23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 3 TEMMUZ 2019 ÇARŞAMBA gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: BAHADIR AKTAŞ Dış politikada önyargı ve duygusallık olmaz Suriyede, rasyonel ulusal çıkarlara göre değil Esad’ın gitmesini esas alarak strateji geliştirildiği için hatalar kaçınılmaz olmuştur. NEJAT ESLEN Ulusal çıkarlar bir devletin uluslararası ortamdaki ihtiyaçları ve arzularıdır. Ulusal çıkarlar genellikle devletlerin anayasalarında belirtilmiş olan ulusal değerler esas alınarak, mevcut uluslararası şartlar içinde, önyargılardan ve duygusallıktan uzak durarak rasyonel ve sistematik bir çalışma ile tespit edilir. Ülkenin güvenliğinin sağlanmasını, devletin ve bireylerin refahının geliştirilmesini amaçlayan ulusal çıkarlar, politik vizyonun geliştirilmesine yön verir ve politikanın hedeflerine dönüşür. Stratejiler ise politik vizyonun tanımladığı hedeflerin elde edilmesi amacı ile hazırlanır ve uygulanır. Rasyonel çıkarlar Devletler arasındaki ilişkilerde, rasyonel çıkarlar esas alınarak değil de önyargılı ve duygusal davranışlarla verilen kararlar, seçilen politika hedefleri ve geliştirilen stratejiler ise bedeli ağır olan hatalara neden olabilmektedir. Arap Baharı Suriye’yi vurduğu zaman Türkiye’yi yönetenlerin bu ülke ile ilgili ulusal çıkarlarımızı ve politika hedeflerimizi, bu anlayışa göre tespit etmesi gerekirdi. Suriye karıştırılmaya başlandığında, Türkiye’nin bu ülke ile ilgili politika hedefleri; Suriye’nin siyasi ve toprak bütünlüğünün korunması, Bu ülkenin istikrarsızlaştırılmasının ve bölünmesinin, Suriye topraklarında PKKYPG devletinin kurulmasının önlenmesi olarak belirlenebilir ve stratejiler ise bu hedeflere yöneltilebilirdi. Türkiye’yi yönetenler Suriye devlet başkanı Esad’ı sevmeyebilir. Ancak, sevmemek duygusallık hali, önyargıdır ve stratejide bunlara yer yoktur. Suriye konusunda, rasyonel ulusal çıkarlara göre değil de Esad’ın gitmesini esas alarak politik vizyon ve strateji geliştirildiği için hatalar yapmak da kaçınılmaz olmuştur. Bugün Suriye’de karşı karşıya olduğumuz ciddi durumun asıl nedeni ise budur. Ayrıca, ABD bu süreçte Müslüman ve demokrat kimliği ile Türkiye’yi Arap Baharı rüzgârı içinde Ortadoğu ülkeleri için model ülke yapmak istemiştir. Türkiye’yi yönetenler ise bu durumu fırsata dönüştürmek arzusu ile Ortadoğu’ya lider olma hayalinin peşinde giderek rasyonel politika hedeflerinden uzaklaşmış, hatalara neden olmuştur. Mısır ile de benzer bir durum söz konusudur. Askeri eğitimini ABD’de yapan ilk Mısır genelkurmay başkanı olan, beş yıl içinde tuğgenerallikten mareşal rütbesine yükseltilen, Mursi tarafından genelkurmay başkanlığına ve milli savunma bakanlığına getirilen Sisi, Mısır’ın seçimle gelen ilk devlet başkanını darbe ile devirerek Mısır’ın başına geçmiştir. Yakın bir geçmişte Mursi, yargılanırken şüpheli bir şekilde ölmüştür. Mursi, Müslüman Kardeşler’in önemli bir üyesi idi. Türkiye’yi yönetenler kendilerini Müslüman Kardeşler’e yakın görmektedir ve bu nedenle de Sisi’ye antipati beslemektedir. Bu önyargı ve duygusal durum TürkiyeMısır ilişkilerini derinden etkilemektedir. Önyargılı kararlar Mısır ve Türkiye, enerji paylaşımı nedeni ile bölgesel güç mücadelesinin ağırlık merkezine dönüşen, Doğu Akdeniz’e işbirliği yapması gereken kıyıdaş iki ülkedir ve Mısır bu bölgede Türkiye karşındaki koalisyonun içinde yer almaktadır. Türkiye’yi yönetenler Mursi’yi sevmiyor olabilir; ancak, bu durum iki ülkenin Doğu Akdeniz’de ortak çıkarları için işbirliği yapmasına mani olmamalıdır. Suriye ile ilişkilerde olduğu gibi, Mısır ile ilişkilerde de rasyonel çıkarlar yerine, duyguların ve önyargıların egemen olması Türkiye’ye ciddi zararlar vermektedir. SON SÖZ: Bürokratların ve danışmanların görevi, devleti yönetenlerin, duygusal davranarak ve önyargılarla dış politika kararları vermesini önlemek olmalıdır. olaylar ve görüşler Onlar hep birlikte yürüdüler... ASLI SELÇUK 29Haziran Cumartesi günü Nevşehir’den Hacıbektaş’a doğru gidiyorum. Alabildiğine uzanan engin bir doğa. Tek tük geçen arabalar. Etraf dingin, sessiz. En ufak sesleri bile ayırt etmek mümkün. Tertemiz havayı içime çekiyorum. Hafif bir esintiyi yüzümde hissediyorum. Hacıbektaş yoluna sapıyoruz. Gökyüzüne bakıyorum, Magritte’in tablolarındaki bulutlar karşılıyor beni. Hacıbektaş halkı gündelik yaşamın devinimi içinde. Tanıdık yüzler görüyorum, hepsi sıcak bir karşılamayla hoş geldiniz diyor bana. Hacıbektaş’a dokuz yıldır geliyorum. İlk önce babam Turhan Selçuk’u vasiyeti üzerine 11 Mart 2010’da İz Bırakan Aydınlar Mezarlığı’ndaki istirahatine bıraktım. Ardından amcam İlhan Selçuk, 21 Haziran 2010’da abisinin yanına geldi. Babam amcamın doğum gününde, amcam ise yılın en uzun gününde Hakk’a yürümeyi seçmişlerdi. İki kardeşin ortak anma törenini 21 Haziran’da yapmaya karar verdik. Bu yıl İstanbul seçiminden ötürü 9. anma töreni 30 Haziran’a alındı. Her zamanki gibi bir gün önce Hacıbektaş’tayım. Zamanın ötesinde Hemen Çilehane’deki İz Bırakan Aydınlar Mezarlığı’na yöneliyorum. İlk önce çok değerli büyüklerimi görmeliyim. Hızlı adımlarla Yedi Ozan yolunu aşarak Turhan ile İlhan’ın yanına gidiyorum. Çocukluklarından, ilk gençlik yıllarından beri meslek yaşamlarında, politik görüşlerinde, davalarında, mücadelelerinde hep yan yana olan Turhan ile İlhan yine birlikteler. 2010’da dikilen çınarlar devleşip iç içe geçmişler. İçim titriyor, hüzünleniyorum. Mezarlarını suladıktan sonra babamla konuşmaya başlıyorum: “16 Mayıs’ta Yapı Kredi’de retrospektif sergini açtık. 1940’lardan 2000’lere dek uzanan serüvenini sunduk. Çok etkileyici bir sergi oldu, senin de çok beğeneceğinden eminim. 70 yıllık yolculuğun zamana karşıydı, zamanın ötesindeydi. Retrospektifin, Mustafa Kemal Atatürk’ün İstanbul Fotoğrafları sergisiyle birlikte yer aldı. Bunun da Turhan Selçuk seni çok mutlu ettiğinden eminim”. İlhan Selçuk’un da belirttiği gibi “zaman artık Turhan’a çalışıyor”du. Turhan, tüm zamanları, geçmişi, şimdiyi, geleceği kapsıyor öngörüsüyle ve karikatürleriyle. Aynı olgu eksiksiz İlhan Selçuk için de geçerli. 1982 tarihli “Hoşgörü Uygarlıktır” adlı yazısında İlhan Selçuk, “Ne fikirleri yasaklamaya, ne kitapları yakmaya gerek vardır. İyiyi ya da kötüyü insan aklıyla, sağduyusuyla ayıracaktır” diyor. 23 Haziran’daki İstanbul seçiminde bunu hep birlikte gördük. Halk, iyiyi ve kötüyü aklıyla, sağduyusuyla ayırdı. Kültür sanat evi Selçuk kardeşler, bizlere, hepimize, gençlere ne denli güçlü, etkileyi İlhan Selçuk ci, gelecekçi yazılar, kitaplar, karikatürler bıraktılar. Retrospektif sergisini açarak babama karşı görevlerimden en az birini tamamladığımı düşünüyorum. Bundan sonra babamın ve amcamın zamanaşımına direnen karikatürlerini, yazılarını, kitaplarını yeniden yayımlamak, kültürel miraslarını geleceğe taşıyarak bir kültürsanat evi kurmak için çalışacağım. Ne mutlu bana Turhan Selçuk gibi bir babam, İlhan Selçuk gibi bir amcam var.... Hacıbektaş Belediye Başkanı Arif Yoldaş Altıok ve eşi Nihan Hanım’a, belediye meclis üyeleri Gül Karabacak ve Dönsel Güler’e, başkan sekreteri Neşe Yağmur Öcal’a, Eda Şahinli ile Tacim Şahinli’ye, Dönnür Türkgüzeli ve Özüm Türkgüzeli’ne içtenlikle teşekkür ederim. Tam da zamanı: ‘Karanlıktaki umut’ FERİDUN ANDAÇ Okuduğunuz kitapta yakaladığınız bir cümle sizi duraklatıyor, üzerinde düşünmenize neden oluyorsa; belli ki o elinizdeki kitabı hiç bitirmek istemeyeceksiniz. Kendi okuma deneyimimin bana öğrettiğidir bu: Dura düşüne, not alarak ve yazarak okumak. O nedenledir ki düşünsel metinleri hep kurgusal anlatıların önüne almışımdır. Bilme, öğrenme arzum belirleyicidir burada. Kurgulanan bir metin/anlatı eğer birçok öğeyi içinde barındıramıyorsa yalınkat gelir bana. O kendini hemence ele veren bakışın kurduğu anlatıyı sığ bulurum. Düşündürmediği gibi sözünü imbiğinden geçirememe hali okuma eylemimi sıkıcı kılar. Hele “hiperanlatı”ları, çoğunda salt gevezeliğe yer veren kurguları okumak keçiboynuzu kemirmeyi çağrıştırır bana. Şimdi Rebecca Solnit’in Karanlıktaki Umut: Anlatılmayan Hikâyeler; Muhteşem Olasılıklar (*) kitabını önüme alıp okumaya koyulunca; önceki kitaplarının okuma notlarına dönmemle birlikte, bu kitaplarının neden hâlâ “acil okumadönme rafı”nda yer aldıklarına gülümsedim... Yeryüzünün dertleri Öyle ki; güncelin/gündemin ötesinde, benim okurluğumun ilgi alanlarını göstermesi bakımından, böylesi adlar vererek dizimlediğim kitaplığımda kitapların günbegün birikmesini bir oyun (ama zihin oyunu) arenasına benzetirim. Çünkü orada tarihten sinemaya, felsefeden sosyolojiye, biyografiden denemeye, romandan öyküye, anıdan şiire vb. dair birçok konudaki okunmuş kitaplar yan yana durur. Okunma sırasını bekleyenlerin de bundan farkı yoktur. İşte bu okuma çeşitliliği arasında kendine yer açabilen Rebecca Solnit düşünce yapısı ve geliştirdiği söylemlerle ufkumu açan, bana sürekli yeni şeyler taşıyan, hayata ve yazıya dair sorgularımı/sorularımı çoğaltan entelektüel bir anlatıcıdır benim gözümde. Çağının vicdanı bir göz/bakış/duyuştur da diyebilirim. Kitaplarındaki yazılarının her birini okurken daha çok okumak/yazmak/düşünmek gereği duygusunu taşıyor bana. Evet, daha çok sormak/sorgulamak, bilmek/anlamak için gitmek ve görmek gerektiğini de hatırlatır sürekli. Onun yüzünü döndüğü her konu, ele alıp değindiği her sorun yangın yerine çevrilen yeryüzünün en temel dertleridir. İtiraz eden bilinç Her gün onlarcasına tanık olduğumuz olaylarından, çevre felaketlerine, cinsel tacizden ötekileştirmeye, mültecilikten savaşa, insanlığın yeryüzü serüveninde yaşadığı her bir açmaz/sorun onun bakışında ortak bir bilince dönüşen etkileyici sözdür. Eleştireldir, gören gözün sorgulayıcı bakışı, itiraz eden bilincidir. Rebecca Solnit Yakındaki Uzak (2014), Kaybolma Kılavuzu (2015), Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi (2016), Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar (2015) kitaplarından sonra Karanlıktaki Umut’ta, bu kez 2000’lerin dünyasının nereye/nasıl/neden sürüklendiğiyle bizi yüzleştiriyor. Onun yakaladığı/önemsediği dil/ söylem biçimi “aktivist” olmanın ötesinde düşüncenin/duygunun gören, hisseden vicdanıdır. Evet, Solnit, vicdani bir ses olarak yükseltiyor bakışını. Olagelenlerin nedenlerini sorgularken derleyip gösterdikleriyle susan/sinen, göremeyen/görmek istemeyenlere de uyarıcı oluyor. O nedenledir ki ondan okuduğunuz her bir söz düşündürücü, iç burkucu, sorgulayıcı bir anlama bürünüyor sizin de bilincinizde. Değişimin durarak, bekleyerek olmayacağına da bir ses/ uyarıdır onun bakışı. “Bir kıyıda beklemek, iyimser veya kötümser bir bakışı kuşanmak yerine; eylem gerek” der adeta. Eğer umutlanmak istiyorsak eylem kaçınılmaz. “Yapıp ettiklerimizin nasıl ve ne zaman önem kazanacağını, kimi ve neyi etkileyeceğini önceden bilmesek de, yapıp ettiklerimizin önem taşıdığı inancıdır umut” (s.11) Toplumların geçiş ve kriz dönemlerinde çöken karanlığı aydınlığa çevirebilmenin yegâne yolunun umutlu bir bakışla donanmış eylemsellik olduğunu söylemek gerekir. Rebecca Solnit, baskı rejimlerinde sivil itaatsiz örgütlenmenin/sesin ne denli önem taşıdığının altını çizer. Yakın zamanda yaşanan “Arap Baharı”nı ateşleyen kıvılcım aslında böylesi bir itirazın sonucuydu. Sanırım bu anlamda toplumlar birbirlerine de ilham veriyor. Bu öyle bir dalgadır ki; birikerek kasırga etkisi yaratabiliyor toplumların doğasında. “Gezi”nin getirebileceği dalganın önünü alabilmek için kurgulanan “15 Temmuz” kalkışması; aslında toplumsal sürüklenişin ve ekonomik ve sosyal alanda yaşanan çöküntünün doğurabileceği sonuçları az çok göstermektedir. Doğrusu, Solnit’in şu değerlendirmesi de bu bağlamda önem taşır: “Fikir ve değerlerdeki değişimler de yazarların, bilim insanlarının, entelektüellerin, sosyal aktivistlerin ve sosyal medya kullanıcılarının çalışmaları sonucunda oluşan kimin ve neyin önemli olduğu, kime kulak verilip inanılması gerektiği, kimin ne gibi hakları olduğu hakkındaki varsayımların zamanla geçirdiği değişimlerden doğan sonuçlar eskisinden çok farklı bir hal almaya başlayana dek, bu sorunlar önemsiz ya da ikincil gibi görünür.” (s.13) Bu da, aslında, dönüşümün ibresini gösteren hatırlatmadır. Yani ötede “sakil” görünenin kendini her alanda “ana akım” olarak tanımlayanlara karşı biriktirdiklerinin nasıl bir eylem biçimine dönüşebileceğinin işaretlerini verir. Şu gerçekliği göz ardı etmemeli bence; toplumların belli dönemeçlerdeki “seçim”leri geleceklerini belirlemede bir “tarih”e dönüşebilir. Salt tarih anlatmıyor bunu. Rebecca Solnit’ vari toplumun vicdanı olabilen entelektüel sesler de yazıp ettikleriyle bunun işaret fişeği olabiliyorlar. Solnit, böylesi gidişin dönüşümüne dair yaptığı bir belirlemede şöyle der: “Gücün gölgelerden ve kenarlarda kalmış olanlardan geldiğini, umudumuzun ilgi odağındaki aydınlıkta değil kıyıda köşede kalan karanlıklarda olduğunu hatırlatır. Umudumuzun ve çoğu zaman gücümüzün.” (*) Rebecca Solnit, Karanlıktaki Umut: Anlatılmayan Hikâyeler; Muhteşem Olasılıklar; Çev.: Şeyda Öztürk, Siren Yay., 2019, 197 s.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle