19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 1 EYLÜL 2019 PAZAR [email protected] TASARIM: İLKNUR FİLİZ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER II. Dünya Savaşı’ndan çıkarılmayan dersler Andrey Buravov Rusya Federasyonu İstanbul Başkonsolosu 1Eylül 2019 tarihinde Avrupa’nın birçok devleti ve genel olarak dünyanın tamamı için büyük bir felaket olan II. Dünya Savaşı’nın başlangıcının 80. yıldönümü anılacaktır. Bu savaşta hayatını kaybedenlere dair kuru istatistikler dahi tek başına insanları şoke etmektedir. Zira savaşta 26.6 milyonu SSCB vatandaşı olmak üzere 55 milyon insan öldü. Dünya tarihi açısından 80 yıl uzun bir süre değildir. Ancak bu süre, öyle görülmektedir ki uluslararası topluluğun, daha doğrusu bir kısmının gerek II. Dünya Savaşı’nın trajedisinden gerekse daha sonra yaşanan Soğuk Savaş’tan hâlâ ders çıkaramadığını veya çıkarmak istemediğini anlamak için yeterli bir süredir. Bu savaştan çıkarılması gereken en önemli dersler ise şunlar: Küresel hegemonya kurma çabasından, kendi sınırlı ölçekteki milli veya belirli blokların çıkarları için başkalarının güvenliği sayesinde kendi güvenliğini sağlama siyasetinden, bölücü ve belli devletleri uluslararası izolasyona sürükleme çabalarından, devletleri ve halkları karşı karşıya getirme gibi arsız jeopolitik metotlara başvurmaktan vazgeçmek gerekmektedir. Benzer metotlar, II. Dünya Savaşı arifesinde de kullanılmıştır. Gizlilik damgası kaldırılan çok sayıda belge ile ispatlanmış gerçek olgular, dönemin Avrupa elitlerinin faşist Almanyası’nın saldırılarını kendilerinden uzaklaştırmak ve bu tehdidi başta Sovyet Rusya olmak üzere Doğu’ya doğru yönlendirmek için çaba sarf ettiklerini ortaya koymakta. Bu siyasetin sonucu 30 Eylül 1938’de Büyük Britanya ve Fransa hükümetlerinin Münih Anlaşması’nı (Çekoslovakya’nın Südet bölgesinin Almanya’ya ilhakına dair anlaşma) imzalamaları oldu. Teklifler savsaklandı Bu şartlarda Sovyet yönetimi yine de Varşova’nın katılımıyla, Londra ve Paris ile birlikte kolektif güvenlik sistemini oluşturma çabasından vazgeçmedi, Hitler ordusunun Mart 1939’da Çekoslovakya’yı işgalinden sonra böyle bir sisteme olan ihtiyaç daha da arttı. Paris ile Londra bizim ülkemizle yaptıkları müzakereleri sürüncemede bırakarak kolektif güvenlik sisteminin kurulmasına yönelik tekliflerimizi savsaklıyorlardı. Savaşın kaçınılmaz olduğunun artık iyice anlaşıldığı 1939 yılının ilkbaharında bu ülkeler kendilerinin savaşa dahil olmayacaklarını saf saf düşünerek ikili oynadılar ve Hitler’in saldırılarını Doğu’ya doğru yönlendirmeye çalıştılar. Bir taraftan SovyetİngilizFransız görüşmelerinin başarısızlığının tam olarak ortaya çık Rusya ve bazı diğer ülkelerin ABD ve birçok Avrupa ülkesiyle ilişkilerinin zarar gördüğü sistematik sorunların kökeninde ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin kendilerini “istisnai” görmeleri, uydurulan medeni üstünlüklerine inanmaları gibi unsurlar yatmaktadır. tığı ve İngiltere ile Fransa’nın Almanya ile yakınlaşması ihtimalinin daha fazla yükseldiği, diğer taraftan da SSCB ile militarist Japonya arasında askeri gerginliğin arttığı bir dönemde Moskova istisnai ve kendisi için pek istenmeyen diplomatik manevra yapmak zorunda kaldı. Kendi devletinin güvenliği düşüncesiyle hareket eden Sovyet hükümeti, Berlin tarafından teklif edilen görüşmelere 1939 yılının ağustos ayının başında olumlu cevap verdi ve 23 Ağustos günü o tarihe kadar Avrupa’nın birkaç devletinin yapmış olduğu gibi Saldırmazlık Anlaşması’nı imzaladı. Kapılar açık MolotovRibbentrop Paktı diye adlandırılan anlaşma daha sonraki tarihlerde spekülasyonlara ve bazı Batılı tarihçi ve siyasetçilerin suçlamalarına sebep oldu. Bunlar bir taraftan kendi tarihlerindeki utanç verici olayları silmek, diğer taraftan da Sovyetler Birliği’ni, daha sonrasında ise mirasçısı Rusya Federasyonu’nu karalamak için söz konusu anlaşmayı dönemin genel durumundan kopararak değerlendirmişlerdir. Bazıları ise daha da ileri giderek birçok kez SSCB’yi savaşın en önemli müsebbibi gibi olmasa da insanlık düşmanı olan faşistlerle aynı safa koyarak birçok kez saldırgan güç olarak yansıtmaya çalıştılar. Böyle “uzmanlara” hatırlatmak gerekir ki, Hitler Almanyası’nın bozguna uğratılması ve Avrupa ile dünyanın Nazi tehdidinden kurtarılmasında en önemli ve belirleyici katkıyı Rusya ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri yapmıştır. 1980’li yılların sonunda, 1990’lı yılların başında Soğuk Savaş’ın ve onunla bağlantılı iki kutuplu amansız ideolojik mücadelenin sona ermesi, Avrupa ve dünyadaki düzenin yeniden yapılandırılması için ortak güvenlik ve geniş işbirliği temelinde eşi benzeri olmayan fırsatlar yaratmıştı. Bu bağlamda örneğin Avrupa Güvenlik ve İşbirli ği Teşkilatı’nın siyasiaskeri kısmının güçlendirilmesi sayesinde Avrupa güvenliğinin yeni temellerinin oluşturulması çok mantıklı olabilirdi. Rusya konuyla ilgili çok sayıda teklif ve inisiyatifte bulunduğu gibi hâlâ da bu konuda kapıları açık tutmaktadır. Batılı ortaklar, maalesef, başka bir yolu tercih ettiler ve NATO’nun Doğu’ya genişlemesi, Rusya’nın sınırlarına yakınlaşması gibi cepheleşme istikametinde hareket etmeyi seçtiler. Rusya’nın sınırlarında, eski Sovyet coğrafyasında istikrarsızlık noktaları oluşturmak için birbirinin ardından gelen adımlar atılmaktadır. Bu süreçte de çeşitli metotlara başvurmaktadırlar. “Renkli devrim” teknolojileri kullanılmakta, kukla liderler vasıtasıyla “dondurulmuş” sorunlar askeri yollarla canlandırılmaya çalışılmakta, anayasaya aykırı darbeler yaratılarak ve halkları Rusya ve Ruslarla, asırlara dayanan kardeşlik bağlarına sahip olan ülkelerde hükümetler veya ülkelerdeki birtakım gruplar Rusya karşıtlığına itilerek yeni krizler yaratılmaktadır. İşte bu tür senaryolar, Ağustos 2008’de Gürcistan’daki, 20132014 yıllarında Ukrayna’daki olaylara yol açtı. Bilinçli çarpıtma Bu arada Batılı liderler ve siyasi uzmanlar, bilerek olup bitenleri olduğundan tamamen başka türlü gösterip çarpıtarak yansıtmaktadırlar. Geniş ölçekte bilgi savaşı yürütülmekte, Rusya karşıtı isteri yaratılmakta, tek taraflı temelsiz ekonomik yaptırım mekanizması devreye sokulmaktadır. Rusya ile ilgili eski askeri gücünü ve SSCB’nin jeopolitik üstünlüğünü canlandıran saldırgan bir ülke imajı yaratılmaya çalışılmaktadır. Halbuki tüm dünyayı kontrol altında tutmak için geniş askeri üs ağını geliştiren ülke, Rusya değil ABD’dir. Her sene askeri ihtiyaçları için yıllık harcamaları artıran da Rusya değil de ABD ve NATO’dur. 2018’de ABD’nin silahlanmaya ayırdığı bütçe, Rusya’nınkinden 14 kat, NATO’nunki ise Rusya’nınkinden 20 kat fazlaydı. Çıkış yolu Washington on yıllar boyunca oluşturulan stratejik mahiyetteki silahları kontrol sisteminin tüm başlıca unsurlarını kırmak için planlı bir şekilde hareket etmektedir: ABD başta, 2002 yılında, AntiBalistik Füze Anlaşması’ndan, şimdi de Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan çekildi. Bu tehlikeli adımları Amerikan resmi görevlilerinin nükleer silahları artırmaya yönelik açıklamaları takip etmektedir. ABD yönetiminin süresi 2021 yılının şubat ayında biten Nükleer Silahların İndirimi Anlaşması’nın (START) yürürlükte kalması için yapılması gereken görüşmeleri başlatmayı reddetmesini de yine aynı çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Rusya ve bazı diğer ülkelerin ABD ve birçok Avrupa ülkesiyle ilişkilerinin zarar gördüğü sistematik sorunların kökeninde ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin kendilerini “istisnai” görmeleri, uydurulan medeni üstünlüklerine inanmaları ve “geleneksel Batı demokratik değerlerini” eşsiz olarak değerlendirmeleri gibi unsurlar yatmaktadır. Bu çıkmaz sokaktan kurtuluş ise ancak diyaloğun II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra kurulan Birleşmiş Milletler Örgütü’nün de dayandığı uluslararası hukuk normları ve genel kabul gören prensipler temelinde yürütülmesi gerektiği anlayışının kavranmasıyla mümkün olabilecektir. Uzun vadeli başarı, yalnızca farklı kültürlerin karşılıklı saygı çerçevesinde işbirliği ve etkileşimine dayanan medeniyetlerin ortaklığı desteklendiği takdirde elde edilebilecektir. Saygı çerçevesinde gelişen devletlerarası diyaloğun önemli örneklerinden birini günümüz RusTürk münasebetleri oluşturmaktadır. Zaman zaman bazı bölgesel sorunlarla ilgili farklı yaklaşımlar ve anlaşmazlıklar olduğunda bizim ülkelerimiz her zaman eşit haklı ve amaca uygun diyaloğa hazır olduklarını göstermekte, en zor meselelerde dahi ortak dil bulmaya çalışmaktadırlar. Rusya kimse ile çatışmak istemiyor. Tam tersine biz ABD, NATO ve AB dahil olmak üzere bunu isteyen bütün taraflarla en geniş işbirliğini geliştirmek için hazırız. Rusya Federasyonu yönetimi bunu defalarca dile getirmiştir. Yeni ortak tehditler karşısında AvrupaAtlantik ve Avrasya’da eşit, paylaşılmaz güvenlik mimarisini oluşturmaya yönelik ısrarcı çalışmalara ve bağımsız ülkelerin çok yönlü işbirliğine dönüş yapmak gerekmektedir. Daver Darende Emekli DiplomatYazar ABD’nin eski Ankara büyükelçilerinden McGhee, anılarında şöyle der: “Ortadoğu’yu savunmanın mantığı, ABD’nin çıkarlarını güvenceye almakla biçimlenir” bu yaklaşım, bugünde ABD’nin Ortadoğu’da izlediği politikanın temelini oluşturuyor. Küresel güçlerin ve uluslararası sermayenin buyruğu ile hareket eden Özal diplomasisinin uzak görüşlü (!) politikası sonucu, ABD ve İngiliz uçaklarından oluşan “Çekiç Güç”ün topraklarımızda konuşlandırılması, TBMM’nin “Çekiç Güç”ün görev süresini altı ayda bir uzatması, 1990’lı yıllarda gündemin en önemli konularından birini oluşturmuştu. “Çekiç Güç”ün o yıllardaki yaratıcısı “Baba Bush” ile sıkı dostluk ilişkilerini sürdüren Özal’dan başkası değildi. 1990’lı yıllarda başta devlet televizyonları olmak üzere özel televizyonlarda düzenlenen açıkoturumlarda, eski Dışişleri bakanlarıyla birlikte içte ve dışta sorumlu görevlerde bulunmuş kimi üst düzey bürokratlar “Çekiç Güç”ün yararlarını kamuoyuna anlatmakta başa ‘Güvenli Bölge’ örtülü bir ‘Çekiç Güç’ mü olacak? Bugün aynı durumla karşı karşıya kalmamak için zaman kaybetmeden ulusal çıkarlarımız doğrultusunda Suriye merkez hükümetiyle görüşmelere başlamak gerekiyor. rılıydılar! 6 Eylül 1996 gecesi TRT 1’de dü zenlenen açık oturumda yine “Çekiç Güç” gündemdeydi. Oturuma katılan üst düzey bir yetkilinin “Çekiç Güç”ün yararlarını öven konuşması şöyleydi: “ABD’nin Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurmak isteyeceğine inanmıyorum. Irak’ta sorun çözülse bile ‘Çekiç Güç’ sonuna kadar kalmalıdır. ‘Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması bizim itibarımızı artırır, Türkiye’yi Batı’ya daha da yaklaştırır.” (TRT 1, 6 Eylül 1996) Oysa Uğur Mumcu, diğer aydınlarımızla birlikte çok önceden “Çekiç Güç”ün tehlikelerinden söz ediyor, kamuoyumuzu aydınlatmaya çalışıyordu. Uğur Mumcu, Cumhuriyet gaze tesinde yayımlanan 20 Nisan 1991 tarihli yazısında şunları yazmıştı: “ ‘Tampon Bölge’, ‘Güvenlik Bölgesi’, ‘Çekiç Güç’ gibi projeler bölgede kurulacak Kürt devletinin temel atma törenleridir.” Oyun aynı, adı farklı 1990’lı yıllarda “Çekiç Güç”ün topraklarımızda konuşlanması yaklaşmakta olan büyük tehlikenin habercisi gibiydi. Geçmişte “Çekiç Güç” gölgesinde oynanan oyun ve bu oyunun yarattığı tahribat bugünlerde çok zor ve tehlikeli durumla karşı karşıya kalmamıza yol açmıştır. Sin sice hazırlanan aynı oyun bu kez “Güvenli Bölge” adıyla dört parçalı Kürdistan’ın Suriye ayağının oluşturulmasında sahneye konuluyor. Kürdistan’ın Suriye ayağı hazırlanırken bu kez Şanlıurfa’da “Birleşik Müşterek Harekât Merkezi”nin kurulması düşündürücü değil midir? Bu durumda; ABD’den gelecek askeri uzmanlar Türk topraklarında konuşlanacaktır. 1 Mart 2003 tezkeresini anımsatan bir durumla karşı karşıya kalabileceğimizi söylemek zorundayız. Geçmişte yapılan hatalar nedeniyle ulusal çıkarlarımızı koruyacak önlemler almakta geciktik. Bugün aynı durumla karşı karşıya kalmamak için zaman kaybetmeden ulusal çıkarlarımız doğrultusunda Suriye merkez hükümetiyle görüşmelere başlamak gerekiyor. Son söz “Güvenli Bölge” ne yazık ki örtülü bir “Çekiç Güç” olmaya aday görünüyor. 20192020 adli yılı açılırken durum! Sevgili okurlarım Türkiye’deki 79 Baro’dan 51’inin boykot ettiği, 20 kadar Yargıtay üyesinin katılmayacağını belirttiği... Bir zamanlar Kaçak Saray denilen, şimdi Beştepe diye anılan Cumhurbaşkanlığı konutunda yapılacak olan 20192020 adli yılı açılış öncesinde... Ülkemizdeki hukuk ve yargı durumu hakkında, hepsi kesinleşmiş genel bilgilerden oluşan bir durum saptaması yapmak istiyorum. HHH 1) Bugünkü hukuk ve yargı düzenini belirleyen mevcut Ucube Anayasa, biri 12 Eylül 2010 tarihinde biri de 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan iki halkoylaması ile değiştirilerek hukuku ve yargıyı tek kişinin atamalarına/ emrine bağlayan bir nitelik taşımaktadır. (Bknz: Batum, Kazan, Kaboğlu) 2) Mevcut Anayasaya bu “ucube” niteliği kazandıran büyük değişikliklerin kabul edildiği 16 Nisan 2017 Halkoylaması 15 Temmuz 2016 darbe girişimi bahane edilerek ilan edilen 20 Temmuz 2016 OHAL Sivil Darbesi ile, büyük bir siyasal baskı altında, eşitsiz medya ve propaganda koşullarında gerçekleştirilmiştir. (Bknz: Partilerin medyada ve TRT’de yer alma raporu) 3) 16 Nisan 2017 Halkoylaması, 2010 Halkoylamasıyla zaten siyasal iktidara bağımlı hale getirilen yargının denetimi altında yapılmıştır. (Bknz: YSK başkanı, üyeleri ve özgeçmişler) 4) Üstelik 16 Nisan 2017 Halkoylamasının sonucu, Yüksek Seçim Kurulu’nun yasalara aykırı olarak verdiği mühürsüz oy zarflarının ve mühürsüz oy pusulalarının sayıma dahil edilmesi kararıyla ve “Atı alan Üsküdar’ı geçti” denilerek resmi tam sayım filan yapılmadan, apar topar ilan edilmiştir; bu niteliği ile “yok hükmündedir”. (Bknz: Sami Selçuk) 5) Rejimi koruduğu için, en yüksek yargı organı olan ve kararlarına kesin olarak uyulması gereken Anayasa Mahkemesi kararları bile tek kişinin yorumlarına göre muamele görmektedir. (Bknz: Erdoğan’ın konuşmaları, yerel mahkeme kararları) 7) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın mütalaası bile savsaklanabilmekte, açık bir haksızlık ve hukuksuzluk sonucu hapiste olanlar bırakılmamaktadır. (Bknz: Cumhuriyet mensupları davası) 8) Anayasa Mahkemesi kararına göre derhal düşmesi veya beraatla sonuçlanması gereken davalar uzatılmakta, insanların temel hak ve özgürlüklerini ihlal etmektedir. (Bknz: AYM ve Barış Bildirisi davaları) 8) Aynı iddialarla yargılan kişilerden 5 yıldan çok ceza alanlar Yargıtay kararını beklerken, daha az ceza alanlar doğrudan hapse atılabilmektedir. (Bknz: Cumhuriyet mensupları davası.) 9) İktidar “Yargı Reformu” diyerek, zaten yürürlükte olması gereken genel ilkeleri ilan etmekte, ama bunu bile sürekli öteleyerek kamuoyunu oyalamaktadır. (Bknz: Adalet Bakanı’nın demeçleri) 10) Ülkenin Üniversiteleri ve onlara bağlı olarak Hukuk Fakülteleri de tek kişinin emrine verilmiş ve susturulmuştur. (Bknz: YÖK ve üniversiteler) 11) Medya zaten iktidarın emrindedir. Tek tük kalmış olan muhalif gazete ve internet haber siteleri de, en masum haberlere bile yargı eliyle yayın yasağı getirilerek, susturulmaktadır. (Bknz: Yıkılan bina, Kavakçı’nın bursu vs. haberleri) 12) İlişkileri ve banka kredileri ile aldıkları yalılarda oturanların serbest olduğu, patronu tarafından açılan ücret hesabında kredi kartı olanların banka dolayısıyla tutuklandığı, parası olan FETÖ/PYD “iltisaklıların” serbest bırakıldığı iddiaları. (Bknz: Medya) 13) “Tahliye ettiği FETÖ şüphelisi işadamlarını tutuklatan savcıya ‘FETÖ’cü’ diyen hâkimi, FETÖ soruşturmasında rüşvet aldığını ortaya çıkaran başsavcının ‘rüşvet alan bir FETÖ’cü’ olduğunu iddia ettikten sonra tutuklayan hâkim, FETÖ’den tutuklandı” vakası. (Bknz: METASTAZ, s.58) HHH Anayasal yapı ve siyasal baskılar ne kadar yozlaştırıcı olursa olsun... Kötü örnekler ne denli çoğalırsa çoğalsın... Son tahlilde ben, savcıların ve yargıçların vicdanına hâlâ güveniyor ve evrensel hukuk kurallarının da bir gün mutlaka ülkemizde egemen olacağına inanıyorum: YAŞASIN DEMOKRATİK, LAİK VE SOSYAL HUKUK DEVLETİ!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle