25 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Pazartesi 6 Ağustos 2018 2 TASARIM: EMİNE BİLGET haber Üniversite pazarı Eskiden üniversite sınav dönemi, sınavın stresini liseden itibaren yaşamaya başlayan öğrenciler ve onların velileri için öncesiyle sonrasıyla telaşlı, heyecanlı bir süreci beraberinde getirirdi. Artık öyle değil. Sınava giren öğrencilerden de çocuklarını sınav kapılarında bekleyen, sonrasındaki gelişmeleri onlarla aynı heyecanla yaşayan annebabalardan da daha büyük bir stresle, içleri pır pır, “Allahım n’olcak, sen hayırlısını bol bolamaç ver” diyerek bu dönemi geçiren bir kesim daha var. Popüler deyişle “özel üniversiteler”, daha formel deyişle, yüksek öğrenimin paralı olduğu vakıf üniversiteleri bunlar. HHH Üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık billboardlarda araba, ayakkabı, çorap, eşarp, parfüm, kozmetik, film, dizi, bikini afişlerinin yerini falanca filanca üniversitenin “Gel vatandaş gel” nev’inden renkli, albenili tanıtımları alıyor. Üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık gazete sayfalarında da boy boy, çarşaf çarşaf ve art arda “seç beğen al” nev’inden kendilerini anlata anlata bitiremeyen falanca filanca üniversite ilanlarından geçilmiyor. Ve üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık televizyon ekranlarında da hareketli mi hareketli, kıpır mı kıpır, fıkır mı fıkır, lafın belini kırmacasına mı kırmacasına ve baş döndürücü tempoda art arda falanca filanca üniversite tanıtım programlarından, daha doğrusu “program paketleri”nden geçilmiyor. HHH Ne billboardlarda ne gazetelerde ne de ekranlarda tabii ki hiç kimse “malım kötü” demiyor. Şu ara sık sık trafikte o televizyon yayınlarının radyodan sürümlerini dinliyorum. Her gün bir başka üniversitenin yetkilisi konuşuyor da konuşuyor. Lâkin dinlerken bir tuhaf oluyorum, kafam karışıyor. “Yahu ben bunu dün de evvelsi gün de dinlemedim mi” diye soruyorum kendime: “Bizde bol miktarda çift ana dal imkânı var. O yoksa yan dal var.” “İş dünyasıyla içli dışlıyız, şahane mi şahane staj imkânlarımız var, diplomasını alanın işi hazır!” “Dünyanın en önde gelen üniversiteleriyle anlaştık; öğrenci/hoca değiş tokuşumuz var; burada başla, git, dünyanın öbür ucunda bitir üniversiteyi!..” “Erasmus, Erasmus; Erasmus!” “Akrediteyiz, akrediteyiz, akrediteyiz!” “Yüzde 25 burs, yüzde 30 burs, yüzde 50 burs, yüzde 100, yüzde 200, yüzde bin 500 burs!..” HHH Hepsinin ağzında aynı terane. Ve hepsi memleketin, top lumun, gençlerin üniversite ihtiyacını karşılamak, nüfus artışıyla giderek büyüyen yüksek öğrenim sorununun üstesinden gelmek için kolları sıvamış, kamu yararına gönüllü seferberlik sergiliyor havasındalar. İnanıyor musunuz?.. Yoksa gülüyor musunuz bu yıllardır karşımızda sergilenen, artık kanıksadığımız trajikomediye?!.. Önceki yıllarda kimsenin inanmadığını, tercih dönemi sonrası koca bir kara delik gibi açık kalan kontenjanlardan ve gençlerin hatırı sayılır bir kesiminin o ya da bu üniversiteye burslu dahi olsa kayıt yaptırmayı reddedip tekrar sınava hazırlanma hedefine yönelmesinden biliyoruz. Yani papaz pilav yemiyor!.. “Geeel vatandaş gel, çift ana dala, Erasmus’a, staj imkânına, akreditasyona, yüzde 50 bursa gel” çığırtkanlığı, kubbede bir boş seda olarak kalıyor. HHH Olan gayet açık: Öğrenci ile alımsatım ilişkisine girmiş “üniversite” tabelalı ticarethaneler var ortada. Öğrenciyi tüm masumiyetiyle “müşteri”, öğretim üyesini de tüm iyi niyetiyle; bilime, düşünceye, eğitime inancıyla içine çekip bir “beyazyakalı işçi” kılmış diploma fabrikaları var ortada. Bilgi üretimini, eğitim disiplinini, eleştirel düşünceyi hiç mi hiç iplemeyen, kârzarar hesabı doğrultusunda ve siyasi iktidara yaranma yahut onu ürkütmeme derdinde birbiriyle yarışan girişimcilerden mürekkep bir “üniversite sektörü” var ortada... HHH “Üniversite” adı altında bir rezaleti yaşıyoruz; içinden, içeriden, içten mi içten şekilde hem de!.. “Eğitimöğretim” adı altında bir bitişi, tükenişi, yok oluşu yaşıyoruz. Baudrillard’ın “simülasyon evreni”nin, yani her yerde, her alanda, her mecrada “tıpkısının aynısı benzetimler” dünyasının, “mış gibi”liğin eğitim/bilim/üniversite eksenindeki dışavurumlarına şahitlik ediyoruz. Üniversitenin eğitsel değil endüstriyel öncelikli işlerlik kazandığı bir teknoekonomik düzenin kaçınılmaz sonucu bu. İnsanlığın değil, sadece ve sadece teknolojinin durmaksızın geliştiği, büyük iletişim/eğitim bilimci Neil Postman’ın niteliğini “Teknopoli” olarak netleştirdiği bugünün dünyasında... “Bilgi endüstrisi”nin; yani bilginin (daha doğrusu “enformasyon”un) bir seri üretim sürecinde ha bire sunulması sonucu bilgi nasıl ihtiyaç olmaktan çıkıp “atık” haline geldiyse... Bir “üniversite endüstrisi”nden söz eder olduğumuz şu “hali pürmelal” içinde üniversitenin de ihtiyaç olmaktan çıkıp atık haline gelmek üzere olduğu bir noktaya hızla ilerliyoruz. Daha yazacak çok şey var; hele şu tercihler bir belli olsun bakalım!.. Alevler Mati’yi sararken Angelopulos’un eşi, kızı Katerina ve torunu evdeydi. Denize kaçarak kurtuldular. Geriye filmleri kaldı ‘Tek üzüntüm, Anna, hiçbir şeyi tamamlamamış olmam. Hepsini müsvedde bıraktım, kelimeler oraya buraya dağıldı’ diyordu yaşlı yazar, Theo Angelopulos’un unutulmaz filmi Sonsuzluk ve Bir Gün’de. Yunan yönetmenin Mati’deki eviyle birlikte küle dönen arşivindeki el yazısı kelimeler de yitip gitti böylece. Heybeliadalı yazar Petros Markaris, 40 yıllık dostu ve çalışma arkadaşıyla o evde geçirdiği günleri Cumhuriyet’e anlattı. “9Mart 1996, Cumartesi. Sulu kar yağıyor, hava buz gibi. Mati’ye giden yol ıslak ve bom boştu. Atina’nın dış çeperinde ki bu caddeler, kış aylarının bu ıssızlığında çok hoşuma gidiyor. Doğduğum ve ço cukluk yılları mın çoğunu ge Berivan Aydın çirdiğim Heybeliada’daki sonbaharları, yazlıkçı Markaris Angelopulos ların ardından ıs sız kalan sahillerde tek başıma geçirdiğim zamanları hatırlatı yor bana.” Yazar ve senarist Petros Markaris’in Sonsuzluk ve Bir Gün’ün fikirden filme dönüşme sürecini anlattığı Günlük* bu sahneyle açılıyor. Ardın Cunta yıllarından notlar yok oldu Hep el yazısıyla yazardı, ömründe bilgisayar kullanmadı. Bazen çalışırken ‘Dur, dur, burada bir iki not almıştım okuyalım’ der, dan etrafı çamlarla sarılı, iki katlı bir yazlık eve dönüyor kamera. Kapı “Bana en çok acı veren nedir, biliyor musunuz? Kumpanya’da senaryo yoktu, çünkü cunta zamanıydı ve Angelopulos yazılı notlarını çıkarırdı. Senaryoları sekreteri bilgisayara geçirirdi, bunların kopyası yı usta yönetmen Theo Angelopulos açıyor. İkilinin 40 yıllık ortak mesaisine ve dostluğuna tanıklık eden o ev, geçen haf bir şey olmasını istemiyordu, korkuyordu. Yalnızca notları vardı. Onları okuyup sete gider, prova yaparken diyalogları bulurdu. Senaryo yoktu. Bütün bu Kumpanya notları yok artık. O kadar acı ki bu... Yalnızca anı, hatıra olarak değil. Gelecek kuşaklar, sinemayla ilgilenenler hiçbir şey bulamayacaklar şimdi. Yunanistan’ın en önemli vardır. Ama notlardan geriye hiçbir şey kalmadı. n Gözlerinizi kapatıp Mati’deki evi düşününce ne canlanıyor gözünüzde? ta Atina’nın kuzeydo yönetmeninin şahsi arşivinden geriye hiçbir şey Çok güzel bir evdi, de ğusunda 90’ı aşkın can alan yangında küle döndü. 2012’de trafik kazasında ölen yönetmenin eşi, kızı ve torunu canlarını zor kalmadı. Kimin aklına gelirdi Mati’de böyle feci nize yakın, bahçeli. Theo birTyüarşnkölgneyıornlerdmçyeıkaaYalpcsusüanadkryaüedndşrlıkaüakern’bdnmdueaknerilhzmlae.er”rspkeaü‘mAbl ouamnlhaalcaanayrşıkautdniuye?güpnaevnşeojrrgudairdirl.saaAirnçıma’kldaaıeşphmraedtariımyrgdıi,tıç‘.tGoi‘ğkAüiçnmsseeiaşzntdeae kurtardı. Fakat Angelopulos’un çalışamam’ diye yanıt verirdi. O el yazısı notları, şiirleri, kitapla güzelim evde kapkara bir odada, rının olduğu arşivi de evle birlik yalnız Sonsuzluk ve Bir Gün de te yandı. ğil birçok senaryo üzerinde çalış “Angelopulos’un saçma ölü dırdım, yazlıkta olduklarını bili tık. Sonra eşi dostu gelirdi, bah münü aşamadım bir türlü. Hâlâ yordum. Eşi Fivi’yi arıyorum ya çede konuşur gülüşürdük. filmlerini izleyemiyorum ağla nıt vermiyor cebi. Kızı Eleni’yi n O günlerden en keyifli hatı maktan. Yetmiyormuş gibi bir aradım, ‘Denizdeler bilmiyoruz ranız neydi o evde? de yangın geldi” diyen Markaris, ne olacak’ dedi ağlayarak. Bere O kadar çok ki seçemem... Mati’de biriktirdiği anıları, yi ket kurtuldular. Kâbus gibi bir Ama Sonsuzluk’a başladığımız tirdiği dostuna duyduğu hasreti gün yaşadık. Ertesi gün konuştu günü unutamam. Çok güzel bir Cumhuriyet’e anlattı. ğumda eşi dedi ki ‘Ev yandı bit gündü, hava serindi. Otobüsle n Büyük geçmiş olsun size, ti, bütün arşiv kayboldu’... Bu ar gittim eve. Beni karşıladığında sevdiklerinize. Yangın günü şivde ne var yalnız Theo biliyor baktım kasket takıyor. Bana ‘Sen neler yaşadınız? du. Benim bildiğim, çalışma ofi böyle başı açık mı geziyorsun’ Mati’de yangın başlayınca çıl sinden gayrı ne varsa o evdeydi. diye sordu. Dedim ki ‘Seni ancak çekimlerde kasketle görüyorum, şimdi evde de mi takıyorsun?’ Başladı gülmeye. Sonra üst kata çıktık, büyük bir çalışma odası vardı orada, başladık konuşmaya nasıl yapalım diye... Çalışmanın büyük kısmı orada geçti. Aklıma Sonsuzluk’un senaryosu geldiğinde hep bu evi hatırlıyorum. n Kitabınız Günlük’te 40 yıllık dostluğunuzun da hikâyesi var. ‘Eskiden umutlarımız, alternatif çözümlerimiz, anlaşmazlıklarımız olurdu. Şimdi yalnızca birbirimizi onaylıyor, kötümserliğimizi vurguluyoruz’ diyorsunuz. Gerçekten umutlarımız vardı. Sonradan bunlar yavaş yavaş azaldı. Bu 40 yılda çok şey değişti Yunanistan’da, dünyada... Cunta zamanı çok zordu ama düşlerimiz vardı. Çalışmaya, direnmeye gücümüz vardı. Sonradan o da ben de yaşlandık. n Cunta yıllarında baskıya nasıl direndiniz? Çeviriyle çok uğraştım o zamanlarda. O zamanki anlayışım şuydu: Avrupa’yla, edebiyatla bağlarımız kopmamalıdır. Onun için mesela Bertolt Brecht külliyatını cunta yıllarında çevirdim. Şansım, o dönem bir yandan da büyük bir çimento fabrikasında ihracat şefi olarak çalışıyor olmamdı. Şirket bana kalkan oldu. Onlar olmasa hapse girerdim. n Roman ve senaryoya ağırlık verdiniz sonra... Romanlarımı dikkatle okuyanlar bilir ki bölümleri aslında edebi anlamda birer bölüm değil, birer sekanstır. Sinemaya daha yakındır. Tüm bunları Theo’dan öğrendim. O vefat ettikten sonra bir daha senaryo yazmak istemedim. Bazen söylüyorlar yaz diye, ‘Ben yalnız roman yazıyorum’ diyorum. *Sonsuzluk ve Bir Günlük, Petros Markaris. İstos Yayınları, 2014. ANGELOPOULOS Sinemanın epik şairi Birlikte yas tutabilmek‘LeyleğinGecikenAdımı’ Yunanistan’da son on yılın en ölümcül yangınları, başkent Atina’ya semalarını kara dumanlarla kaplayacak kadar yakındı. Yangının kasıp kavurduğu Rafina civarında herkesin bir yakını, bir tanıdığı vardı. Kara haber alan da, almaktan korkan da yas tuttu şehirde. Sokakta, iş yerlerinde, restoranlarda sessizlik hâkim oldu. Yunan hüküme ti üç gün yas ilan etmese de ölenlerin anısına saygıyla susacaktı Atina. Halbuki suyun bu yakasında, birileri diğerlerinin acısına sevinir oldu çoktandır. Kutuplaşma öyle derin ki ölüm bile aşamıyor. Toplum, birlikte yas tutmuyor. Heybeli’de doğup Atinalı olan Markaris bu konuda ne düşünüyor? “Yunanlar başkalarının acısını çok iyi anlıyorlar. Herkesin birleştiği nokta, hükümete karşı duydukları öfke ve kin oluyor. Hükümette kim olursa olsun, bu felaketlerin önüne geçilmemesine tepki gösteriyorlar. Ama felaketin acısını, çekenlerle paylaşabiliyorlar.” Modern Yunan tarihi ve siyasetini ustalıklı alegorilerle beyaz perdeye taşıyan Theo Angelopulos, görkemli ve hüzünlü estetiği, kadim mitlere göndermeleri, uzun ve genel planlara dayanan diliyle 20. yüzyılın sinema tarihine geçti. Filmlerinde göçmenleri, sürgünden eve dönenleri, yaşam ve ölüme dair derin duyguları, geçmişle şimdinin ve gerçekle nostaljinin iç içe geçtiği hikâyeleri ele aldı. Yunanistan’ın ekonomik krizi hakkındaki filmi Diğer Deniz’in çekimleri sırasında Pire’de bir motosikletin çarpması sonunda yaşamını yitirdi. 76 yaşındaydı. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle