28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KÜLTÜR EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK TASARIM: BAHADIR AKTAŞ Kadına yönelik şiddet...76.Venedik Film Festivali’nden notlar 2530 AĞUSTOS 2019 CUMA Hangisi daha kötüdür? Çocuklara, yaşlılara, kadınlara, tutsak ve güçsüz insanlara ya da her tür azınlığa yönelik fiziki şiddet mi? Toplum, mahalle ve aile baskısının getirdiği psikolojik şiddet mi yoksa? Siyasal ya da ekonomik gücü elinde tutanların dayattıkları yaptırımların sinsi şiddeti belki de !.. En kötüsü, bu sorulara yanıt olarak, şiddetin türü ve hedefine yönelik bir sıralama yapmaya çalışmak olmalı... En tehlikeliysise, büyük ya da küçük bir kitlenin ya da etnik, cinsel, dinsel bir toplum Haifaa Al Mansour sal katmanın, kimi şiddet türlerine karşı çıkmayı kendi tekeline almaya çalışması; sonuçta da, bırakın yapıcı olmayı, suçlayıcı ve dışlayıcı bir köktenci tavır içinde boğulması... Konumuz aslında kadına yönelik şiddet ama festivalin ilk günü yarışan bir ‘kadın filmi’, konusunun doğurganlığını geniş açılardan değerlendiren içeriğiyle, yukarıdaki soru çengellerini de günde me getiriverdi. Altın Aslan adayı, Suudi Arabistan si nemasının ilk kadın yönetmeni Haifaa Al Mansour’un (1974) dördüncü uzun filmi olan “Kusursuz Aday” (A Perfect Candidate) içtenlikle alkışlandı. Şeriat kurallarını uygulamayı sürdürürken, kadın haklarının dile getirilmesinden bile rahatsız olan bu çağdışı zengin kraliyette, özgürlüğe ve eşitliğe susamış eğitimli kadınların günlük mücadelesini cesurca sergileyen filmin baş karakteri genç kadın doktor Meryem (Mila Al Zahrani) yaşadığı küçük kentin belediye meclisine seçilmek için aday olmayı kafasına koymuştur bir kere... Tuttuğunu koparmadan bırakmayan inatçılığına destek veren kız kardeşlerinin ve birkaç arkadaşının desteğiyle, ABD’deki seçim kampanyalarından esinlenen bir adaylık sürecinde girerler. Tüm gelenekleri, katı ataerkil top lum düzenini çiğneyerek haddini aşan Meryem’in asıl amacı, yola çıkış noktası, çalıştığı kliniği anayola bağlayan birkaç yüz metrelik yolun asfaltlanmasıyla, acil servise gelen ambulansları çamura saplanmaktan kurtarmaktır... Ne yazık ki, Suudi toplumu temelde iki renklidir. Sokaktaki yaşam bile öyledir; erkekler beyaz kıyafetleriyle fakat rahat dolaşırken, kadınlar tepeden tırnağa siyahlar içinde bunalırlar... Haifaa Al Mansour’un en büyük başarısı, bu tezatlar ülkesinde dinsel değer ve yaptırımların belirlediği yaşam biçimini eleştirirken, manikeizmin siyahbeyazlığından uzak durabilmiş olması. Olsa olsa, fazlasıyla iyimser ve saf olmakla eleştirilebilir. Toplum yaşamında söz sahibi olmak isteyen kadınların adım adım ilerleyerek, yeni haklar elde edebileceklerine içtenlikle inanıyor genç kadın yönetmen... sRoonmuaunmtikarbkiernh.a..fta Woody Allen’in son filmi “New York’ta Yağmurlu Bir Gün” başlıyor New York’lu, zengin aile çocuğu ama hep asi genç havalarındaki, pokerci, keyfine düşkün ve onu sürekli daha iyiye doğru yönlendirmek derdindeki annesiyle her daim çekişen Gatsby (Timothee Chalamet), taşralı (Indianalı) bankacı bir ailenin, bütün erkek bakışlarını mıknatıs gibi üstüne çeken ve okul gazetesine yazma heyecanıyla dolup taşan, henüz saflığını, masumiyetini ve doğallığını yitirmemiş, gencecik, dolgun, güzel kızı olan sevgilisi Ashleigh’ye (Elle Fanning), doğup büyüyüp yetiştiği New York’un tüm güzelliklerini tanıtmak istemektedir. Bunun için de bu muhteşem kenti hiç bilmeyen, okul arkadaşı Ashleigh’ye rehberlik ederek onunla New York’ta romantik bir hafta sonu geçirmeyi planlar. Ne var ki ince ince tasarladığı, yağmurlu ve hep kapalı havadaki bu “weekend” programı, birtakım rastlantısal karşılaşmalarla çeşitli aksilikler ve terslikler yüzünden sürekli aksayacaktır... Brooklyn, New York’ta 1 Aralık 1935’te, Rus Yahudisi kökenli mücevheratçı Martin Konigsberg’den olma, kitapçı Cherrie Konigsberg’den doğma Allan Stewart Konigsberg’in (bilinen adıyla Woody Allen’in), yani yaklaşık 60 yıllık yazarlık, yönetmenlik, oyunculuk kariyerine sahip, 4 “Oscar”lı ünlü sinema ustasının 2017 sonunda tamamladığı (yanlış saymadıysam) 55. filmi “A Rainy Day in New YorkNew York’ta Yağmurlu Bir Gün” gösterimde. (Filmin gösteriminin gecikmesi, yapımcı Amazon stüdyolarınca, sübyancı geçmişiyle maruf yönetmenin de “#Me Too” hareketinden nasibini alır endişesinden kaynaklanıyor’muş.) 2000’li yılların başında film çekme serüvenini Avrupa’nın Barselona, Paris, Roma gibi namlı kültür kentlerinde sürdürürken belki 78 bin yıllık İstanbul’a da gelir diye umduğumuz ancak yeniden vazgeçemediği New York’una döndüğü son filmi “New York’ta Yağmurlu Bir Gün”de, yıllar yılı içinde olduğu, havasını soluduğu sektörden çok iyi tanıdığı tiplerden, çok iyi bildiği karışık durumlardan esinlenilmiş karakterlere, ilişkilerine ve birtakım olaylara odaklanıyor “yaşlı kurt” senaristyönetmenimiz. Doğrusu 80’li yaşlarını aşan enerjik, neşeli tonlarda seyreden filmde, hiç beklemediğim kadar formda bulduğum üstat, artık kendini tekrarladığı son dönemdeki vasat işlerini aşan, matrak bir romantik komedi imzalamış sonuçta. Yer yer etkileyici bir anlatım tuttururken sivri mizahi üslubundan da yeni örnekler saçan Allen, genelde meraklısını hoşnut bırakan bir 1.5 saat geçirtti bize ve “New York’ta Yağmurlu Bir Gün” vesilesiyle bir kez daha New York güzellemesi yapmak fırsatını kaçırmadığını da gösterdi yine. Filmde Ashleigh, ünlü ama mutsuz bir yönetmenle (Liev Schreiber) yapacağı röportajın telaşındayken yönetmeni ikna etmeye uğraşan senaristlede (Jude Law) takılıyor, bu arada senaristin karısı (Rebecca Hall) tarafından boynuzlanmasına da tanık oluyor. Derken kızların sevgilisi oyuncu Francisco Vega’nın (Diego Luna) yakın ilgisine maruz kalıyor. Öte yandan Ashleigh’nin sürekli ektiği, habire annesinin vereceği partiye katılmaktan nasıl yırtacağını düşünen Gatsby, vaktiyle ablasıyla gönül eğlendirdiği, küçüklüğünü bildiği, çaçaron Selena Gomez’le kırıştırıyor. Giderek 500 dolar karşılığında seks hizmeti sunan “Escort” kızla annesinin partisine katılıyor vs. vs. Ancak sonunda kavuşup yeniden bir araya gelen GatsbyAshleigh çiftinden, adını muhtemelen Scott Fitzgerald’ın bildik roman kahramanından almış Gatsby’miz aslında hiç uyuşmadığı Ashleigh’yi bırakıp sivri dilli Selena’yı tercih ediyor finalde... “Mantıksız Adam” (2015), “Cafe Society” (2016), “Dönme Dolap” (2017) gibi, işi artık nerdeyse otomatiğe bağladığı son dönemdeki sıradan filmlerinden sonra bu oldukça eğlenceli “New York’ta Yağmurlu Bir Gün”ün Woody Allen seversinefillere ilaç gibi geldiği söylenebilir. Mezar taşından ilhamla Avustralyalı sanatçı Josephine Mead’in “The Translation / Çeviri” isimli sergisi, 1 Eylül 29 Eylül arasında Tab Galeri’de olacak. Sergisinde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan, Helenistik dönemden kalma antik bir mezar taşından ilham alan Mead, taşın üzerinde bulunan ve Menophilla’ya adanmış şairane yazıtlardan çıkardığı mecazi konular etrafında yoğunlaşıyor. Yurdaer Okur, Nâzım ile Almanya turnesinde Oyuncu Yurdaer Okur, Türkiye’de kapalı gişe oynayan tek kişilik tiyatro oyunu “Ran” ile Almanya turnesine çıkıyor. Nâzım Hikmet’in şiirlerinden ve hayatından kesitler taşıyan oyun, 7 Eylül’deki, Berlin gösterisinin ardından 8 Eylül’de Hamburg; 19 Eylül’de İstanbul Entropi Sahne; 20 Eylül’de Essen ve 22 Eylül’de Köln’de izleyiciyle buluşacak. Kültürel kurumlaşma Gelişmiş ülkelerde bilim, sanat, dil kurumlaşmaları yüzyıllar öncesine dayanıyor. İsviçre’nin Basel kentinde beş yüzyıl önce yapılan üniversite binası, yeniliğinden bir şey yitirmeden günümüzde de işlevini sürdürüyor. Bizde ise, halkevlerinde olduğu gibi, geliştirilip korunacağına ortadan kaldırılıyor. Atatürk Kurtuluş Savaşı’nın en bunalımlı günlerinde eğitimi yaygınlaştırmanın yollarını açmıştır. Cumhuriyetin ilanının hemen ardından, bilim insanlarını Türk Tarih ve Türk Dil Kurumu çatısı altında toplayarak tarihimizin, dilimizin bilimsel yöntemlerle araştırılmasını sağlamıştır. Neden önce tarih, önce dil? Tarih, ulusların geçmişte geçirdiği oluşumlar, gelişimler, atılımlar dizgesidir. Yaşananlar üzerine kurulan tarih, ulusların özgeçmişidir. Tarihini bilen toplumlar, dünyadaki konumlarının da bilincindedir. Bir ulusu, başka ulusların gözünde küçük düşürmekten, aralarında düşmanlıklar yaratmaktan tarih bilinci kurtarır. Dil ise, insanların duygularını, düşüncelerini bildirmek için yarattıkları sözcüklerden oluşur. Uygarlığın temel ölçüsü, dilsel gelişmedir. Atatürk, uygarlık bildirgesi sayılan şu sözüyle, bir ulusun, toprağına egemen olmasıyla, dilini başka dillerin boyunduruğundan kurtarıp bağımsız kılmasını bir sayar: “Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. (...) Yeter ki, bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” Dili bağımlı toplumların düşüncesi de bağımlıdır. Öyle toplumlarda tek kişinin dediği olur, kimse ağzını açıp hukuktan, demokrasiden, bağımsızlıktan söz edemez. Eskiyi diriltmeye çalışan birtakım kör düşünceliler her dönemde, egemen olmak için Cumhuriyetin baş düşmanı kesilmişlerdir. Bağımsızlık kazanan bir dil, yalnızca duygudüşünce gelişiminin en etkili aracı olmakla kalmıyor, uluslar arasında dayanışmayı, dostluğu, birbirini daha yakından tanımayı da sağlıyor. Neden eğitim? Atatürk, “Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder” der. Dilbilimci Thorndike’a göre eğitim, ulusların, “yeniliklere uyma gücü”nü artırır. Yeni kuşaklar ailede, okullarda öğrenim görerek eğitilir. Eğitim, gençleri bilgilendirip onlara yararlı beceriler kazandırmanın en etkili aracıdır. Cumhuriyetin en büyük atılımlarından biri olan Köy Enstitüleri, eğitimi ülkede yaygınlaştırmak amacıyla kurulmuştur. Sorunlar, sorular... Cumhuriyetin ilanından başlayıp Kenan Evren döneminde kapatılıncaya dek Türk Tarih Kurumu diye bir kültür ocağı vardı. Arkeolojik çalışmalarla toprağın derinliklerine inildi, ulusumuzun yaratıcı varlığının ürünleri araştırıldı. Bu kurumun son yıllarda ne gibi çalışmalar yaptığını bilen var mı? Türk Dil Kurumu sıradan bir daireye dönüştürüldükten sonra dil gelişimimiz orada kaldı. İşyerlerine Türkçe olmayan adlar verilmesi yenilik sayılıyor. İki buçuk milyon öğrencinin girdiği YKS’de 650 bin kişinin tercih yapamaması, 5 liseliden 4’ünün dışarıda kalması, eğitimde çağdaş düzen sağlayamayışın sonucudur. Her kentte üniversite var. Orayı bitirenlerin çoğunun, işsizler ordusunu daha da çoğalttığı, uygulamalardan anlaşılıyor. Köy Enstitüleri, bilgilendirmenin yanında öğrenciyi her alanda üretici kılan eğitim kurumlarıydı. Bu okulların, üç beş köy ağasının çıkarı uğruna tarihe gömülmesi eğitim tarihimizin yüz karasıdır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle