20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
14 30 AĞUSTOS 2019 CUMA EDİTÖR: ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR TASARIM: ECE KURTULUŞ 1530 AĞUSTOS ZAFERİ 30 AĞUSTOS: AFYON’DAN İZMİR’E Hesaplanmış zafer Bütün sorumluluk bana aittirBüyük Taarruz öncesi yapılan komutanlar toplantısında saldırı kararı alındı ve son sözü Mustafa Kemal Paşa söyledi: metin aydoğan Araştırmacı Yazar 17Ağustos1922 Perşembe günü Ankara’dan ayrıldı ve Konya üzerinden cepheye gitti. Orduyu Büyük Taarruz’a hazırlarken, kötümser muhalefeti yatıştırmak için kısa bir süre önce cepheden Ankara’ya gelmişti. Cepheye gidip geldiğini, gizlilik gereği çok az insan biliyordu. İstanbul gazetelerine ve yabancı haber ajanslarına, sürekli olarak, ordunun saldırıya henüz hazır olmadığı söylentisi yayılıyordu. Çankaya’daki nöbetçiler kimseyi içeri sokmuyordu. “Gazi’nin işi vardı!” Gazeteler, onun ertesi gün “Çankaya’da bir ziyafet vereceğini” yazmıştı. Ordusuna o denli güveniyordu ki, zaferi kesin gören bir ruh sağlamlığı içindeydi. Ankara’dan ayrılacağı akşam, Keçiören’de yakın arkadaşlarıyla birlikteydi. Bunlardan biri, “Paşam, ya başaramazsanız?” dediğinde, “Ne demek istiyorsun? Taarruz emrini aldığınızda hesap ediniz. On beşinci gün İzmir’deyiz” yanıtını almıştı. Zaferden sonra Ankara’ya döndüğünde, o gece beraber olduğu arkadaşlarına, “İzmir’e on dört günde girdik. Bir günlük yanılgım var, ama kusur bende değil, Yunanlarda” diyecektir. Saldırı savaşı Yunanlar, ana saldırıyı geniş boyutlu yığınak yapılan Kuzey’den, Eskişehir’den bekliyordu. Düşüncelerinde haklıydılar. Türk ordusunun ana gövdesi oradaydı. İngiliz istihbaratçıları, “bölgedeki Türk birliklerinin yoğun bir hareketlilik içinde” olduğunu bildiriyordu. Ancak, o İzmir demiryoluna hâkim durumdaki Afyon’a saldırmaya karar vermişti. Yunanlar bu bölgeyi o denli iyi tahkim etmişlerdi ki, İngiliz mühendisleri burayı, Fransızların Almanlara karşı on ay direndikleri Verdun savunma hattına benzetiyordu. Bir ay boyunca, ordunun büyük bölümünü, belli etmeden Güney Cephesi’ne çekmeyi başardı. Birlikler, geceleri, kimi zaman düşmanın birkaç yüz metre yakınından sessizce geçerek, gündüzleri keşif uçaklarından gizlenip, köylerde ya da ağaç altlarında dinlenerek Afyon Ovası’na kaydırıldı. Ana saldırıya kısa bir süre kala, Eskişehir yönünde göstermelik oyalama saldırısı, Aydın yönüne doğru yanıltıcı bir süvari harekâtı yaptırdı. Sınırlı uçak sayısına karşın, pilotlara düşman uçaklarının ne pahasına olursa olsun Türk cephesi üzerine sokulmaması buyruğunu verdi. Eğitimleri bile tamamlanmamış Türk pilotlar, bu buyruğu şaşılacak bir başarıyla yerine getirdi ve düşman uçaklarını cephe sahasına sokmadı. 25 Ağustos akşamı, Anadolu’nun dış dünyayla haberleşmesini tümüyle kesti. Amacı, savaşı bir tek darbeyle bitirmekti. Sabah güneş doğarken hücum buyruğunu verdi ve çok kanlı bir savaş başladı. Sabah dokuz buçukta yani birkaç saat içinde, iki tepe dışında tüm hedefler ele geçirilmişti. Ani vuruş tam olmuştu. Yunan ordusunun yapacak bir şeyi kalmamıştı. Dört günde bitirilen savaş Dört gün sonra, 30 Ağustos’ta, büyük saldırı tamamlandığında, Anadolu’daki Yunan ordusunun yarısı, yani yüz bin asker yok edilmiş ya da esir alınmıştı. Ordu Komutanı General Trikopis, karargâhıyla birlikte tutsak edilmişti. Ordunun diğer yarısı köyleri, kentleri, ekinleri yakarak erkek, kadın, çocuk, önüne gelen herkesi öldürerek bir sürü halinde İzmir’e doğru kaçıyordu. İtilaf Devletleri, 4 Eylül’de gönderdikleri bir telgraf yazısıyla, İzmir konsoloslarının Mustafa Kemal’le görüşmek için yetkili kılındığını, görüş menin nerede ve ne zaman yapılabileceğini sordu. Amaçları, ateşkes sağlayarak Yunan ordusunun yok olmasını önlemekti. Alaycı bir yanıt verdi. Konsoloslarla, 5 gün sonra 9 Eylül günü Nif’te (Kemalpaşa) görüşebileceğini bildirdi. Bu konuda daha sonra şunları söyleyecektir: “Ben, dediğim gün gerçekten Kemalpaşa’da bulundum. Ancak görüşme isteyenler orada değildi.” Kaçış durumundaki Yunan çekilişi bir hafta sürdü. Bu bir hafta, Batı Anadolu’nun uzun tarihi içinde yaşadığı, her halde en kanlı haftaydı. Yunan askerleri, önlerine çıkan bütün canlıları, hareket eden her şeyi öldürüyordu. Türk ordusu, “kızıl bir ölüm alevi gibi” bütün Batı Anadolu’yu kan ve ateşe boğan Yunan birliklerinin önüne geçmek, vahşeti durdurmak için hızla ilerliyor, Yunan ordusu ise işlediği suçlardan kurtulmak ister gibi kaçıyordu. Yunan vahşeti Afyonİzmir arasındaki 350 kilometre adeta bir sürek avı alanı haline gelmişti. Türk piyade birlikleri, aşırı sıcak altında zaman zaman koşuyor, cinayetleri önlemek için kimi zaman verilen emirleri bile duymuyordu. Ancak bütün çabasına karşın, yol üzerinde dumanları tütmekte olan kent ya da köylerin yıkıntılarına yetişebiliyorlardı. Uşak’ın üçte biri yok olmuş, Alaşehir’den geriye, dağın yamacında yanık bir çukurdan başka bir şey kalmamıştı. Tarihi kent Manisa’nın, on sekiz bin yapısından yalnızca beş yüzü ayakta kalmıştı. 31 Ağustos’ta Uşak, 2 Eylül’de Alaşehir, 5 Eylül’de Turgutlu, 6 Eylül’de Manisa yakıldı. Türk ordusu, bütün çabasına karşın, birer gün arayla bu kentlere yetişti. 4 Eylül’de Söğüt, Buldan, Kula, Alaşehir; 5 Eylül’de Bilecik, Bozüyük, Simav, Demirci, Ödemiş, Salihli; 6 Eylül’de Akhisar ve Balıkesir; 9 Eylül’de İzmir, 10 Eylül’de Bursa kurtarıldı. Yunan askerleri, aldıkları emre uyarak Hıristiyan aileleri de önlerine katıp götürmüş, Türklerin elinde tek bir sağlam dam bırakmamak için evlerin tamamına yakınını yok etmişti. Dizginlenmeyen bir kin ve düşmanlık içinde, denetlenemez bir vahşetle yakma, yıkma, yağma, ırza geçme, hepsini yapmışlardı. İngiltere Yüksek Komiseri Rumbold, İzmir konsolosundan aldığı rapora dayanarak Lord Curzon’a, “birbirlerini bile parçalayacaklar. Yaşananlar, insanı tiksindiren bir barbarlık ve canavarlık rekorudur” diyordu. Uygulanan vahşet o denli insanlık dışıydı ki yuvaları yakılan ana baba, kardeş ya da çocuklarını yitiren Türk halkı, çaresiz bir öfke içinde büyük bir acı yaşıyordu. Her zaman sevecen, yumuşak yürekli ve merhametli Anadolu kadınları, esir kafilelerinin peşine düşüyor, Türk askerlerine “hiç olmazsa birini verin, öldüreyim” diye yalvarıyordu. 8 Temmuz 1920’de, Bursa’nın işgali nedeniyle Meclis kürsüsüne örtülen ve ancak kurtuluştan sonra kaldırılmasına karar verilen siyah matem örtüsü, Bursa’nın kurtuluşuyla tamamlanan büyük zaferden sonra 11 Eylül 1922’de duygulu bir törenle gözyaşları arasında kaldırıldı. Batı Cephesi’nde Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Cephe Komutanı İsmet Paşa’ya talimat yazdırırken. Alev Coşkun 26 Ağustos 1922’de başlayan “Büyük Taarruz”, Milli Mücadele’yi zafere ulaştıran savaştır. Bu büyük savaşı özümseyip anlayabilmek için, Sakarya Savaşı’nı kısaca incelemek gerekir. Sakarya’nın yarattığı umut Sakarya Savaşı’nın kazanılması herkesi umutlandırmıştı. Ordu mademki güçlüydü, hemen saldırıya geçilmeli, vatan düşmanlardan temizlenmeliydi. Meclis içinde böyle bir eğilim vardı. Ama hazırlıksız bir savaş, bütün kazanımları tersyüz de edebilirdi. Başkomutan Atatürk, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve Cephe Komutanı İsmet Paşa bu konuda görüş birliğine vardılar. Zaman kazandılar. Orduyu hazırladılar. Ama Meclis, bu zaman kazanma konusunu anlamıyordu. Acele hareket ve sonuç istiyordu. Sakarya Savaşı başarısından bir ay kadar sonra Mustafa Kemal, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya bir talimat gönderdi. 15 Ekim 1921 tarihli bu talimatta, “Kış başlamadan düşmana kesin bir darbe indirmek gerekir. Bu nedenle bir savaş planı hazırlanmalıdır” deniliyordu. Batı Cephesi Komutanlığı, bu talimata uyarak bir çalışma yaptı ve gizli adı “SAD” olan bir plan hazırladı. SAD planının esası SAD planı, temelde saldırı (taarruz) ilkesine dayanıyordu. Savunma düzenine geçmiş olan Yunan işgal güçlerine güneyden saldırı yapılacak, kuzeye doğru iteklenecek, cephe yarılacak ve hemen ardından süvari birlikleri devreye girecek, işgal ordusunu çevreleyecek, çember içine alacak; böylece işgal güçleri “imha” edilecekti. Plan, aslında “sürpriz”, “beklenmeyen bir hareket” ilkesine dayanıyordu. O günkü askeri durumda, Türk ordusunun büyük gücü kuzeyde, Eskişehir bölgesinde toplanmıştı. Türkler, savaşa ancak en güçlü oldukları Eskişehir bölgesinden başlayabilirler düşüncesi, bu konuyla yakından ilgilenen Batı dünyasının askeri yetkilileri ve Yunan işgal kuvvetleri komuta kademesinde yerleşmişti. Bu nedenle, Yunan kuvvetleri de cephenin ağırlık merkezi olan kuzeydeki Eskişehir bölgesinde mevzilenmişlerdi. SAD planı ise saldırıyı güneyden başlatarak beklenmedik bir hareketi öngörüyordu. Ancak TBMM orduları tam anlamıyla hazır olmadıkları için büyük savaş sürekli erteleniyordu. Meclis’teki ikinci gruba bağlı milletvekilleri, bu konuyu gündeme getiriyor, ne yazık ki Türk ordusunun bir saldırı savaşı yapamayacağını dillendiriyordu. Atatürk’e verilen Başkomutanlık yetkileri de tartışma konusu yapılıyordu. Başkomutanlık yetkileri her 3 ayda Meclis tarafından uzatılıyordu. Ancak 5 Mayıs 1922’de Atatürk’e verilen Başkomutanlık yetkileri uzatılmadı. Atatürk, bu geniş yetkilerle diktatöre benzetiliyordu. Tarih, 5 Mayıs 1919 ve büyük saldırı sadece 3.5 ay sonra yapılacaktır. Böylesi bir tarihte Başkomutanın yetkileri elinden alınmak isteniyordu. Ertesi gün Meclis’e gelen Mustafa Kemal, gizli oturumda yaptığı konuşmada şunları söyledi: ‘Adama diktatör denir’ “Efendiler! Bir adam Başkomutanlığı ele geçirir ve yasaya dayanmayan yetkiler kullanırsa, o adama diktatör denir. Ben, yüce kurulunuzun kabul buyurduğu yasayla bu göreve geldim. O yasaya dayanarak çalıştım. Yasa yapma hakkınızı da bütünüyle bana devretmiş değilsiniz. Bana verdiğiniz yetki, sadece ordu ile ilgili ve sınırlıdır. Yüce Meclis dilediği anda onu da geri alabilir.” Mustafa Kemal, özellikle Sivas milletvekili Albay Kara Vasıf Bey’in Meclis’teki konuşması sırasında, “Ordu yerinden kıpırdayamaz, taarruz savaşı yapamaz” sözlerine çok içerlemişti. O noktada konuşmasının tonunu da yükselterek ve Kara Vasıf Bey’e dönerek şöyle hitap etti: “Ama Vasıf Bey demiş ki, ‘yerimizden kıpırdayamadık ve kıpırdayamayacağız!’ Bazı arkadaşlarımız ordunun kıpırdayamayacağını ileri süren bu sözleri alkışlamışlar. Efendiler! Buna yalnız üzülmekle kalmadım, çok da utandım. Rica ederim, bu olayı buraya gömelim, kimse işitmesin.” ‘Bırakmadım, bırakamam, bırakmayacağım’ Meclis tutanaklarına giren uzun konuşmasını Mustafa Kemal şöyle bağladı: “Efendiler, iddiaları ve cevaplarımı dinlediniz. Karar yüce Meclis’indir. Ama bir gerçeği belirtmeliyim. Dünkü duruma göre bu dakikada ordu komutansızdır. Eğer ben bu orduya komuta etmekte devam ediyorsam, yasaya aykırı olarak komuta ediyorum.” “Meclis’te beliren duruma göre derhal komutanlıktan el çekmek isterdim ve Başkomutanlığımın sona erdiğini hükümete bildirirdim. Fakat giderilemez ve önlenemez bir kötü duruma meydan vermemek zorunluluğunu duydum. Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bu nedenle bırakmadım, bırakamam, bırakmayacağım!” Bu sözlerden sonra kürsüden inen Mustafa Kemal, milletvekillerinin arasına girerek yerine oturdu. Bu noktada Meclis açık birleşime geçti. Başkomutanlık Yasası’nın uzatılması için yapılan oylamada, 11 ret, 15 çekimser oya karşı 177 oyla, Başkomutanlığın üç ay daha uzatılması kabul edildi. Komutanlık konusu böylece çözümlendi. Tekrar cepheye dönüş Mustafa Kemal, cephede denetlemeler yaptı. 20 Temmuz 1922’de Başkomutanlık konusu yeniden Meclis gündemine geldi. Mustafa Kemal, ordunun hazır olduğunu Başkomutanlık yetkilerine gerek kalmadığını bu nedenle Başkomutanlık Yasası’nın kaldırılmasını istedi. Ancak Meclis, Mustafa Kemal’e olan güvenini göstermek yönünde Başkomutanlık Yasası’nın süresiz uzatılmasına karar verdi. Atatürk’ün artık Ankara’da yapacak bir işi kalmamıştı. Hemen ertesi gün, 21 Temmuz 1922 akşamı, cepheye hareket etti ve cephe karargâhı Akşehir’e taşındı. Akşehir toplantısı Bir futbol maçı vesile edilerek, 1. ve 2. Ordu Komutanları Akşehir’e çağırıldı. 28 Temmuz Cuma günü sonrası, komutanlarla son durum değerlendirme toplantısı yapıldı. Bu toplantıya Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Cephe Komutanı İsmet İnönü, 1. Ordu Komutanı (Sakallı) Nurettin Paşa, 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa ve Batı Cephesi Kurmay Başkanı Albay Asım Gündüz ve kimi kolordu komutanları katıldılar. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, haritanın başına geçti, Batı Cephesi tarafından hazırlanmış ve üzerinde uzun süredir çalışılmış olan planı bir kez daha anlattı. Sözlerinin sonunu şöyle bağladı: 3 kat daha fazla kuvvet kaydıracağız “Aylardır üzerinde çalışılan planın esası, silahça ve sayıca bizden üstün olduğunu bildiğimiz düşmanı, bir darbe ile çökertmektir. Bunu ancak bir baskınla sağlayabiliriz. Bunun için kuvvetimizin büyük kısmını, tam bir gizlilik içinde, Afyon’un güneyinde toplayacağız.” Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak şöyle devam etti: “Afyon ile 40 kilometre. batısındaki Çiğiltepe arası asıl taarruz cephesidir. Bu cepheye düşmandan üç kat daha fazla kuvvet kaydıracağız. 2. Ordu, karşısındaki düşman kuvvetlerini oyalarken, 1. ve 4. Kolordularımız düşman cephesini yararak, Süvari Kolordusu ile birlikte Sincanlı Ovası’na inecekler. Böylece düşmanın İzmir’le her türlü bağlantısını kesmiş olacağız. Düşmanın bu birliklerini çevirip imha ettikten sonra kalan parçaları kolayca yakalar ve yeneriz.” Bu plan sade, çok etkili, ama o derecede de riskliydi. Biz de Cephane İkmalini Düşmandan Yaparız 2.Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa’nın bu plana karşı olduğu biliniyordu. Yakup Şevki Paşa, Harbiye’de strateji öğretmenliği yapmıştı. Bu yüzden hoca diye anılır, düşüncelerine saygı gösterilirdi. Hatta Yakup Şevki Paşa Atatürk’ün de hocasıydı. Yakup Şevki Paşa, “Ben düşüncelerimi Cephe Komutanı İsmet Paşa’ya hem yazılı olarak bildirdim hem de söyledim” dedi ve şöyle devam etti: “Şimdi, izin verirseniz kısaca tekrarlamak istiyorum. Yüz bine yakın insanı, Afyon’un kuzeyinden güneyine kaydıracaksınız ve düşman bunu sezmeyecek. Buna imkân yok! Baskın niteliği kaybolduğu zaman da, bu planın anlamı ve değeri kalmaz. Ben bir taburun yerini oynatıyorum, düşman uçağı ertesi sabah bu değişikliği saptıyor.” Cephe Komutanı İsmet Paşa, buna karşı, “Düşmanın anlamaması için her önlemi alacağız, merak etmeyin” dedi. Yakup Şevki Paşa devam etti: “Ulaşım kollarımız da yetersiz, yürüyen orduya cephane yetiştirebilmeleri mümkün değil.” Mustafa Kemal Paşa gülerek, “Biz de cephane ikmalini düşmandan yaparız Paşam,” dedi. Yakup Şevki Paşa’nın yumuşamaya hiç niyeti yoktu: ‘Siperleri yaramayız’ “Siperleri yaramayız. Afyon siperlerini de incelettim. Biz burayı öyle bir günde, iki günde yaramayız. Hayal görmeyelim. Ayağı çarıklı askerle, o sarp, vahşi arazide, düşman mevzilerinin ve direnç merkezlerinin karşısında çakılıp kalırız. O zaman ne olacak? Düşmanın ihtiyat kolordusu yetişip savaşa katılacak. Böyle olunca cepheyi yar maya gücümüz yetmez. Ayrıca düşman savaş sanatı gereği, Afyon’un kuzeyinden Akşehir yönüne doğru saldırıya geçerse bizi iyice güneye atar. Konya yönü açık kalır. Ordu, dava, belki de memleket elden çıkar.” Mustafa Kemal Paşa ciddiyetle, “Peki, ne yapmamızı tavsiye edersiniz” diye sordu. Yakup Şevki Paşa’nın yanıtı şöyleydi: “Uygun bir yerde cepheden taarruz ederiz. Çekilmeye zorlayamadığımız yerde durur, tekrar hazırlanır, yeniden taarruz ederiz. Böylece tek dayanağımız olan orduyu tehlikeye atmamış oluruz.” Atatürk’ün “Bu tarz bir savaşla kesin sonuç alınabilir mi” sorusuna ise Yakup Şevki Paşa şu yanıtı verdi: “Alınamaz, ama yenilsek bile ordu elde kalır.” Cephe Komutanı söz alıyor Toplantının bu kritik noktasında İsmet Paşa söz aldı: “Uğraşa uğraşa, ancak bir yılda, düşmanla az çok denk bir hale gelebildik. Bunu memleketin imkânlarını sonuna kadar zorlayarak elde edebildik. Bir daha bu gücü yaratamayız. Bu yüzden bu defa kesin sonuç almak, savaşı bitirmek zorundayız. Bunun için de, tehlikesine rağmen, bu planın uygulanmasından başka çare göremiyorum.” Başkomutan bu sözlere “Ben de” diyerek katıldı. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa da “Ben de başka çare göremiyorum” dedi. Yakup Şevki Paşa geri çekilmedi, memleket söz konusuydu, samimi konuşuyordu, bir kez daha itiraz etti: “Yapmayın. Türk milletinin bütün varı bundan ibaret. Askeri, topu, tüfeği cephanesi işte bu kadar... Şimdi siz onu bir noktaya yığarak tehlikeye atıyorsunuz. Buna razı gelemem.” Mustafa Kemal’in sesi keskinleşti: “Varımız bundan ibaretse, kesin sonucu bununla almak zorundayız.” ‘Bütün sorumluluk bana aittir’ Yakup Şevki Paşa, inandığı görüşü tarih önünde savunuyordu: “Buna karar verenler tarihe karşı, büyük vebal (günah) altında kalırlar. Adama vatan haini derler. Hepimizi Meclis’in önünde asarlar.” Mustafa Kemal, “Korkmayın Paşam. Ta rihe ve millete karşı bütün sorumluluk bana aittir” dedi. Yadırganmamalı Yakup Şevki Paşa’nın görüşü ve ağır sözleri yadırganmamalıdır. Milletin varını yoğunu ortaya koyarak oluşturduğu TBMM ordusunun kaderi söz konusuydu. Kolordu komutanlarından birkaçı da Yakup Şevki Paşa’nın görüşü doğrultusunda düşünce aktardılar. Tam zafer sağlayacak bir saldırı yapılamayacağını belirttiler. Bu noktada Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, saldırı planının kabul edilmediğini düşünerek “Güvensizlik doğmuştur.” dedi ve Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa etmek istedi. İsmet Paşa’nın müdahalesi Hava çok gerilmişti. Cephe Komutanı İsmet Paşa ayağa kalktı. Atatürk’e döndü: “Paşam! Arkadaşımız, izniniz üzerine düşüncelerini serbestçe arz etti. Yoksa Başkomutanımız olarak vereceğiniz her emri tıpkı kendi düşünce ve inancımız gibi canla başla yerine getireceğimizden emin olabilirsiniz.” Gözler Yakup Şevki Paşa’ya çevrildi. Paşa, önüne bakarak, ağır ağır “Kaygılarımı korumakla birlikte Başkomutanın vereceği emirlere tereddütsüz uyacağımız tabiidir” dedi. Gerginlik atlatılmıştı. İsmet Paşa yerine oturdu. Mustafa Kemal Paşa, “Teşekkür ederim” dedi. En yaşamsal, en kritik konu çözüme kavuşmuştu. Bu noktada bu önemli toplantıyı bir kez de İsmet İnönü’nün Hatıralar’ından izleyelim: “Taarruzdan önce Başkomutan ve Fevzi Paşa cepheye geldiler. Bütün komutanlar toplandık ve taarruz planını gözden geçirdik. Yakup Şevki Paşa, bana söylediği ve yazılı olarak bildirdiği itirazlarını tekrarladı. Diyordu ki, ‘Bu düzenlemeyi yapanlar ileride çok sorumlu olurlar. Söktüremezsek her şey kaybolur gider. Bu tehlikeli plandan vazgeçelim.’ Fakat ben sonuç alacağımıza güveniyorum. Görüşmeler oldu, tartışmalar yapıldı, itirazlar üzerinde duruldu, fakat plan kabul edildi. Cephe Komutanı olarak da ordulara bu planın uygulanmasını emrettim.” Büyük Taarruz’a bir gün kala karargâhlar, Kocatepe’nin güneyinde, alanda kurulan çadırlı ordugâha geçtiler. Son emirler bir kez daha denetlendi. Komutanı ikircikli olan 2. Ordu’nun uyumlu ve süratle hareket etmesini sağlamak için, Batı Cephesi Komutanlığı’nın emirleri 25 Ağustos doğrudan bu ordunun kolordularına da verildi. Akşam, Mustafa Kemal, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa, çadırlı ordugâh önünde portatif bir masa etrafında toplanarak, sa baha karşı başlayacak saldırı için birliklerden gelen askeri raporları incelediler. Başkomutan, Kocatepe’ye çıkarak birlikleri gözden geçirdi. Başkomutanlığın emriyle, İstanbul ve dış dünya ile her türlü haberleşme kesildi. Ertesi gün, 26 Ağustos 1922 günü başlayacak büyük saldırı savaşında iki tarafın kuvvet durumları şöyleydi: Bunlardan ayrı olarak Türklerde 2 bin 318 kağnı, 3 bin 141 at arabası ve 1970 öküz arabası vardı. ve 26 Ağustos... Cumartesi sabah saat 03.00’te Başkomutan Mustafa Kemal, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa 1. Ordu’nun gözetleme yeri olan Kocatepe’ye geldiler. Gün ağrırken sabah saat 05.30’da top atışlarıyla saldırı savaşı başladı. Bu noktadaki destansı durumu anlatmaya yeteneğimiz yeterli değil. Burada büyük şair Nâzım Hikmet’e başvurmak en doğrusudur. İşte o destansı anı ve onun önderi Mustafa Kemal’i anlatan dizeler: “Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki Şayak kalpaklı adam Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu. Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü. Paşalar onun arkasındaydılar O, saati sordu Paşalar: “Üç” dediler. Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı. ... Yüzbaşı sordu: Saat kaç? Beş Yarım saat sonra demek... ... Alacakaranlıkta, bir çınar dibinde, beygirin yanında duran sarkık, siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına. Nurettin Eşfak baktı saatına: Beş otuz... Ve başladı topçu ateşiyle ve fecirle birlikte büyük taarruz...” NOT: Bu yazı Alev Coşkun’un Asker İnönü (Kırmızı Kedi Yayınevi) kitabında, s.487545’ten özetlenmiştir. 30 Ağustos ulusun zaferidir Dr. Cihangir Dumanlı E. Tuğgeneral Savaş yalnızca iki ordunun silahlı çatışması değildir. Milletlerin maddi ve manevi tüm güçlerinin çatışmasıdır. Mustafa Kemal Atatürk 97. yılını kutladığımız 30 Ağustos Başkomutan Meydan Muharebesi, bağımsızlık savaşımızın kesin sonuçlu muharebesidir. Bu zaferle emperyalist devletlerin üzerimize gönderdiği Yunan ordusunun asli unsurları imha edilmiş, 9 Eylül’de İzmir geri alınmış, 17 Eylül’de ise Yunan askerleri ülkemizden kaçmıştır. 30 Ağustos zaferi, gerek planlama ve hazırlık, gerek yığınaklanma, gerekse sevk idare bakımından askerlik sanatının başyapıtı niteliğindedir. Çok zor koşullarda ve yokluklar içinde ulusça bir ordu hazırlanmış ve zafer kazanılmıştır. Düşmanın gücünü tüketerek EskişehirAfyon hattına geri çekilmeye zorladığımız Sakarya Zaferi’nden (13 Eylül 1921) sonra, Yunan ordusuna son ve kesin bir darbe vurarak denize dökebilmek için, ordunun Sakarya’daki kayıplarının tamamlanması ve taarruz gücüne ulaştırılması gerekiyordu. Bu da 11 yıldır (19111922) savaşmış olan tüm ulusun son bir fedakârlıkla, varını yoğunu ortaya koymasını zorunlu kılmaktaydı. Taarruz edenin savunandan üstün olması, genel bir askerlik kuralıdır. 200 bin kişilik Yunan ordusuna karşı en az onun kadar bir güç çıkarmalıydık. Oysa Sakarya Savaşı’ndan çıkan Türk ordusunun er/erbaş mevcudu 113 bin, subay mevcudu 6 bin 630 idi. Sakarya’da pek çok genç subayımızı yitirmiştik. Erbaş/er ihtiyacı 1899, 1900 ve 1901 doğumlular askere alınarak 199 bine; subay ihtiyacı ise askeri okul öğrencileri ile yedek subaylarla, başarılı çavuşlarla ve işgal bölgelerinden kaçan subaylarla karşılanarak 8 bin 660’a çıkarıldı. Sakarya’dan galip fakat önemli kayıplarla çıkan ordunun asıl ihtiyacı silah, cephane, donatım, araç ve yiyecek/yem idi. Silah ihtiyacı, doğuda Ermenilerden ele geçirilenler, güneyde Fransızların bıraktıkları silahlar, İtilaf Devletleri kontrolündeki depolardan kaçırılanlar, az da olsa satın alınabilenler ve İmalatı Harbiye denilen ilkel savunma sanayi olanakları ile temin edilebilen silahlarla karşılandı. Silah ve cephanenin çeşitli kaynaklardan sağlanması standardizasyonu bozuyor, cephane ikmalini zorlaştırıyordu. Bunu önlemek için tüm silahlar toplanarak cinslerine göre ayrıldı ve her tümene aynı cins olacak şekilde yeniden dağıtıldı. Kadınıyla erkeğiyle... Sakarya Savaşı başlamadan önce Başkomutan Mustafa Kemal tarafından yayımlanan Tekalifi Milliye (ulusal yükümlülük) emirleri yürürlükte idi. Buna göre yoksul halktan; çamaşırdan çarığına, av tüfeğinden saraç malze mesine, elbiselik kumaştan çadır bezine kadar nesi varsa bedeli sonradan ödenmek üzere alındı. Bu malzemeler, yolu ve demiryolu olmayan Anadolu’nun her yerinden kağnılarla cepheye taşındı. Yurdun her köşesinden gece gündüz kağnı sesleri geliyor, adeta büyük bir makinenin çarkları gibi çalışarak her yerden cepheye malzeme taşınıyordu. Üstelik 19211922 kışı erken bastırmış ve ağır geçiyordu. Erkekler, yıllar süren savaşlarda şehit düşmüş veya sakat kalmışlardı. Ordunun ihtiyaçlarının karşılanması ve cepheye taşınması büyük ölçüde kadınların üstüne kalmıştı. Kadınlar, bizim kadınlarımız... Yunan ordusunun tahrip ettiği demiryollarını onarıyor, silah ve fişek fabrikalarında çalışıyor, kağnılarla zor arazi ve iklim koşullarında cepheye malzeme taşıyor, cephedeki askerlere eldiven çorap örüyor, ordunun yiyecek ihtiyacını karşılayabilmek için tarla ve bahçelerde yaşlılar ve çocuklarla birlikte üretim yapıyorlardı. Kastamonulu Şerife Bacı, kağnısı ile mermi taşırken tek yorganı bir yaşındaki Elif bebeğinin üstüne değil, ıslamasın diye mermilerin üstüne örtmüş ve kendisi de donarak ölmüştü. Bağımsızlık savaşında ve onun son halkası Büyük Taarruz’da kadınlarımızın katkısı dünyada benzerine az rastlanır düzeyde idi. Onlara şükran borçluyuz. Bir ordunun başarılı olabilmesi için arkasında ulusun ve siyasi iradenin desteği olması zorunludur. Büyük Taarruz’a hazırlanan ordumuzun arkasında ulusun desteği tamdı. Türk ordusu ulusordu idi. TBMM ve hükümeti ise bazı muhalif seslere rağmen ordunun arkasında idi. Zaten TBMM Başkanı, Hükümet Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal’di. Mustafa Kemal tüm yetkiyi Meclis’ten almıştı ve her fırsatta Meclis’e bilgi (hesap) veriyor, erken bir taarruz isteyen muhaliflerin eleştirilerini dinliyor ve cevaplandırıyordu. Zor koşullara rağmen demokrasi işliyor, savaşa hazırlıkta ve savaşın yönetiminde en yetkili makam, anayasaya göre “milletin yegâne ve hakiki mümessili olan” TBMM oluyordu. Tüm milletin zaferi Ordunun maddi ihtiyaçlarının karşılanması yetmezdi. 1683’te Viyana’dan beri savunma ve geri çekilme yapan orduya, taarruz ruhunun da verilmesi gerekiyordu. Bunun için gece gündüz sıkı bir eğitim, tatbikat ve manevralar yapıldı. Sakarya’dan Büyük Taarruz’a kadar geçen sürede (yaklaşık bir yıl), ordumuzun taarruz gücüne ulaştırılması için tüm ulus ve TBMM olağanüstü bir gayret gösterdi. Bu destek olmasa zafer kazanılamazdı. Bu nedenlerle “30 Ağustos milletin tamamını ilgilendirmiyor” demek, tarihi gerçeklere aykırıdır. Ordumuzun gücünün dosta düşmana gösterildiği görkemli Zafer Bayramı törenlerinin özlemi ile, tüm ulusumuzun Zafer Bayramı’nı kutlarım.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle