mı! Gel bu çekirdekleri ağzımdan al, çıkarmaya mecalim yok!” Böylece kendisini azizletirdi. Yan koltukta oturan Yunan komşumuz Dimitri gözlerini kapamış, Alman asıllı karısı Ursula ağzına meyve tıkıştırıyor. “Ursula çekirdekleri de ağzından çıkarıyor musun” diye soruyorum. “Wiesooo! (Neden)” diye irkiliyor. Ramazan Dayı’nın hikâyesini anlatıyorum. Gülmeye başlıyor. Dimitri de gözlerini açmadan yamuk yumuk gülerek: “Yahu bu Ramazan tam bizdenmiş” diyor. Yol uzun... Akasyalar ovalardan dağların zirvesine kadar yayılmış. Her yan yeşillik. Doğa insanlardan uzaklaştıkça güzelleşiyor, inci gibi parlıyor, toprak nefes alıp kendine geliyor. Çölde şölenli Gece bastırmadan uzun bir yol kat edip gerçek çöle ulaşıyoruz. Deve arabalarına aktarıyorlar bizi. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra şölen yerindeyiz. Kumluk, hava dingin. Bizi rengârenk elbiseleriyle, Kalahariti Folklor Grubu’ndan Urdu kızları karşılıyor. Alnımıza Hint beni vurarak bir sahnenin çevresine yerleştirilmiş masalara davet ediyorlar. Karanlığın içinde misafir çadırları harika. Masalarda mumlar, tepelerde meşaleler yanıyor. Folklor gösterileri başlıyor. Burası Urdular bölgesi. Urduca konuşuyorlar. Gazneli Mahmud, Hindistan alt kıtasını aldıktan sonra Türk askerlerinin buraya yerleşmesiyle birçok Türkçe kelime dile girmeye başlamış. Ekber Şah döneminde ise her halktan orduya asker girmiş. İnsanlar birbirini anlasın diye herkesten kelimeler alınmış, Türkçe, Hinduca, Sanskritçe, Farsça. Ona da Ordu dili, “Orduca” denmiş. Osmanlıca gibi. Orduca dönüşüme uğrayarak “Urduca” olmuş. Bugün Hindistan’ın bu bölgesiyle Pakistan’da 200 milyon insan Urduca konuşuyor. Türk dünyasının önemli tasavvuf klasikleri bu dilde yazılmış. Ben de masalları derlemek istiyorum. Rehberimiz: “Hemen masalcılar bulabiliriz” diyor. Özbek masalları içinde yayımladığım “Papağanın Öyküsü” masalının farklı bir varyantını, ayaküstü konuşmalarda buluyorum. Pazarda yeşeren aşk Soylu kadınlar her cuma imparatorluk bahçesinde pazar kuruyordu. Saray beyleri ve şehzadeler gönül eğlendirmek için alışverişe geliyorlardı. sevdiceğini incitmesin DİYe Cihan Şah, Tac Mahal’in yapımını Yamuna Irmağı’nın kıyısında planladı. İnşaası 22 yıl sürdü. 225 km. uzaktan 1000 fille en değerli mermerler taşındı. 20 bin işçi, taş ustası, mimar, hattat çalıştı. Yüz binlerce sedef, akik, firuze taşları, safir, elmas, ayrıca 42 zümrüt, 142 yakut, 625 pırlanta ve 50 inci duvarların içine yerleştirildi. Kubbeyi bitirebilmek için 4 km. uzaktan rampa kuruldu. Her metresini Cihan Şah’ın kendisi denetledi. Dört köşeye kurdurduğu dört minarenin dışa doğru eğik olmasını istedi ki, deprem olursa minareler içe devrilip Tac Mahal’i zedelemesin, sevdiceğini incitmesin. Mümtaz Mahal ile Cihan Şah’ın minyatürü. Fotoğraf: Barış İLERİGELEN Şehzade Cihan Şah daha 16 yaşındaydı. O sabah ilk gelenlerden oldu. İlk gençlik heyecanı, ilk delikanlılık, kafasında sevda yelleri... Sergilerin üstü paha biçilmez eşyalar, takılar, en nadide Hint kumaşları ve yiyeceklerle doluydu. Sergilerin arkasında en renkli elbiseleriyle alımlı kadınlar... Keyifle dolaşmaya başladı Cihan Şah. Bir serginin üstünde kristal parçaları gördü. ‘Kandırdım seni’ Güler yüzlü satıcıya fiyatını sordu. Yüzü ipek peçeyle örtülü muzip satıcı inanılmaz yüksek bir fiyat söyledi. Cihan Şah hiç pazarlık yapmadan, altınları saymaya başladı. Satıcı kız keyifle kıkırdarken peçesi kaydı, dünya güzeli bir yüz çıktı ortaya. İpek gibi bir cilt, iri gözler, uzun kirpikler... Âşık oldu Cihan Şah. Mümtaz Mahal’di (Ercümend Banu Begüm) o. “Ne gülüyorsun” diye sordu Cihan Şah. Tac Mahal’e giriş kuyruğu: Günde 40 bin kişi... “Kandırdım seni. O aldığın elmas değil ki, şeker kristali!” Cihan Şah durup yüzüne bakakaldı. Ne kadar hoş, ne kadar cesaretli bir kızdı. “Ben de seni kendime eş yapmazsam, görürsün sen!” dedi. Banu Begüm’ün isteği de bu muydu, bilinmez ama yüzü kızardı, gözleri sevdayla parladı. O da 15 yaşındaydı daha. Nişanlandılar. Dört yıl sonra 1612’de görkemli bir düğün yapıldı... Ercümend Banu Begüm’ün adı Mümtaz Mahal oldu. 19 yıl evli kaldılar. Öyle derin bir aşk yaşadılar ki, bir günleri bile ayrı geçmedi, savaşta ve barışta Mümtaz Mahal hep Cihan Şah’ın yanında yürüdü. O sadece bir eş değil, zeki bir danışman, yol gösteren, sevgisini esirgemeyen bilge bir kadın. İkisinin döneminde Babür İmparatorluğu incelikte, estetikte, zarafette zirveye tırmandı. Sanat ve edebiyat ve matematik gelişti. ‘Bir arzun var mı?’ “Mimari eserlerde dünya hâlâ o kaliteye ulaşamıyor. Ülkenin bir ucundan bir ucuna saraylar, kitaplıklar, kaleler, medreseler, tapınaklar yaptırdı. Tarımın gelişmesi için kanallar açtırdı. İşte Yeni Delhi kalesi! İşte Agra sarayları. Her taşını, her rengini, her ayrıntısını o ikisi seçti” diye ekliyor rehberimiz. Hepsini gezdiriyor. “Cihan Şah dedeleri gibi her inançtan her görüşten insanlara eşit yakınlıkta durdu. İlle de savaşmak isteyenlere karşı ise bir şahin oldu. Burhanpur yakınında savaştaydılar. Kızı Gevher Banu’yu doğururken kan kaybından Mümtaz Mahal halsizleşti. 38 yaşına yeni girmişti. Genç kocası cepheden koşup çadıra geldi. Umut kalmadığını görünce önünde diz çöküp yaşlı gözlerle sordu. “Bir arzun var mı?” “Var” dedi Mümtaz Mahal. “Benden sonra başka kadından çocuk yapma ve aşkımızı dünyaya yayacak güzel bir mezar yaptır.” Gözlerinden süzülen aşkın son damlaları yanaklarında kristal parçaları gibi dondu kaldı. ‘Beyaz’ yas “Cihan Şah, iki yıl boyunca yas ilan etti. Müzik dinlemedi, pahalı elbise giymedi, parfüm kabul etmedi, takılarını kenara bıraktı, yaşayacak kadar yedi, hiçbir kadına bakmadı. Her gün ucuz beyaz elbiselerle eşinin mezarına gitti, güneş doğuncaya kadar onun başında bekledi, acısını dindiremedi. Saçları bembeyaz oldu.” Beyaz elbise hâlâ Hindistan’da yas elbisesi olarak giyiniliyor. Ben de Tac Mahal’e beyaz elbise ile gittim. İkisinin aşkı ile ilgili binlerce efsane, binlerce hikâye ve roman var. EN KÜÇÜK OĞUL ALEMGİR EVRENGZEB ŞAH’IN DARBESİ, KAOSU DA BERABERİNDE GETİRDİ Cihan Şah’ın büyük acısı Tac Mahal’i gezdikten sonra Bollywood sanatçılarının hazırladığı “Cihan Şah ile Mümtaz Mahal” müzikaline gittik. Her koltuğa asılı kulaklıklar sayesinde çeşitli dilde müzikalin sözlerini dinleyebiliyorsunuz. Bütünü 3.5 saat sürüyormuş. Bizim için 80 dakikalık özet sunacaklar. Sahnesi, renkleri, giysileri, danslarıyla müzikal çok güzel. Ancak oyunculuk, senaryo, Cihan Şah ile Mümtaz Mahal’ı oynayanlar o kadar zayıf kalıyor ki. Kızı olsun istiyordu Cihan Şah kendinde devlet yönetecek gücü bulamıyordu. Büyük oğlu Dara Şikan’ı yerine getirmeyi düşünüyordu. Dara Şikan, dedesi Ekber Şah’ın “Bütün ırmaklar okyanusa akar” cümlesini başlık yaparak bir kitap yazmış, halk içinde saygınlık kazanmıştı. Ama naif bir insandı. Onun yerine sarayın baş sultanlığını yürüten büyük kızı Cihanara’nın şah olmasını düşündü. Kızları anneleri gibi zeki, eğitimli ve güzel insanlardı. Ama kendi ayarlarında erkek bulamadıkları için evlenememişlerdi. En küçük oğlu Alemgir Evrengzeb ise babasının “müsrif olduğunu, bütün devlet bütçesini Tac Mahal için boşa harcadığını, hazineyi iflas ettirdiğini” söylüyordu. 1657 yılının karanlık bir gecesinde baskın yaparak ağabeyi Dara Şikan’ın kafasını kopardı, babasına gönderdi. Sarayın sularını kestirdi. Babasını sarayın sol kanadında küçük bir odaya kapatarak iktidarı eline aldı. Başka bölgelerde va Bollywood sanatçıları ile... li olan kardeşlerini de öldürttü. O ana kadar sürdürülen politikaları terk etti. Bütün Hindistan’ı Müslüman olmaya zorladı. Müslüman olmayanlara yeniden cizye vergisini koydu. Hindu tapınaklar yapılmasına izin vermedi, eski tapınakları yıktı. Şeriatı hâkim kılmaya çalıştı. Babası Cihan Şah ise kuru bir sandalyenin üstünde oturup 8 yıl boyunca ırmağın öteki yakasında yükselen Tac Mahal’e bakarak zamanını doldurdu. Büyük kızı Cihanara bakımını üstlendi. Bir sabah içe Urdular karşılıyor bizi... ri giren nöbetçi Musa Buri, Cihan Şah’ı yine sandalyede oturur buldu. Tac Mahal’a bakarak son nefesini vermiş, gözleri açık kalmıştı. O da dededen kalan o paha biçilmez elması oğluna bırakmıştı. Mümtaz Mahal’in yanına defnedildi. Alemgir Evrengzeb Şah cenazeye bile gelmedi. 49 yıl iktidarda kalmasına rağmen eski birlik ve coşkuya bir daha dönülemedi. Ancak 89 yaşında ölmeden biraz önce hatasını anlayabildi. Şu ünlü sözleri o söyledi: “Bu dünyaya yalnız geldim, yabancı olarak da gidiyorum. Kimim ben, niçin bu dünyaya geldim, bilmiyorum. İktidar dönemim geriye sadece acılar yığını bırakıyor. Benden sonra kaos olacağını görüyorum...” Büyü bozulmuştu O da o ünlü elması kendinden sonra gelenlere bıraktı. Ama artık büyü bozulmuştu. Ardılları artık birliği sağlayamadı, imparatorluk kaos içine yuvarlandı, her geçen gün güç kaybetti, zayıfladı. En son İmparator Bahadır Zafer Şah’ın iktidarı ancak Yeni Delhi kalesinin içinde geçerli oldu. 1857 yılında İngilizler Hindistan’ı işgal ettiler ve İmparator Bahadır Zafer Şah’ı tutuklayıp Burma’da Rangun zindanlarına kapattılar. Yaşamı o zindanda sefil bir biçimde son buldu. Üç oğlunu da yakalayıp sorgusuz astılar. 332 yıl süren destan unutulmaz bir dramla perdelerini kapattı. Şimdi her giden turiste, ziyarete gelen her Hintliye o destanın sahneleri gösterilip hikâyeleri anlatılıyor. “Sadece Tac Mahal’in günlük ziyaretçisi 40 bin kişi” diyor rehberimiz. “Cuma günleri ziyaretçi kabul edilmiyor. Müslümanlar cuma namazını burada kılıyor.” Babür Şah’ın Hümayun Şah’a “al senin olsun”, dediği o elmasın hikâyesi ise çok dramatiktir. Bugün İngiltere Kraliçesi’nin tacının ön yüzündeki eşsiz elmas, kuşaktan kuşağa geçen işte o elmas... BİTTİ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle