13 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Pazar 18 Eylül 2016 EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK 15 Yeni kitabı “Cin Aynası”nı okurla buluşturan Ercan Kesal, “Kendini sevmekten kendine saygı duymaya vakit bulamayan insan tipinin gündemde olduğu bir çağdayız” diyor ve ekliyor: “Ne yazık ki toplum olarak artık kötülüğü öğretiyoruz, asıl sorun burada. Öğrenilmesine gayret ettiğimiz şey kötülük; acıma, aldırma, bas geç, ez geç...” ‘Kendimizi sevmekten Can erok saygıya vakit bulamıyoruz’ ‘Sessizce izlemek çağın hastalığı’ n Kitapta “Suçluyuz, kederliyiz” diyorsunuz. Ülkede olan bitenler konusunda kendinizi ne kadar suçlu görüyorsunuz? Ne kadar kederlisiniz? Herkesin yaşanan her şeyle ilgili sorumluluğu var. Susmak, itiraz etmemek, görmezden gelmek bile suçluluk duygusu için yeterlidir. Yok saymak, karşı çıkmamak, sessizce izlemek çağın hastalığı. Bu anlamda da herkes yeterince suçlu. Kuşkusuz ben de bu toplumun bir parçasıyım. Kredi kartını zamanında ödüyorum. Ben de kiramı geciktirmiyorum. Mülk edinmeye çalışmak ya da kar getirecek işlerin peşine düşmek anlaşılabilir şeyler. Bütün bunlar beni de bu yapının içinde tutuyor. Bunları yok sayarak yaşamak, bu zamanda pek mümkün değil sanki. n “Umudun ve iyiliğin inancı rüzgârı düşürür bu ateşi” diyorsunuz. Peki bu ülkenin ateşini başka ne düşürür? Umudumuzu ve iyiliğe inancımızı kaybetmemeliyiz. Yoksa bu ateşi harlayacak o kadar çok şey var ki. Herkes elindeki benzini dökmeye hazır. İnsanın kendini sevme bencilliği yerine kendine saygı duyması gerekiyor. n Türkiye nasıl bir ateşin içinde?  Sadece Türkiye değil tüm dünya kocaman bir yangının ortasında. Sanki tek bir coğrafyada yaşıyoruz ve o coğrafyada her sabah yeni bir denkleme uyanıyoruz. Her sabah bitmek tükenmek bilmeyen bir kavganın ve bitmeyeceğine inandırılan bir savaşa açıyoruz gözlerimizi. En kötüsü de bunlara alışmış bir ruh hali egemen. Ama, antropoloji bana şunu öğretti; dünyanın kendine dair bir hafızası var. İnsanlık hafızasının en önemli mecrası da Anadolu. Ben Anadolu’ya çok güveniyorum.  Bu coğrafya mutlaka kendi çözümünü bulup üretecek. Anadolu’nun ferasetine olan inancımı hiç kaybetmedim. Sokaktaki akıla, binlerce yılın kültürel birikimine ve insanlığın hafızasına güveniyorum. CEREN ÇIPLAK “Kimsenin birbirine acımadığı, herkesin kolayca birinden nefret ettiği, birinin ötekine yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği soğuk ve ümitsiz bir dünyada yaşıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz ama sürekli yalnız kalmaya çalıştığımız, yalnızlığımızın yetmediği ve bitmediği bir çağdayız.” Bu sözleri Ercan Kesal’ın yeni kitabından okuyorum... Sonra da arkamızda Galata Kulesi, karşımızda da İstanbul manzarası eşliğindeki sohbetimizle kitabının bizi götürdüğü yere gidiyoruz... Sinemaya Nuri Bilge Ceylan’la başlayan ama daha sonra bu yolda tek başına yürüyen Ercan Kesal, yazdığı kitaplarla da hayatta tecrübe ettiklerini, okuduklarını, gördüklerini paylaşıyor... Yeni kitabı “Cin Aynası” İletişim Yayınları’ndan çıktı. n Kitabın adından başlayalım. “Cin Aynası” ne demek? Nurullah Ataç sinema için öz Türkçede “Cin Aynası” adını önermiş, ama tutmamış. Ben de güzel kitap adı olur diye düşündüm. Benim babam gazozcuydu. Gazozumuzun adı da “Peri Gazozu”ydu. Nevşehir, Avanosluyuz biz. Bu yüzden sloganımız da “Peri Bacaları diyarında Peri Gazozu içilir”di. Radikal’deki yazılarımı “Peri Gazozu” kitabımda toplamıştım. Radikal’de yazarken bir yandan Birgün’ün Pazar ekine de yazıyordum. Ama bunlar daha çok sinema ve edebiyat üzerine yazılardı. İlerde bir kitapta toplarsam adını “Cin Aynası” koyarım diye karar vermiştim zaten. Sonunda seçtiğimiz yazılar ve yayımlanmamış iki uzun öyküyle birlikte “Cin Aynası” ortaya çıktı. n “Suçlu” çoğul bir kelime mi? Galiba, iyilik ya da kötülük yap Ercan Kesal ve Ceren Çıplak bir arada. mak için çok büyük sebeplere ihtiyaç yok. “Cin Aynası”nda Bresson’un “Mouchette” filminden söz ediyorum. Filmin finalinde küçük kız belki de kendisinden küçücük bir “Merhaba” esirgendiği için intihara gittiği yoldan geri dönmez. Bu nedenle, en acımasız kötülükler her zaman “kötü insanlar” tarafından işlenmiyor, “iyi insan” olarak nitelenen büyük çoğunluğun da en azından yapmadığı şeyler yüzünden başımıza olmadık şeyler gelebileceğini de hesaba katmalıyız. n Zannettiğimiz kadar iyi değil miyiz? Nasıl olduğumuzdan daha çok neyin yürürlükte olduğu önemli. İyilik de kötülük de öğrenilebilir kavramlardır ve ne yazık ki toplum olarak artık kötülüğü öğretiyoruz, asıl sorun burada. Öğrenilmesine gayret ettiğimiz şey kötülük; acıma, aldırma, bas geç, ez geç... n O zaman toplumların bugün kötü insanlara mı ihtiyacı var? Kapitalist düzen yalnızca tüketici yarattığı için ihtiyacı olan şey sorgusuz sualsiz talep eden ve sürekli tüketen bir toplum. Artık çok kitap okuyan, sinemaya, tiyatroya giden, müze gezen, parayı önemsemeyen insana kıymet verilmiyor. Ne kadar çok nesneye sahipsen o kadar çok söz sahibisin. Bu değer yargıları çok erken yaşlarda oluşuyor üstelik. Ben “ezik” sıfatını ilk oğlumdan duydum. Mesela sınavda biri 90 alıyor, diğeri 50 alıyorsa o ezik oluyormuş. Okul takımında basket atamayan ezik oyuncuymuş artık. n Bugün sosyal medyada kaç takipçiye sahip olduğun da çok önemli; yoksa ezik olursun!  İşte bu iyi bir şey değil. Aslında, iyilik kendiliğinden ve istenmeden vermek değil midir? Bir çiçeğin kokusunu, bir koyunun sütünü vermesi gibi bir şey. Hiç zorlanmadan, farkında olmadan ve başka bir şey elinden gelmediği için vermek. Ama artık tüketici kavramının yarattığı o “kendini sevmekten” kendine saygı duymaya vakit bulamayan insan tipinin gündemde olduğu bir çağdayız. Bu yüzden kavramlar da belirsizleşti. n Aşka cin aynasından (sinemadan) bakınca başka gerçek aynadan bakınca başka mı? Sinemaya büyülü denmesinin nedeni farklı bir yansıma sunması mı? İnsan, varoluşunu fark ettiği andan beri, içindeki boşluğu doldurma telaşında. Bunu diğer sanat dallarıyla, edebiyatla, müzikle de yapmaya çalışıyor. Ama, hiçbiri sinemanın gücüne erişemiyor, onun yerini alamıyor. Sinema, bizi yeniden hayatın içine konumlandıran bir deneyim sanki. Film seyrederken kendimizi perdedekilerin yerine koyarak, yitirdiğimiz ya da hiçbir zaman sahip olamayacağımız zaman parçasını yeniden yaşıyoruz. ‘Bilginin de bir iktidarı var’ n Kibrin ve üsttenci bir dilin prim yaptığı tavrı neden seviyoruz peki? Bu çağın geçer akçesi bu. Para ediyor çünkü. Pervasızlık, kibir, her meseleyi bildiğini zannedip her konuda uç şeyler söyleyebilme cesaretini “özgürlük” olarak tarif etmek haksızlık değil mi? Bu tuhaf hal, ruhlarımıza sinmiş sari bir hastalık sanki. Hiçbirimizin mükemmel olmadığı muhakkak ama en azından daha kibirsiz ve alçakgönüllü bir davranışı içselleştirmeye gayret etmeliyiz, derim. n Bilgi de bir iktidar mı? Her şeyin iktidarı olduğu gibi bilginin de bir iktidarı var. Bu yüzden kimse o iktidarından olmak istemiyor. Bilgi insanların faydalanması için gerekli ve onların hayatını kolaylaştırmak için sunulan bir şey değil mi? Bu yüzden sıra danlaşmalı ve kolayca yaygınlaşmalı. Bilgi sadece akademik titre/unvan yaratmak için birtakım mahvillerin kendi kendine oluşturdukları kapalı sohbet alanı değil ki. n Kitabınızda masumiyetten de söz ediyorsunuz. Masumiyet tekrarlanabilen bir şey midir?  Kitapta, “Niye yazıyorum?” sorusuna verdiğim cevaplardan biridir o. Masumiyet arayışım çocukluğumu, kasabamı özlediğim için mi, onu mu arıyorum, bilmiyorum. Büyüdükçe iyilik, kötülük kavramlarını, kurnazlığı, hileyi, yalan söylemeyi öğreniyorsun. Ödün veriyorsun. Biliyorsun ama bilmezlikten geliyorsun. Bunların hepsi birikiyor, tortu oluyor, yük oluyor ve sonra bunlardan kurtulmaya çalışıyorsun. Aslında o döngüyü geriye çevirip tekrar çocuk olmak istiyorsun. O ödünsüz, saf ve altın çağa geri dönmek. Çocukluğuna! n Kitabınızda, Nazi toplama kampındaki mahkumların kollarına işlenen numaralara “Tanrı’nın telefon numarası” demelerini belirterek faşizm ve beden ilişkisine değiniyorsunuz. Faşizmin bedenle ilişkisi nedir? İşkencelerin temel prensibinin kişiliksizleştirme olduğu açık. Böylece hayata olan inancını, insana olan umudunu da kaybediyorsun. Faşizm, silikleştirmek, insanı insanlıktan çıkartmak istiyor. Çocuğun saçı biraz uzadı diye makasla kesmek için okul girişinde bekleyen müdürle cezaevine gelen mahkumu hemen berbere götüren cezaevi müdürünün arasında düşünce yapısı olarak fark yok ve hepsi de aynı kaynaktan besleniyor. Orta Sınıf Efsanesi Haluk Yurtsever Yükseliş ve Düşüş Türkiye Solu 19601980 Haluk Yurtsever İŞLETİL BASIM GEN MİŞ C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle