27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 6 EYLÜL 2019 CUMA [email protected] olaylar ve görüşler Milli Eğitim’in çöküşü Atatürk’ün çok önem verdiği, eğitimin birliği ilkesi, yasa yürürlükte olmasına ve bu yasayı uygulamakla yükümlü olan siyasiler ortalıkta dolaşmasına karşın, eylemsel olarak ortadan kaldırıldı. Durumdan rahatsız olan insanlarımız, gelinen noktanın gerçek nedenlerinin; Amerikalıların Türk Milli Eğitimi’ne 70 yıldır “el koymasına” dayandığını göremedi. METİN AYDOĞAN Mimar 5. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, 1970 yılında eğitimle ilgili olarak şunları söylüyordu: “Bugünkü okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Biz, laik okullara karşı imam hatip okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz”. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, benzer şeyler söylüyordu; “İmam hatip okullarında iyi eğitim veriliyor. O çocuklardan zarar gelmez. Türkiye laikliği dinsizlik olarak anlamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır. 1930’lardaki laiklik anlayışını yanlış olarak görüyorum”. 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan; “Biz dindar ve kindar bir nesil yetiştireceğiz” derken, 1. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk şunları söylüyordu: “Eğitimin amacı yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, ülkede ahlaklı, Cumhuriyetçi, devrimci, atılgan, olumlu, giriştiği işleri başarabilecek yetenekte, dürüst, sorgulayıcı, iradeli, yaşamda karşılaşacağı engelleri yenecek güçte, karakter sahibi genç yetiştirmektir”. Eğitimde dönetim devri: İkili anlaşma Türkiye, 27 Aralık 1949 tarihinde ABD ile “Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma” adıyla bir ikili anlaşma imzaladı. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde imzalanan anlaşmanın 1. maddesi şöyleydi; “Türkiye’de, Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası T.C. hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınacaktır”. Anlaşma’nın 5. maddesi çok önemliydi çünkü Türk milli eğitimini Amerikalılara teslim ediyordu. Bu madde, eğitim politikalarını belirleme yetkisinde olan ve adına “Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” denilen bir kurul oluşturuyordu. 5. madde şöyleydi: “Komisyon, dördü T.C. vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere 8 üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi (ABD büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir”. ABD denetiminde milli eğitim 1949 yılında imzalanan bu “Anlaşma”, Türk milli eğitimini ABD denetimine bırakan süreci başlattı. Yeni dünya düzeni politikalarının, azgelişmiş ülkeler için öngördüğü “dinsel eğitim” ya da “eğitimin dinselleştirilmesi”, bu anlaşmayla geniş bir boyut kazandı. Eğitimin birliği, dinsel eğitimde birliğe kaydı. “Bütün okullar imam hatip olmalıdır” anlayışı yerleşik eğitim politikası haline geldi. İmam hatip mezunları, 2016’da harpokulları yerine kurulan “Milli Savunma Üniversitesi”ne girdiler. Milli Eğitim Bakanlığı, milli eğitim bakanlarının bile inisiyatifinin olmadığı bir kurum haline geldi. 1949’dan bugüne dek, binlerce Türk, Amerika’ya “eğitilmek–etkilenmek” için gitti, yüzlerce Amerikalı da Türkiye’ye “eğitmek–etkilemek” için geldi. Amerika’ya gönderilen Türklerin hemen tümü Türkiye’ye döndüklerinde üst düzey görevlere getirildi. Eğitim Bakanlığı’ndaki Amerikalılar Milli Eğitim Bakanlığı’nda, çalışmalarını “etkin” bir biçimde sürdüren; personel politikalarından ders programlarına, imam hatip okulu açılmasından Yüksek İslam Enstitüleri’nin yaygınlaştırılmasına dek pek çok konuda stratejik kararlar üreten; “Milli Eğitimi Geliştirme” adlı bir uygulama komisyonu daha vardır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalıydı. Komisyonun başında L.Cook adlı bir Amerikalı bulunuyordu. L.Cook’tan ayrı olarak adı Howard Reed, unvanı “Milli Eğitim Bakanlığı Bağımsız Başdanışmanı” olan, bir başka “etkin” Amerikalı daha vardı. Eksilmeyen ilgi Amerikalıların Türk Milli Eğitimi’ne 1949’dan beri süregelen ilgisi 70 yıldır hiç eksilmedi. Demokrat Parti, Köy Enstitülerini kapatırken, AKP yatılı bölge okullarını ve askeri liseleri ortadan kaldırdı. İnönü dönemi dahil bugüne dek yönetime gelen bütün partiler ve darbeler dahil sürekli imam hatip okulu açtı. Bugün bu okullarda 1.3 milyon öğrenci okuyor. “Vakıf üniversitelerinden” yabancı dilde eğitime, ortaöğretimden 4+4’lere dek; yaratılan eğitim kaosunda, paralı duruma getirilen Türk Milli Eğitimi, bugün altından kalkılması güç bir karmaşa içine girmiştir. AKP, yönetime geldiği 2002’den bugüne dek eğitim sistemi, 16. kere değiştirdi. Mayıs 2019’daki son değişiklikle; ders sayısını azalttı, öğrenciye üniversitelerde olduğu gibi ders seçme hakkı getirdi. Matematik dersini seçmeli yaparken zorunlu din dersini artırdı. Öğrenciler, bir şeyler öğretmek için değil adeta öğretmemek için eğitilir duruma getirildi. Ecevit, Erdoğan ve imam hatipler İsmet İnönü, imam ve hatip mezunlarının harp okullarına girmesine onay vermedi ama bu işi CHP’deki ardılı Bülent Ecevit yaptı. Ecevit Başbakanlığı döneminde imam hatiplilerin Harpokullarına girmesini sağlayan yasa çıkardı ancak Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk yasayı veto etti. 15 Temmuz darbe girişimini bir fırsat olarak gören Recep Tayyip Erdoğan, imam hatip mezunlarına subaylık yolunu açmakla kalmadı, Harp Akademisini ve askeri liseleri kapattı, harp okullarına giriş puanını düşürdü, imam hatiplilerin gireceği üniversite haline getirdi. Hedef: Abdülhamit ordusu İmam hatipliler, 1970’lerde harp okullarına giremediler. Ancak, Ecevit’in çıkardığı yasadan yararlanarak; hukuk ve siyasal başta olmak üzere hemen tüm üniversitelere, özellikle Fethullah GülenAKP birlikteliği dönemlerinde, çoğu kez sınav soruları çalınarak kitle halinde girdiler. Hakim, vali ve polis oldular. Harp okullarına, başka bir yoldan, Fethullah’ın okulları kullanılarak alındılar. Türk Oordusu, İnönü’nün yaptırmam dediği, “Abdulhamit ordusu haline” getirildi. Dinci siyaseti orduya sokarak ilerde bitmeyen çekişme ve çatışmaların yolu açılmış oldu. Devlet, Cevdet Sunay’ın söylediği gibi devlet bunlara teslim edildi. Atatürk’ün çok önem verdiği, eğitimin birliği ilkesi, yasa yürürlükte olmasına ve bu yasayı uygulamakla yükümlü olan siyasiler ortalıkta dolaşmasına karşın, eylemsel olarak ortadan kaldırıldı. Durumdan rahatsız olan insanlarımız, gelinen noktanın gerçek nedenlerinin; Amerikalıların Türk Milli Eğitimi’ne 70 yıldır “el koymasına3 dayandığını göremedi. Dini araç olarak kullanılmasını, partilerin oy kaygısıyla verdikleri ödün sandı. DİPNOTLAR 1 “İkili Anlaşmaların İç Yüzü” Haydar Tunçkanat, Ekim Yay., sf.44–45–48 2 a.g.e. sf.4445 3 Mustafa Balbay Cumhuriyet Haziran 1994 ak. Emin Değer “Düşünce Özgürlüğü Çıkmazı” Tekin Yay. 1995, sf.175 Ekonomi terapisi şart Erden KINAYYİĞİT İktisatçı,Öğretim Görevlisi Sigmund Freud, “Terapi, konuşma tedavisidir” der. Konuşarak, anlatarak, sorunları çözme yaklaşımı, disiplini. Fizyoterapi (insanda hareket bozukluğu, fonksiyon bozukluklarını giderip yaşam kalitesini artırma disiplini) gibi çeşitli uygulamalar varsa da, terapi denince, genelde ilk, psikoterapi akla gelir. Sorunları ya da insan yapısı farklılıkları nedeniyle bazılarınca hiç yokken, sanki varmış gibi yaratılan ya da büyütülen sorunları çözmek, en azından zararsız hale getirmek içindir psikoterapi. İnsanda sorun bazen gerçek bir sorundur, bazen de yoktur, gerçek değildir, ya da önemsiz boyutlardadır ama bazılarının psikolojisini herkesin değil – direkt etkiler. Terapiyi psikoterapistler yapacaktır. Etkili olmaları, sorunları olanların yaklaşımları, psikoterapiye inançları ve terapistlerin de Ekonominin düzelmesi, gelişmesi ve bunun sürdürülebilirliği, ekonomiyi yönetenlerin iyi birer ekonomi terapisti olmalarını da gerektirmektedir. bilgi ve tecrübelerine bakar. Ekonomide de sorunlar var dır ve gerçektir, zaten gerçek değilse, sorun da değildir. Ekonomi terapisi, işte bu gerçek sorunları çözmekte, hafifletmekte, tedavide kullanılacaktır. Eğitim, samimiyet, güven Ekonomi terapisinin; devlet, piyasa algısı /beklentileri ve insan/toplum üzerinde etkili olacaktır. Ekonomi terapisini ise, devlet,devletin gerekli birimleri yapacaktır . Başarıda esas , devletin ciddiyeti, samimiyeti ve ekonomi terapisi uygulananların bu samimiyete güvenmeleridir. Ciddiyet ve samimiyette, hukuk, adalet, özgürlük, karşılıklı güven şarttır. Ekonomi terapisinde, devletin, ekonomik fayda sağlayacağı bir diğer devlet üzerinde etkili olabilmesi, batı normlarına uygun bir yapısı olmasını gerektirir. Adalet mekanizmasının düzgün çalışıyor olması, rüşvet, adam kayırma ve yolsuzluk olmaması ve ekonomide politik değil , bilimsel uygulamaların yapıldığının gözlenmesi gerekir. Ekonomi terapisiyle bu yapı, diğer devletlere ve derecelendirme kuruluşlarına aktarılır ve inandırılabilirse, ülkeye yatırımların çekilmesi ve her konuda işbirliği mümkün olabilecektir. İkinci uygulama alanı Bir diğer ekonomi terapisi uygulaması, piyasa, bankalar ve reel sektör üzerinde olmalıdır. Ekonomi parametreleriyle oynama yetkisine sahip devlet / hükümet birimleri ; söylemleri, uygulama ve yaptıkları ile ciddiyetini, samimiyetini ve ekonomik sorun ları çözmedeki kararlılığını göstermek zorundadır. Piyasa algısı ve beklentileri ancak ekonomi terapisi ile pozitife dönüşebilecektir. Ekonomi terapisinin önemli bir görevi de, ekonomide üretkenliği, prodüktiviteyi sağlamak, refahı ve yaşam kalitesini artırmak ve toplumun tüm kesimlerine yaymak üzere, insanları mutlu edecek, umutlarını yeşertecek ve yarın endişelerini tamamen ortadan kaldıracak bir ekonomik yapıya inanılmasını sağlamaktır. Ekonomi terapisi ile, insanlar, devletine ve yönetenlerine tam bir güven duygusu ile bağlanırlarsa, ekonominin işlerliği kolaylaşacaktır. Özetle, ekonominin düzelmesi, gelişmesi ve bunun sürdürülebilirliği, ekonomiyi yönetenlerin iyi birer ekonomi tserapisti olmalarını da gerektirmektedir. Özellikle bu, Türkiye’mizde acil bir gereksinim olarak belirginleşmektedir. Siyasetin dili ve kadın cinayetleri Türkiye’nin en büyük toplumsal ve siyasal sorunu Atatürk Devrimlerine rağmen, Feodal Kültür’den hâlâ kurtulamamış olmasıdır. Feodal Kültürün kalıntılarının hâlâ egemenliklerini sürdürmelerine ek olarak, politikacılar ve özellikle sağcı politikacılar, kendi çıkarları için, Aşiret Kültürü değerlerini topluma dayatmakta ve ne yazık ki böylece, ilkel kültür kalıntılarının devamını ve hatta güçlenmelerini sağlamaktadırlar. HHH Geçmişin “Feodal Aşiret Kültürü”, “Çağdaş Çoğulcu Demokrasi”nin en büyük düşmanıdır: Bu kültür, ailenin/ aşiretin/reisin kimliğini başka bütün kimliklerden üstün görür. Bununla da yetinmez, kendi ailesinin/aşiretinin/ reisinin kimliğinden farklı olan bütün kimlikleri kendisine düşman olarak algılar ve öyle konumlandırır. Bu kültüre göre ailenin/ aşiretin/reisin varlığı, (bekası) her kişiden/ bireyden önemlidir; bireylerin/kişilerin varlıkları (bekaları) sadece ve yalnızca ailenin/aşiretin/ reisin varlığına, (bekasına) refahına, gücüne bağlıdır. En yüce ve en mukaddes olan değer, aileye/aşirete/reise bağlılıktır; ailenin/ aşiretin/reisin değerleri, inançları, gelenekleri ve elbette kimliği her şeyin üstündedir! HHH Türkiye gibi “Endüstrileşme ve Kentleşme Sürecini” tamamlayamamış olan ve hâlâ Feodal Kültür kalıntılarıyla boğuşan ülkelerde politikacılar ne yazık ki bu “Aşiret Kültürüne” dayalı bir “Parti Devleti” ve bir “Kişisel İktidar” kurma çabasındadırlar: Çağdaş çoğulcu Demokrasilerin vazgeçilmez örgütleri olan partilerle olan ilişkiler, genellikle sağcı olan bu politikacılar tarafından taraftarlarına bir “Aile/ Aşiret” bağı gibi empoze edilir... Liyakat rafa kaldırılır, nepotizm (kayırmacılık) egemen olur. Kendilerine oy veren seçmenler, uzak akrabalardan oluşan aşiret mensupları olarak, ufak tefek menfaatlarla beslenirken pastanın büyük dilimi “Aile”ye ve yakın akrabalara aktarılır. Elbette bu düzenin devam etmesi için siyasetin dili, “Aile/ Aşiret/Reis” kimliği gibi mukaddesleştirilen “Parti/ Lider” kimliğine dayalı olarak, “biz ve onlar” ayrımıyla keskinleştirilir: Muhalifler, yabancılaştırılır, hatta ihanetle suçlanır... Ayrımcılık, kavga ve “nefret dili” siyasete egemen olur! Sonuçta siyasetin “nefret dili” bütün toplumu etkiler: İlişkiler kabalaşır... İnsanlar arası sevgi, güven ve dayanışma azalır... Kaba kuvvet egemen olur... Kadın cinayetleri de artar! Zor Oyunu, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen Soğuk Savaş sürecinde, Türkiye’nin NATO’ya katılmasıyla başlayan uzun bir dönemin öyküsüdür. Çok partili yaşama geçen ülkede, iktidar ve muhalefet düşman kardeşlere dönüşür; subaylar her taşın altında NATO adına düşman aramaya başlar... Erol Toy, romanında Kurtuluş ve Kuruluş döneminin idealist ordusunun, 12 Eylül’ün darbeci çizgisine kayışını usta bir dille anlatıyor. 12 Eylül 1980 darbesinden hemen önce kaleme alınan ama darbe dönemi koşullarında okurla buluşamayan kitap, yeniden gün ışığına çıkıyor...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle