19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 19 HAZİRAN 2019 ÇARŞAMBA [email protected] TASARIM: BAHADIR AKTAŞ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Atatürk’ü Koruma Kanunu3 HAMDI YAVER AKTAN Yargıtay Onursal Daire Başkanı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanun da değerlendirilmiştir. Kimi zaman Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun ifade özgürlüğünün önünde engel olduğuna ilişkin söylemlere karşın AİHM, kanunun yürürlükte olmasını meşru görmüştür. Bir başka anlatımla kanunun yürürlükte olmasını meşru kabul ederek, Akçam/ Türkiye Kararında (25 Ekim 2011, Başvuru No: 27520/07) yaptığı gibi normu mahkum etmemiş ve bu bağlamda potansiyel mağdur kavramını irdelemeyi gereksiz bulmuştur. Odabaşı ve Koçak/Türkiye Davasında (21 Şubat 2006, Başvuru No: 50959/99) kanunla ilgili olarak demokratik bir toplum için zorunluluk ölçütüne dayanarak müdahalenin sosyal bir zorunluluğu karşılayıp karşılamadığını, izlenen meşru amaç ile sınırlamanın orantılı olup olmadığını ve ulusal makamlar tarafından sunulan gerekçelerin yerinde ve yeterli olup olmadığı hususlarında inceleme yaptığını açıklamıştır. Özçelebi/Türkiye Davasında da (25 Haziran 2005, Başvuru No: 34823/05) “ilgilinin ifade özgürlüğü hakkını kullanmasına yönelik yapılan müdahalenin kanunla öngörüldüğünü” özellikle vurgulamıştır. AİHM, Vural/ Türkiye Davası’nda (21 Ekim 2014, Başvuru No: 9540/07) ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamanın Ata Atatürk’ü Koruma Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının Atatürk’e karşı duyduğu ortak bağlılığı, saygıyı ve sevgiyi koruduğu bir olgudur. türk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’a dayandığını, kanunun ilgili hükümlerine göre söz konusu kısıtlamanın yeterince açık olduğunu ve öngörülebilirlik koşullarını taşıdığını belirtmiş ve bu nedenle de müdahalenin kanunla öngörülebilirliğinin mevcudiyetini benimsediğini açıklamıştır. Kanunun hukuki değeri Atatürk’ü Koruma Kanunu Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının Atatürk’e karşı duyduğu ortak bağlılığı, saygıyı ve sevgiyi koruduğu bir olgudur. Korunan hukuki değerin Atatürk’e duyulan saygı olduğunu AİHM de özellikle belirterek Özçelebi Davasında: “Mahkeme, Atatürk’ün modern Türkiye’yi temsil eden önemli bir kişi olduğunu ve Türk parlamentosunun, Atatürk’ün hatırasına hakaret edici ve Türk toplumunun duygularına zarar verici nitelikte olduğu kanısına vardığı bazı eylemleri cezalandırmayı tercih ettiğini hatırlatmaktadır” (§ 49) değerlendirmesini yapmıştır. Benzeri bir değerlendirmeyi Vural/Türkiye Davasında, Kanun’un “başkalarının şöhretini veya haklarını koruma amacını güttüğünün kabul edilebileceğini” belirtmiştir. Odabaşı ve Koçak/Türkiye Davasında ise AİHM, “Atatürk’ün, Türkiye’nin kurucusu ve şahsının da modern Türkiye’nin bir simgesi olduğunu açıklamış”, (§ 23) Vural) Tür kiye Davasında da aynı gerekçe ve değerlendirmeyi tekrarlamıştır.” (§ 65). Odabaşı ve Koçak Kararında AİHM, olaylar ve değer yargıları arasında ayrım yaptığına işaret ederek olayların gerçekliğinin kanıtlanabilir, ancak değer yargılarının doğrulanmasının ispatlanabilmesinin mümkün olmadığını belirtmiş, Özçelebi Kararında da “müdahalenin amacına ilişkin olarak, başvuranın mahkum edilmesinin, başkasının onurunun ve haklarının korunmasının hedeflendiğini kabul ettiğini” (§ 47) açıklamıştır. Somut olay bağlamında inceleme yaparken AİHM, müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığını, ulusal mahkemenin mahkumiyet gerekçesine göre kendini konumlandırdığını ve ulusal mahkemenin mahkumiyet gerekçesinin ikna edici verilerle ortaya konulup konulmadığına baktığını ifade etmiştir. (Özçelebi Kararı, § 48). Orantısız yaptırım Özçelebi/Türkiye Kararında, mahkumiyete neden olan sözlerin hangi bağlamda söylendiğinin ulusal mahkemenin gerekçesinde tartışılması ile olay yerinin aleniyet arz eden bir yer olup olmadığının araştırılmamış olmasını ve sözlerin etkisini değerlendirmesini esas almıştır. Hatta söylenen sözün, Türkçede aşağılayıcı anlamı bulunsa bile, yerel mahkemenin, bu ifadenin kullanımının, dava koşullarında neden Atatürk’ün anısına hakaret oluşturduğunu değerlendirmemiş olmasını gerekçesizlik olarak görmüştür. (§ 50) Gerçekten de anılan kararında AİHM, bir bakıma ve örtülü olarak sözün yan anlamı üzerinden yeterli gerekçenin yazılması halinde ihlal kararı vermeyeceğine işaret etmiştir. Ayrıca, özgürlüğü kısıtlayıcı ceza yerine, seçenek yaptırımlara yönelinmemesini izlenen meşru amaçla orantısız bulduğunu vurgulamıştır. Görülmektedir ki AİHM, Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun gereksizliğine ilişkin bir saptama yapmamakta, kanunun mevcudiyetini demokratik toplumda gerekli görmekle, sınırlayıcı niteliğini de Atatürk’ün anısına duyulan saygıyı koruması bağlamında meşru olarak kabul etmektedir. İhlal kararı verdiği somut olayda ulusal mahkemenin gerekçesinin yetersizliğini gözlemlediğine işaret etmektedir. Gerekçelerin isabetli yazılması ve diğer koşulların da gerçekleşmesi halinde Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun hiçbir hukuki sorun doğurmadığı anlaşılmaktadır. Türk ulusunun ortak değerine saygının korunmasının önemi gözetilerek muhakeme hukukuna göre soruşturma ve kavuşturma evrelerinde gerekli özenin gösterilerek Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun uygulanmasında zorunluluk bulunmaktadır. Atatürk, mülteci iddialarına ne yanıt vermişti? SADIK YAŞAR Sosyal medyada iktidar partisini savunan paylaşımlarıyla bilinen Tuğrul Selmanoğlu, Beyaz TV’de Türker Akıncı’nın sunduğu “Ne Var Ne Yok” programına katılarak, Suriyeli mülteciler sorununun konuşulduğu programda, konuyu Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e getirerek, Atatürk için “mülteci” dedi. Olay sosyal medyada hızla yayıldı. Tuğrul Selmanoğlu, Suriyeli mültecilerin ülkemizde yaşamasını savunurken “Şunu bir kere çok iyi bilmesi lazım o insanların. Çoğu Atatürkçüyüm falan diyor ya. Atatürk’ün kendisi Selanik göçmeni, mülteci” ifadelerini kullandı. Programa katılan bir diğer konuşmacı Erem Şentürk ise “Mülteci demeyelim, Osmanlı toprağı orası. Niye mülteci olsun” sorusunu yöneltti. Tuğrul Selmanoğlu, konuşmasının devamında şu skandal cümleleri kullandı: “Oradan bir sürü insan göçüp gelmedi mi abi Türkiye’ye? Selanik’ten kaç tane mülteci geldi ülkemize? Göçmen, mülteci neticede başka bir idarenin eline geçmiş, oradaki Osmanlı himayesi kalktığı için insanlar canını malını emniyete almak için ana yurduna gelmiş bu mültecidir.” Bu kişinin, mülteci kavramı Bu kişinin, mülteci kavramının ne anlama geldiğini bilmediği aşikâr. Kendisi, bir vesile olsa da Atatürk’e dil uzatsam diye pusuda bekleyenlerin ilki değil. Sonuncusu da olmayacaktır. Benzer bir olay 2 Aralık 1922’de Meclis’te cereyan etmiştir. nın ne anlama geldiğini bilmediği aşikâr. Kendisi, bir vesile olsa da Atatürk’e dil uzatsam diye pusuda bekleyenlerin ilki değil. Sonuncusu da olmayacaktır. Buna benzer bir olay 2 Aralık 1922’de Meclis çatısı altında cereyan etmiştir. Birinci Meclis’te Atatürk’e muhalif olanlar Atatürk’ün doğum yerinin o günkü sınırlar içinde yer almadığını ve iskân tarihinden itibaren 5 sene aynı yerde ikamet etmediğini hesaplayarak yeni seçimlerde milletvekili seçilememesi için seçim kanununda değişiklik yapılmasına dair bir önerge hazırlamışlardı. Atatürk, kendisine karşı yapılan bu kumpasa karşı söyledikleri dünün “Tuğrul”larına cevap olduğu gibi bugünün “Tuğrul”larına da cevap olma özelliğini taşımaktadır. Atatürk, Meclis’te şunla rı söylemiştir: “Bu tasarı özel bir amaç güdüyor. Bu amaç bana yöneltildiği için, izin verirseniz, birkaç sözcükle düşündüklerimi bildireyim. Bu tasarı, doğrudan doğruya, beni yurttaşlık haklarından yoksun bırakmaya yönelmiştir. On dördüncü maddesinde yazılı satırları gözden geçirecek olursanız, göreceksiniz ki; Büyük Millet Meclisi’ne seçilebilmek için, ya Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde kalmış yerlerin halkından olmak ya da bu seçim bölgelerinden birinde yerleşmiş olmak, göçmen olarak gelmişse yerleşmesi üzerinden en az beş yıl geçmiş olmak şart koşuluyor. ‘Benim ne suçum var’ Ne yazık ki doğduğum yer, bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. Herhangi bir seçim bölgesinde beş yıl olsun oturup kalmış da değilim. Doğum yerim bugünkü sınırlar dışında kalmıştır ama bunda benim ne eksiğim, ne suçum var! Bunun nedeni, bütün ülkemizi, darmadağın etmek, yok etmek isteyen düşmanların dilediklerini tam gerçekleştirmekten alıkonamamış olmasıdır. Eğer düşmanlar amaçlarına tam ulaşmış olsalardı, Tanrı korusun, bu tasarıya imzasını koyan bayların memleketleri de sınır dışında kalabilirdi. Bundan başka, bu maddenin istediği koşul bende yoksa, aralıksız beş yıl bir seçim bölgesinde oturup kalamamışsam, bu da, yurda yaptığım yararlıklar yüzündendir. Eğer bu maddenin istediği koşulu kazanmaya özenseydim, İstanbul’u kazandırmakla sonuçlanan Arıburnu ve Anafarta savaşlarını yapmamaklılığım gerekirdi. Eğer ben bir yerde beş yıl oturup kalsaydım, Bitlis’i ve Muş’u aldıktan sonra Diyarbakır’a doğru ilerleyen düşmanın karşısına çıkmamaklığım, Bitlis ve Muş’u kurtarmayı gerçekleştiren ödevimi yerine getirememekliğim gerekirdi. Bu bayların istedikleri koşulları kazanmak isteseydim, Suriye’yi boşaltan ordularımızın kalıntısından Halep’te bir ordu kurarak düşmana karşı koymamaklığım ve bugünkü ulusal and (Milli Misak) sınırlarını o günden çizip gerçekleştirmemekliğim gerekirdi. Sanırım ki ondan sonraki çalışmalarımı bilmeyen yoktur. Hiçbir yerde beş yıl oturamayacak kadar uğraşıp didinmiş bulunuyorum. Ben sanıyordum ki, bu yararlılıklarımdan dolayı ulusumun sevgisini, saygısını kazandım ve belki bütün İslam dünyasının da gözüne girmiş bulunuyorum. Bütün bu sevgilere karşılık, yurttaşlık haklarımın elimden alınmak isteneceğini hiç düşünemezdim. Tasarlıyordum ki yabancı düşmanlar canıma kıymak yoluyla bu yönden yararlı olmaktan beni alıkoymaya çabalayacaklardır. Ama hiçbir zaman aklımın köşesinden geçmezdi ki yüce Meclis’te bunlarla bir düşünen iki üç kişi olsun çıkabilecek! Bunun içindir ki şimdi ben anlamak istiyorum: Bu baylar seçim bölgeleri halkının duygularını ve dileklerini mi dile getiriyorlar? Yine bu baylara karşı söylüyorum: Milletvekili olduklarına göre bütün bir ulusun da vekili sayılırlar. Peki, ulus bu baylarla bir düşüncede midir? Benim yurttaşlık haklarımı elimden almak yetkisi bu baylara nereden verilmiştir? Bu kürsüden, yüksek kurulunuza ve bu bayların seçim bölgeleri halkına ve bütün ulusa soruyorum ve karşılık istiyorum.” 5. yıl dönümünde ‘Adalet Nöbeti’ AHMET TATAR KumpasDer Başkanı İnsanların hayatında önemli tanıklıklar vardır. Aradan yıllarda geçse “ben oradaydım” dersiniz. Anımsadığınızda o anların heyecanını sevincini ya da hüznünü tekrar yaşarsınız. Şayet elde edilen bir başarı söz konusu ise o günün gönül rahatlığını, bahtiyarlığını bir kez daha hissedersiniz ve içinde sizin de tuzunuzun bulunmasından onur duyarsınız. İşte 18 Haziran 2014 Çarşamba günü akşama doğru saatlerini hatırladığımda içimi kaplayan hüzünle karışık sevinci ve sımsıkı sarıldığımız dostlarımızla akıttığımız gözyaşlarını hiç unutmayacağım. 2007’de Ergenekon operasyonlarıyla başlayan kumpas süreci, Kafes, Amirallere Suikast, Poyrazköy, Balyoz operasyonları ile dalga dalga toplumun her kesimindeki yurtsever, Atatürkçü aydınları, subayları tasfiyeye yönelmişti. Siyasi iktidarın tam desteğini arkasına alan Fethullahçı örgüt, devletin bütün kurumlarını fiilen ele geçirmiş, neredeyse iktidarın tamamını ister hale gelmişti. Hedeflerine ulaşmada önlerindeki en büyük engelin TSK olduğunu tespit eden Fethullahçı örgüt, emniyetteki ve yargıdaki bütün gücünü kullanarak orduya hâkim olma noktasına gelmişti. Balyoz davası, ordunun ele geçirilmesinin son aşaması olarak görülüyordu. Dava, Fethullahın savcı ve hâkim kılığındaki tetikçileri tarafından kotarılıp, çok önceden dizayn edilen Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ne gönderilmiş ve 9. Daire’nin oybirliği ile ordunun Atatürkçü subayları dipsiz kuyulara atılmıştı. Esasen kurulan kumpas Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı idi ve Atatürk ilkelerine bağlı, yurtsever Türk halkının önemli bir kesimi bunu görüyordu. Bütün engellemelere karşı mücadele her alanda devam ediyordu. Fakat 1725 Aralık sürecine rağmen, vatanseverlerin tutsaklıkları devam ediyor, moralleri hızla kötüleşiyor ve birçoğunda ciddi sağlık problemleri nüksediyordu. Bu durum, daha önce Kuddusi Okkır, Abdülkerim Kırca, Yarbay Ali Tatar, Kaşif Kozinoğlu gibi onlarca vatanseveri kaybeden dışarıdakileri kaygılandırıyordu. Nitekim Mamak Askeri Cezaevi’ndeki açık görüşte kızını oyalamaya çalışan Albay Murat Özenalp düşüp beyin kanaması geçirdi ve maalesef 1 Mayısta Hak’ka yürüdü. Bu olay bardağı taşıran son damla olmuş ve daha Özenalp’in cenaze töreninde avukat Şule Nazlıoğlu önderliğinde Adalet Nöbeti’nin kararı alınmıştı. 5 Mayıs 2014 sabahın da Anayasa Mahkemesi’nin önünde Murat Özenalp’in acısı hâlâ yüreğimizi dağlarken, destek veren milletvekilleriyle beraber yağmur altında Şule Abla’nın okuduğu Adalet Nöbeti manifestosunu dinliyorduk. 46 gün kararlılıkla sürecek Adalet Nöbeti, o günden itibaren başlamış oldu. İlk günden itibaren adalet savaşçısı Şule Nazlıoğlu Erol ve avukat arkadaşları, Deniz Kuvvetleri’ne komutan olmayı reddedip dostlarının yanında yer almayı seçen Amiral Atilla Kezek, cüssesinden büyük yüreğiyle gazeteci Müyesser Yıldız, bütün gücüyle nöbetin lojistiğini sağlayan TESUD emekçileri, Sessiz Çığlık eylemcileri vardiyanın nöbetini devraldılar. Bütün engelleme ve vazgeçirme çabalarına direnildi. Tek bir talebimiz, Anayasa Mahkemesi’nin bu hukuksuzluğu gidermesi ve hiçbir suçu olmayan dostlarımızın serbest bırakılmalarıydı. Anayasa Mahkemesi’nden müjdeli haber, 18 Haziran 2014 günü öğleden sonra avukat Şule Ablamızın telefonuna, saat 13.30 gibi geldi. O andan itibaren AYM önüne yığılan yüzlerce insanın bir sevinç yumağı olduğunu hatırlıyorum. Yaşanan bunca kayıptan, acıdan, zulümden sonra nihayet buruk bir sevinçti paylaşılan. Evet buruktu hepimizin yüreği, çünkü eksikti bir yanımız. Ama o güzel insanların ruhunun bizimle birlikte olduğunu biliyorduk. Halimiz tam da şairin “Yaprak döker bir yanımız / Bir yanımız bahar bahçe” dizelerindeki gibiydi. Adalet nöbetçileri bir mücadele verip kazandılar, ama ne adalet arayışı ne de FETÖ ile mücadele bitti. O günden sonra yeterince mücadele edip sesimizi duyuramadık ve bütün uyarılarımıza rağmen siyasi iktidar gereken önlemlerde gecikti ve 15 Temmuz hain darbe girişimini yaşadık. FETÖ ile mücadelenin hukuk ve adalet temelli olarak yürütülmesi gerekiyordu. Maalesef hukuk hiç olmadığı kadar araçsallaştırıldı ve adalet mekanizmasının imajı, güvenilirliği istenilen seviyeye ulaşmadı. Dolayısıyla da FETÖ’nün siyasi bağlantılarının üzerine gidilemediği gibi, çok farklı toplumsal kesimlerden yeni mağduriyetler yaratıldı. Bugün Adalet Nöbeti’nin 5. yıl dönümünde içimiz hâlâ buruk. Bu aksaklıkların yaşanmaması için yaptığımız mücadelenin yetersiz kaldığını kabul ediyor ve daha fazla gayret göstermenin tarihsel bir sorumluluk olduğunun altını çiziyoruz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle