23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 6 MART 2019 çarşamba cengiz.yildirim@cumhuriyet.com.tr TASARIM: İLKNUR FİLİZ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Ölümünün 6. yılında Aydın Aybay’ı saygıyla anıyoruz Aydın bir insan... Memet Erdem Aybay / Oğlu Her insanın babası özeldir. Benim için de öyleydi. Erkek çocuklar için baba bir idoldür. Büyüdüklerinde onun gibi olmak isterler. Hukukçu bir ailede doğdum. Annem avukat, babam hukuk profesörü. Böyle olunca sabah kahvaltılarında, akşam yemeklerinde masada hep hukuk konuşulurdu. İnsan ister istemez etkileniyor ve bu da meslek seçiminde belirleyici oluyor. Üniversite sınavında hangi bölümü tercih edeceğim, fakülteyi bitirdikten sonra nasıl bir yol izleyeceğim üç aşağı beş yukarı belliydi. Herkesin sevip saydığı bir hukuk profesörünün oğluydum ben. Hukuku bana sevdirmişti zaten küçüklüğümden beri. Bütün bunların sonucu olarak şu anda hukuk alanında akademik kariyerime devam ediyorum. Lisans öğrenimim boyunca ve ardından akademik gelişim süreci içerisinde onun hep koruyucu elini hissettim. Ne zaman karşıma hukuki bir sorun çıksa, biliyordum ki bana sabırla cevap verecek, beni dinleyecek ve çözüm üretecek bir insan vardı karşımda. Şanslıydım, çünkü çok saygı duyulan bir hukuk profesöründen aklıma takılan tüm soruların cevabını alabiliyordum herhangi bir zamanda. Bu dünyadan göçüp gitmiş olsa da hep bu şansı hissediyorum, hissetmeye de devam edeceğim. Aslında şanslı olan sadece ben değildim. Onunla birlikte çalışma fırsatını yakalamış ve şu anda akademik camia içinde olan tüm arkadaşlarım da sohbeti ne zaman açılsa onu rahmetle anıyorlar. Gençlere hep sevgiyle yaklaşırdı, kimseyi kırmamaya özen gösterirdi. Sabırlıydı, meraklıydı. Ölümüne dek bu merakı sürdü. Yeni çıkan tezleri büyük bir ilgiyle takip ederdi. Düzenli olarak Yargıtay kararlarını inceler ve yorumlardı. Ülkedeki tüm hukuki sorunlara karşı duyarlıydı, fikirlerini çeşitli ortamlarda ifade ederdi. Yazısı çok kuvvetli bir bilim adamıydı. Düşündüklerini sade ama etkili bir biçimde yazıya dökerdi. Bütün bu özellikleri onun olağanüstü hukukçu kişiliğini anlatıyordu aslında. Diğer taraftan hukuk dışında kendisini bağlı hissettiği bir kurum daha vardı: Cumhuriyet gazetesi. Kendimi bildim bileli her gün Cumhuriyet gazetesi alınırdı evimize. Gazetenin okurları Aydın Aybay kimdir? 1929’da İstanbul’da doğdu. İlk ve ortaöğreniminden sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Mezun olduğu 1953 yılında aynı fakültenin Medeni Hukuk Kürsüsü’ne asistan olarak atandı. 1958’de doktor, 1963’te doçent ve1973’te profesör oldu.1979’da İstanbul Üniversitesi’ne bağlı Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin kuruluşuna katıldı, dekan yardımcılığı görevinde bulundu. YÖK’ün 1402 sayılı yasaya dayandırdığı bir kararla üniversiteden uzaklaştırıldı. Da nıştay kararıyla 7 yıl sonra döndüğü İstanbul Üniversitesi’nden 1996’da emekli oldu. Bir yıl sonra da Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanlığına getirilen Aybay, on yıla yakın bir süreyle yürüttüğü bu görevden ayrıldıktan sonra 2012 yılına kadar bu üniversitede öğretim üyesi olarak çalışmaya devam etmiştir. 1993 yılında Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi olarak Cumhuriyet Vakfı senedini hazırladı. 6 Mart 2013 günü aramızdan ayrılmıştır. Eşi olmaktan onur duydum Burcin Aybay / Eşi 19541955 ders yılı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1. sınıf öğrencisiyiz. Medeni Hukuk pratik çalışmasına genç, incecik bir hoca girdi. İsminin Aydın Aybay olduğunu sonradan öğrendik. Asistandı. Bizim zamanımızda asistanlara hoca derdik, saygı duyardık. 1959 yılında son sınıfa geldiğimizde hocaları mızı daha iyi tanımaya başlamıştık. Aydın Hoca, herkesin sevip saydığı, mütevazı, yardımcı, güvenilir bir kişiydi. Bütün öğrencilerin Aydın abisiydi. Sonra da sınıfın eniştesi oldu. Aydın Aybay, çok kişinin bildiği gibi, katıksız bir aydın, namuslu bir bilim adamı idi. Onun öğrencisi ve eşi olmaktan hep onur duydum. Nur içinde yatsın, ışıklar içinde uyusun. Çok özlüyorum. nın, kendisinin birçok yazısını; özellikle 2. sayfadaki yazılarını, okuduğunu tahmin ediyorum. Gazeteye yazı vermek dışında Cumhuriyet Gazetesi Vakfı’nın kuruluşundaki olağanüstü gayretlerine benim gibi onu tanıyan herkes şahittir. Vakfın şu andaki yönetim kuruluna şubat ayı içerisinde aile olarak yaptığımız ziyaret sırasında, kendisi hakkında söylenenler dolayısıyla bir kez daha gurur duyduk. Bu vesile ile de başta Sn. Alev Coşkun olmak üzere tüm vakıf yönetim kurulu üyelerine ailem adına teşekkürü bir borç biliyorum. Aslında babamı anlatmak için daha çok satır gerekiyor. Ancak ne yazsam yeterli olacağını sanmıyorum. Kendimce bir şeyler anlatmak istedim bana tahsis edilen bu yer içerisinde. Hayatımda hep örnek aldığım, yolundan gitmeye çalıştığım, dürüst, namuslu, “aydın” bir bilim insanı, şefkatli bir babaydı Prof. Dr. Aydın Aybay. Şimdi yanımızda olmasa da bize öğrettikleri, bize aşıladıkları asla unutulmayacak. Bu da onun kalbimizde ölümsüz olmasını sağlıyor. Zaten geride bıraktıkları da ölümsüzlüğünü belgeliyor fikrimce. Işıklar içinde uyu babam, güzel insan... Babam... Elif Leman Aybay / Kızı Şanslıydım ben; bu dünyada böyle bir anneye ve babaya doğmuş olmaktan ötürü, istenerek ve anne karnında, henüz doğmamışken babası tarafından adıyla sevilen bir çocuk olduğum için şanslıydım. Çocukluğumdan beri babamı hep dengeli, tutarlı biri olarak hatırlıyorum. Kabahatli olduğum durumlarda bile duygularının hiç aşırıya kaçtığını, fazla dalgalandığını görmemişimdir örneğin. Bugün baktığımda varlığımızın onu mutlu ettiğini düşünüyorum. Mesleğiyle ve daha geniş sosyal çevresi içinde de fazlasıyla doyumlu bir hayat sürdü babam. Onu en çok yazı masasının başında, kalem tuttuğunda tombul bir kuşa benzeyen eli, işini iyi yapan adamların koyu ciddiyetiyle hatırlıyorum. En dikkat çekici yönlerinden biri de bana göre, çoğu kişinin kızgınlıkla tepki vereceği durumlarda, öfkeye kapılmadan aldığı nesnel tavırdı. Karşısındakini kendi durumunun tuhaflığı içinde değerlendirip durumu asla kişiselleştirmezdi. Kavgadan değil akılcı, saygılı bir bakış açısından yanaydı o. İçsel huzuru olan biriydi ve sanırım bunda kendini gerçekleştirmiş olmanın büyük payı vardı. Mesleğini aşkla yaptı ve bununla ilintili farklı yapılarda da, ülkesinin haktan hukuktan yana medeni bir ülke olması yolunda yine böyle bir tutkuyla canla başla çalıştı. Hak ettiği yerlere ulaşmış, kendini gerçekleştirmiş biriydi ve bu bağlamda, bütün aydın insanlar gibi, ülkesine, Cumhuriyete olan sorumluluğunun bilinciyle yaşadı. Hayatının asıl damarlarından biri bu uğurda akıyordu. Kendi menfaatlerinin, bir meslek adamı olmanın ve hatta çok iyi bir hoca olmanın ötesinde böylesi bir ideal için yaşadı babam. Ve ben böyle bir babam olduğu için şükrediyorum. Çalışmanın, öğrenmenin erdemini, idealler uğrunda yaşamanın gönencini, insanı nasıl insan kıldığını, yücelttiğini sanırım ben babamın hayatına bakarak öğrendim. Biz de bu idealleri öznel hayatlarımıza geçirip elimizden geleni yapacağımızın sözünü vererek bizleri bırakıp gidişinin yıldönümünde onu özlemle, sevgi ve saygıyla anıyoruz. Daver Darende / Emekli Diplo matYazar Yaşamını ülkesinin aydınlık yarınlarına adayan, Atatürkçü kimliği ile hiç sönmeyen bir ışıktı benim için Ceyhun Atuf Kansu. Lirizmin şairi o büyük insan hep Ata’nın izinde yürüdü, Anadolu yollarına koyularak yürekten sevdiği halkıyla bütünleşti, o halka yardım elini uzattı. Gericiliğe ve bağnazlığa karşı savaş açan Ceyhun Atuf Kansu, “Bütün bunları ben Ceyhun Atuf Kansu’yu 100. doğum yıldönümünde anarken Milli Mücadele’den gelen ruhu Anadolu’ya aşılamak isteyen Ceyhun Atuf Kansu, yaşamı boyunca Atatürk ilke ve devrimlerinin yılmaz savunucusu oldu, ilkelerinden asla ödün vermedi. Atatürk’ten öğrendim” derken, babası Nafi Atuf Kansu’nun bilgisizlik, sefalet ve bağnazlığa karşı sürdürdüğü savaşını anımsıyordu. Ceyhun Atuf Kansu, Nâzım linmiyor. gibi benim gençlik yıllarımın Milli Mücadele’den gelen şairidir. Duygu yüklü, içten ruhu Anadolu’ya aşılamak is likli şiirleri, onun üstün ni teyen Ceyhun Atuf Kansu, ya telikli kişiliğini, insancıllığı şamı boyunca, Atatürk ilke nı yansıtır. Onun ve devrimleri şiirleri, düz yazı nin yılmaz sa ları sıcaklık do vunucusu ol ludur, sevgiyi, du, ilkelerin hoşgörüyü aşılar den asla ödün bizlere. vermedi. Kansu’nun Ceyhun Atuf “Vatansız kalmış Kansu her za vatanımı seviyo man laik, halk rum”, “Dostu arı çı, ulusçu ve yorum, soruyo devrimci bir rum, dost nere Cumhuriyet’ten de?”, “Yalancı yana oldu. Ulu çok, gerçek dost yok” sözleri, na Ceyhun Atuf Kansu önderi “Ortaçağa savaş aç sıl unutulur? mış başöğret Kansu, yalnız çocuk dokto men” olarak tanımlayan Cey ru değildi, büyük bir yürek hun Atuf Kansu’yu 100. do ti, halkı ile bütünleşen, onla ğum yıldönümünde ra yardım elini uzatan duy “Yerine koymak, kutsamak gu yüklü bir yürek... Bu de o gülü ğerli ozanımızın “Beni bil Hangi yerine? se bilse çiçekler bilir”, “Yur Mustafa Kemal’in bahçesine dumun çiçeklenmesi için da Bir ulusun suladığı, beslediği ima yaşadım”, “Yaşamak sa Yediveren bağımsızlık gülü!” vaşmaktır, kendimi bildim dizeleriyle saygı ve özlemle bile” dizeleri belleğimden si anıyorum. 74. YIL YUNUS NADİ ÖDÜLLERİ 2019 Cumhuriyet gazetesinin kültür ve sanat ödülleri kapsamında düzenlenen karikatür yarışmasına, uluslararası karikatür sanatçılarının yarışma sergisi ve albümüne desteği sürüyor. Mikhail Zlatkovsky / Rusya Kuşkulu ‘beka’ sorunu üzerine Eğer hâlâ bir beka tehdidinden söz edilebiliyorsa bunun en temel sebebi, kendisinin Suriye’de atılması gereken adımları atmamasındandır. Seçim sürecinde dillendirdiğiniz beka sorunu, ülkeye mi yoksa iktidarın varlığına mı ilişkindir? AHMET YAVUZ Bir süredir gündemimizi “beka” kavramı meşgul ediyor. Konuya temas edenler de ağırlıklı olarak ya iktidar perspektifinden ya da karşıtlığı üzerinden meseleye yaklaşıyor. Beka kavramına ilişkin yazı kaleme almayı tasarlamışken, HBT’de (Sayı 153, 1 Mart 2019) Tınaz Titiz’in “Kuşkusuzluk bir hastalık mıdır?” başlıklı çok anlamlı yazısını okudum. Yazıda, avcıtoplayıcı atalarımızdan itibaren kuşkunun nasıl doğduğu ele alınmış. Alıntıladığım şu ifade konunun önemini açıklıyor: “Diğer bütün yetenekleri üstün olabilen çok sayıda insan (ve canlı) sadece kuşkusuzluk nedeniyle silinip yok olmuşlar, yalnızca kuşku duyabilenler kalmıştır.” Toplumlarda zamanla ortaya çıkan refah, insanların çoğunda kuşkuculuğu zayıflatmış, küçük bir azınlık ise bu özelliğini korumuştur. İşte bu azınlık, halen insanlığın ulaştığı refah seviyenin yaratıcısıdır. Mucitler onlardan çıkıyor. Aynı şey sosyal alanda da geçerlidir. Kuşkucuların ağırlıklı olduğu toplumlar egemenliklerini doğru kullanmasını bilmişler ve beka tehditlerine karşı daha az duyarlı bir yapıya kavuşmuşlar. Diğerleri için ise tersi... Beka, var olma ve ayakta kalmaya ilişkin bir kavramdır. Olumsuz dönüşümler de zamanla beka sorunu doğurur: Aklın ve bilimin rehberliğini kaybetmek, ittifaklar içinde bağımsızlığını kaybetmek, laiklikten uzaklaşmak vb.. Beka, refah ve özgürlükler Kişinin en öncelikli kaygı alanıdır. Kişilerin ötesinde şirketler, kurumlar, devletler bu kaygıyı duyarlar. Hatta ülkeler için en önemli endişe kaynağıdır. Ülkeler, milli güvenlik siyaset belgelerini hazırlarken beka, refah ve özgürlükler üçlüsünü merkeze koyarlar. Tarihsel derinlik içinde ele alındığında, bekaya en çok imparatorluklar tanık olmuştur. Roma, Bizans, Osmanlı, AvusturyaMacaristan imparatorlukları, Rus Çarlığı bekalarını yitirmişler; Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Güneybatı Kafkas Geçici Hükümeti/Kars Demokratik Cumhuriyeti ya da İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti koşullar değişince ortadan kalkmışlardır. Yıldırım Bayezid’in Timur ile 1402’de yaptığı Ankara Savaşı’nda yenilmesi Osmanlı Devleti için beka sorunu yaratmıştır. Yine 1826’da II. Mahmud tarafından Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasının ardından yaşanan 1827’de Navarin Deniz Muharebeleri, 18281829 OsmanlıRus Harbi, Sırbistan’ın özerkliği ve 1832’de Yunanistan’ın bağımsızlığını doğurmuştur. Nihayetinde İngiltere ile 1838’de yapılan Hünkâr İskelesi Antlaşması beka sorununun yaratıcıları arasındadır ve yapılan bütün reformlara rağmen 80 yıl sonra devlet çökmüştür. Genç Cumhuriyet ise çeşitli isyanlar karşısında ve II. Dünya Harbi esnasında/sonrasında çeşitli tehditlere maruz kalmış; 1980 öncesinde, 90’lı yılların ilk yarısında ve nihayet 2016’da tanık olduğumuz ha inlik ile beka kaygısını hissetmiştir. Refah ile beka arasında kuv vetli bir bağ vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenleri arasında birçok etmen sıralanır. Kimi tarihçilere göre bunlar arasında en önemlisi İpek ve Baharat yollarının kontrolünü kaybetmesidir. Ya da bu yollardaki rota değişikliklerinin refah üzerindeki etkileri diyelim... Günümüzde daha yoğun olmak üzere, beka ile özgürlükler yani demokratik hayatın muhafazası arasındaki ilişkinin önemi de tartışmasızdır. Bunu hukuk devletinin hâkimiyetiyle ifade etmek de mümkündür. Her ne kadar emperyalizmin hedef ülkeleri kendine göre şekillendirme arayışının baskın bir rolü olsa da ülkeler içinde yaşanan huzursuzluklar, yaşandıkları yerde beka sorunu doğurmaktadır. Günümüzde Ortadoğu’da yaşanan çatışmalarda bunun izlerini görmekteyiz. Açılım, FETÖ, Suriye Ülkemiz, tarihsel süreç içinde çok çeşitli güvenlik tehlikeleriyle karşı karşıya kalsa da bunların tamamıyla başa çıkmasını bilmiştir. Bu başa çıkmada hem devlet adamlarının her ne kadar bir kısmını kendileri yaratsa da hem de halkın feraseti önemli rol oynamıştır. Günümüzde iktidar sahiplerinin ileri sürdüğü gibi bir beka sorunu var mıdır? Yoksa potansiyel bir tehdit abartılmakta mıdır? Daha da ötesi, halkın 31 Mart seçimlerinde oyunu alabilmek için kullanılan bir vasıta mıdır? Geriye dönüp baktığımızda üç önemli gelişmenin ülkenin güvenliğine damga vurduğunu görürüz: Açılım, FETÖ, Suriye... Bu üçünün bileşiminden kaynaklı bir beka sorununun oluştuğunu ileri sürmek yanlış olmaz. Bu üç sorundan ilk ikisinin büyütücüsü, sonuncunun ise yaratıcısı mevcut siyasi iktidar olmuştur. İktidar, 2015’te “açılım”dan cayarak, 2016’da FETÖ’nün tamamen açığa çıkması ve Suriye’de ise Kürt kantonlarının birleştirilmesiyle ortaya çıkan durumun vahametine ayıkarak, hem Fırat Kalkanı hem de Zeytindalı harekâtına karar vermek suretiyle oluşturulmak istenen koridoru kesintiye uğratarak; söz konusu beka tehdidini çekirdek haline döndürmüştür. Eğer hâlâ bir beka tehdidinden söz edilebiliyorsa bunun en temel sebebi, kendisinin Suriye’de atılması gereken adımları atmamasındandır. Fırat’ın doğusunda Suriye devletinin egemenliğini sağlamak, çekirdek halindeki beka tehdidini daha da küçültmenin ve kolay yönetilebilir kılmanın en etkili yoludur. Eğer bu adım atılmıyor ve buna rağmen her gün birkaç defa beka tehdidine vurgu yapılıyorsa başka bir soruyu sorma hakkımız vardır: Seçim sürecinde dillendirdiğiniz beka sorunu ülkeye mi yoksa iktidarın varlığına mı ilişkindir? Kuşku duymamak beka sorunu yaratır... Eğer bizim bilmediğimiz bu ölçekte bir tehdit varsa, halkı cepheleştirmek yerine birleştirmek, hukuk devletini zayıflatmak yerine kuvvetlendirmek gerekmez mi? Üstelik Doğu Akdeniz’de daha büyük bir cepheyle karşı karşıya kalmışsak ve hatta iyice yalnızlaşmışsak... Kuşku aklın yarısıdır... C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle