25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KULTUR Felsefe Olimpiyatı’nın birincisi Ruken Asya Çiftçi Türkiye Felsede Kurumu’nun (TFK) 4 Aralık 2016’da 11 ildeki merkezde düzenlediği 21. Türkiye Felsefe Olimpiyatı sonuçları açıklandı. Olimpiyatın ulusal ayağında birinciliği Ruken Asya Çiftçi (Ankara, Özel Tevfik Fikret Anadolu Lisesi), ikinciliği Niyazi Alp Arslan (Çanakkale, Özel Fen Lisesi), üçüncülüğü Salih Eren Kurç (İstanbul, Özel Şişli Terakki Lisesi) kazandı. Pazartesi 26 Aralık 2016 EDİTÖR: EZGİ ATABİLEN TASARIM: BAHADIR AKTAŞ kultur@cumhuriyet.com.tr 15 ‘Hiç umudum kalmadı artık...’ Ahmet Güneştekin, Bakırköy’deki bir AVM önünde sergilenen “Kostantiniyye” adlı eserinin tepkiler üzerine kaldırılmasını gazetemize yorumladı: ‘Çok şaşkın ve üzgünüm. Hiç umudum kalmadı artık’ EZGİ ATABİLEN Sanatçı Ahmet Güneştekin’in geçen yıl Venedik Bienali’nde sergilenen eseri “Kostantiniyye”, sergilendiği İstanbul Ataköy’deki bir AVM’nin önünden kaldırıldı. Ese rin açılışı perşembe akşamı saat 18.00’de yapıl Ahmet Güneştekin mıştı. Saat 23.00’te öfkeli bir grup AVM önüne gelerek “Bu ismi buraya nasıl koyarsınız, burası 1453’ten beri İstanbul” diyerek tepki gösterdi. Sosyal medya üzerinden verilen tepkiler de artınca açılıştan yedi saat sonra Bakırköy Belediyesi kararıyla eserin üzeri siyah brandayla kapatıldı. Tepkiler devam edince AVM sahibinin ricasıyla 5 tonluk eser cuma akşamı kaldırıldı. Ahmet Güneştekin olayı gazetemize değerlendirirken, düğünlerde armağan edilen reşad altınının üzerinde bile “Kostantiniyye” yazdığını vurgulaya rak, şunları söyledi: “Bizans’ı çağrıştırıyorsa İstanbul’un kelime anlamına baksınlar. Sanat eserinin tarihe uygunluğuna bu insanlar mı karar verecek? Bir eser sebebiyle tehdit edilince güvenliğimizi polis sağlayamıyorsa eli palalılar mı sağlayacak? Yurtdışında sanatı karşılık bulan bir sanatçıyım ama ülkemde yaşıyorum. Ülkesinde 50 seneyi geride bırakmış bir sanatçının bunları yaşamaması gerekli. Çok şaşkın ve üzgünüm. Hiç umudum kalmadı artık.” Hepimiz uyanmalıyız‘MEÇHUL KIZ’ FİLMİNİN BAŞROL OYUNCUSU ADELE HAENEL: Adele Haenel şimdilerde Avrupa sinemasının gözdelerinden. Belçikalı üstat sinemacılar Dardenne biraderlerin ülkemizde bu hafta vizyona giren “Meçhul Kız” filminin her bir karesinde o var. Haenel’e göre artık hepimiz için gerçekleri idrak etme zamanı geldi de geçiyor bile... ESİN KÜÇÜKTEPEPINAR “Meçhul Kız”ın her bir karesinde görünen Adele Haenel, Avrupa sinemasının son dönem en aranılan oyuncularından. Belçikalı üstat sinemacılar Dardenne biraderlerin bu yıl Altın Palmiye için yarışan filmindeki idealist genç doktor olarak sıradan bir mesai gününün yorgunluğuyla çalan kapıyı açmayarak derin bir vicdan azabına süreklenecek, hayatını gözden geçirecek. O da zaten Cannes’da yaptığımız söyleşide “Alıştığı, bildiği şeylerin dışına çıkıp hayatına, etrafına öyle bakması gerekiyordu” diyor heyecanla. Zaten hep heyecanla başlıyor cümlelerine. Derken duraksıyor ve temkinli konuşmaya çalışıyor. “Her şey hakkında fikir ve zikir sahibi insanlardan olmak hiç hoş değil”, ondan bu tereddütlü halleri. Bir de Cannes’da bir araya geldiğimiz yuvarlak masa söyleşisinin ortak dili olan İngilizceye diğerleri kadar hâkim olamamasından, ama çevirmenle konuşmayı da sevmiyor. Fransız öğretmen bir anne ve Avusturyalı çevirmen bir babanın kızı olarak “Nereli hissediyorsun” sorusuna kestirmeden “Fransızım!” yanıtını veriyor: “Fransa’da doğdum, büyüdüm, oranın kültürünü aldım. Dünyanın her yerine gidebilir, sevebilirim ama durum bu”. İlle de Avrupa Hollywood’a gitmeye can atmıyor, Avrupalı yönetmenler tercihi. Bir söyleşisinde ideal yönetmenler listesinde iki isim saymıştı: David Lynch ve Fatih Akın. “Duvara Karşı”dan (2004) hayran Adele Haenel lıkla söz ettiğini hatırlatarak olumlu bir gelişme olup olmadığını soruyorum. Gizemli bir gülümsemeyle “Kim bilir, umut edelim olsun!” diyor. Henüz 12 yaşında, otistik bir çocuğu başarıyla canlandırdığı “Les Diables”den (2002) bu yana çok zaman geçti. Okul, kurslar derken verilen uzun aradan sonra “Nilüferler/Naissance des pieuvres”de (2006) parlaması ise şaşırtıcı değil. Céline Sciamma’nın yönettiği film, yüzme takımındaki üç yeniyetme genç kızın tutkuyu ve cinselliklerini keşfetme sürecini anlatırken birbirlerine duydukları arzunun nedenlerine de hassasiyetle kafa yoruyor. Çekimler süresince Adele de büyümüş, içsel sorgulamalara girmiş, ne de olsa henüz 17 yaşında. “Aniden boyum çok uzamıştı, kendimi çirkin buluyordum” diyor. Tabii ki güzel bir kadın. Uzun boylu, hele ki topuklu giydiğinde hatırı sayılır bir seviyeye ulaşıyor. Ama süslenmeyi pek sevmiyor, zahmetli buluyor. “Erkek Fatma” edasındaki delidolu hallerinde çok cana yakın bulacağınız bir yumuşaklık, bir samimiyet var. Hele ki genizden gelen hafif boğuk ve kalın sesiyle mükemmelen çelişen geniş gülümsemesi pek hoş. Kim bu ‘Meçhul Kız’? Haenel, “Meçhul Kız”daki doktor karakterini ‘bozarak’ oluşturmuş. Yani inandığı, bildiği değerler alt üst olmuş birisinin dağılmışlığını yansıtmak istemiş: “Siyah beyaz değil ara tonlarda yaşıyoruz ve sorunlarımız da bu alanlarda”. Cinayete kurban giden kimliği meçhul genç kadının geçmişini araştırken aslında bir nevi Buda gibi, o da korunaklı hayatından kentin arka mahallerine giderek gördüğü insanlık dramıyla gönül kapısı açılıyor. “Evet, uykudaydı. Suçluluk duygusuyla uyandı, etrafına bakınca da gerçeği idrak etmeye başladı” diyor ve ekliyor: “Hepimiz uyanmalıyız”. Dünyaya şiddet hâkim Genç oyuncu hem iddialı hem de mütevazı olunabileceğine inanıyor. Peki, bu nasıl oluyor dediğinizde alaycı bir kahkahası hazır: “Henüz hiçbir şey bilmediğimi kendime hatırlatarak”. Çok şanslı olduğunu ve şimdiden çok özel yönetmenlerle çalıştığını söylerken de heyecanlı. “Meçhul Kız”da ona başrol veren Dardenne biraderlerden söz açıldığında ise gözleri daha bir parlıyor. Sevinçle seçmelere koşturmuş, “Her oyuncu bir Dardenne filminde oynamak ister. Tabii ki senaryoyu okumama bile gerek yoktu, anında kabul ederdim ama okuttular, minnettarım. Mültecilere, ‘diğerine’ karşı bakışımızı yüzümüze vuruyor” diyor. Kapıyı açmadığı günün ertesinde polislerin gelişiyle kapıyı çalanın siyahi bir kadın olduğunu ve ölü bulunduğunu öğrendikten sonra yaşadığı vicdan azabıyla doktorun hem içsel hem de bizzat dışarıdaki sorgulama sı başlıyor. Meçhul kadının kimliğini ve katilini bulmaya çabalamanın sığınmacı kriziyle kaçamak güreşen ve gerçekçi çözümler üretmeyen Avrupa’nın suçluluk duygusuna nazire olduğu ortada. Hele ki Belçika gibi sömürgecilik günahları ağır olan bir ülkede. Adele Haenel bunu Avrupa ile sınırlamak istemiyor ve “Doktor aslında hepimizi temsil ediyor” diyor. Peki, ya kapıyı çalanı içeri almama metaforunun açıklığı? Buna itiraz etmiyor: “Elbette genç bir doktorun bir anlık yargısı ölümcül bir sonuca ulaşıyor. Ama aslında kötü birisi değil. Şiddetin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Etrafımızdaki korkunç yıkımlara karşı bir savunma mekanizması oluşturuyoruz ve bu da içimize kapanmaya ve duyarsızlığa yol açıyor maalesef. Tabii ki bu yaşanan tekinsizlik duygusunu azaltmıyor, bilakis rahatsızlık verici bir şey ama bir şekilde hayat devam ediyor”. Profesyonel’den 500’üncü temsil İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun kapalı gişe oynayan oyunu “Profesyonel”, 20 Ocak 2010’daki prömiyerinin ardından önceki akşam 500’üncü kez sahnedeydi. Yugoslavya’daki büyük dönüşümden önceki ve sonraki toplumsalpolitik yaşamı, bir entelektüelin yaşamöyküsü içinde, karakomedi türünde ve ironik bir üslupla anlatan “Profes yonel”, bir Duşan Kovaçeviç oyunu. Çevirisi Bilge Emin ve Başar Sabuncu, rejisi ise Işıl Kasapoğlu imzalı. 40 yaşlarında bir edebiyat adamı, bir sekreter ve bir gizli polisin hikâyesini anlatan oyunda Bülent Emin Yarar, Yetkin Dikinciler, Gülen Çehreli ve Cenap Oğuz rol alıyor. Gelecek temsillerin biletleri için: www.biletiva.com RIFAT ILGAZ 105. DOĞUM YILINDA ANILIYOR Hababam şenliği Rıfat Ilgaz Türk edebiyatının unutulmaz isimlerinden usta yazar Rıfat Ilgaz, Kartal Belediyesi tarafından Hasan Âli Yücel Kültür Merkezi’nde düzenlenecek programla anılacak. “Aç Kapıyı Veysel Efendi, Hababam Gibi Şenlik Geliyor” başlığı altında bu akşam 19.00’da başlayacak etkinliğe yazarın oğlu Aydın Ilgaz, Onur Akın, Hüsnü Şenlendirici, Grup Gündoğarken, Fuat Saka, Belkıs Akkale, Suat Suna, Ali Rıza Binboğa, Müjdat Gezen, Ali Altay, Cihan Yıldız, Seyfi Yerlikaya, Orhan Alkaya, Altan Gördüm, En ver Aysever ve Metin Üstündağ gibi isimler katılacak. Sunuculuğunu Burçin Atılgan’ın üstlendiği, Rıfat Ilgaz’ın hayatı ve eserlerinin de anlatılacağı gecede, yorumcular Hababam Sınıfı filmlerinin unutulmaz şarkılarını ve şiirlerini canlı performansla seslendirecekler. Etkinliğin katılımcıları “Hababam Hatırası” bölümünde fotoğraf çektirebilecek, ölümsüz yazar Rıfat Ilgaz’ın fotoğraflarından oluşan fotoğraf sergisini gezebilecekler. Ayrıca Rıfat Ilgaz’la birlikte Sabahattin Ali, Aziz Nesin gibi isimlerin yazdığı, yayın hayatına 1946’da başlayan haftalık mizah dergisi “Markopaşa”yı yeni kuşaklarla buluşturmak için hazırlanan “Yeniden Marko Paşa” özel sayısı da katılımcılara dağıtılacak. Ebedi Gençlik Rüzgârı Gülriz Sururi’nin “Zefiros: Ebedi Gençlik Rüzgârı” adlı kitabını soluk almadan okudum desem yeridir. O kadar rahat ve sürükleyici bir dille yazılmış ki sanki karşınızda Gülriz oturmuş anlatıyor, siz de dinliyorsunuz. Siyasetin, üstelik kötü siyasetin hayatı bu kadar ezdiği, kendi dışında hiçbir alana nefes alma fırsatı bırakmadığı, yalanın ve ölümün bu kadar egemen olduğu bir ortamda, Gülriz’in anıları ilaç gibi geldi bana, mutlu oldum. Çorbada tuzu olanlar Gülriz Sururi ve Engin Cezzar benim tiyatroya ilk adımlarımı attığım dönemde aynı sahneyi paylaşma şansı bulduğum ustalarım. Bizim kuşak açısından tiyatro, “okul”da öğrenilen bir meslek olmanın ötesinde, sahnede, ustaların yanında doğrudan çalışarak sırrına erilen bir sanattı. 1967’de Gülriz SururiEngin Cezzar tiyatrosunda sahnelenen Güngör Dilmen’in “Kurban” oyununda Gülsüm’ü oynamak yeni bir okul olmuştu benim için. Yıllar sonra, 20092010 sezonunda Ankara Devlet Tiyatrosu’nda Suat Derviş’in aynı adlı romanından oyunlaştırıp yönettiği “Fosforlu Cevriye”yi sahneye koyarken, gelip “Kerbela”yı seyretmişti Gülriz; “Ayşe Emel bu oyunu izledikten sonra, iyi ki o zaman Gülsüm rolüne seni seçmişiz diye düşündüm” deyince ne kadar sevinmiştim. Benim konum geçince, Engin Ağabey’e, “Başarısında küçük de olsa bizim de etkimiz olmuştur” dermiş. Olmaz mı Gülriz? Üstelik sadece bana ve sayısız tiyatrocuya, tiyatrosevere değil, bu memlekete de çok katkınız var. Çünkü, “Fosforlu Cevriye” provalarında Lemi Bilgin’le görüşmeye giderken o güzel ve keskin gözlerinden kaçmayan duvardaki yazı bu memleketin harcını karanların düşüncesini özetliyor: “O duvardaki bayıldığım cümleyi bir daha okuyarak genel müdürlük bölümüne girdim: ‘Tiyatro bir memleketin kültür seviyesinin aynasıdır. Mustafa Kemal Atatürk’.” Gerçekten öyleymiş... Nereden nereye geldik? “Zefiros”ta, hayata, anılarına yukarıdan bakmayı başaran yazarın o yumuşacık üslubuyla dile getirdiği şu iç acıtıcı kaygı sanırım çoğumuz tarafından paylaşılıyor: “Ülkem düze çıkmadan bu dünyadan çekip gideceğime inanmaya başladım sonunda.” Sadece “Ayşe” operetinin başına gelenler bile genel panorama hakkında bir fikir vermeye yetiyor. Yetki sahiplerinin önce peşinden koştukları, sözler verdikleri sanatçıyı sonra yarı yolda bırakıvermeleri, bana siyasi süreçte yaşanmış benzer maceraları hatırlatıyor. Toplumun çeşitli kesimlerini kucaklar gibi görünme, iyi geçinme ihtiyacının sonra nasıl kimseye ihtiyacımız yok, her şeyi biz biliriz zihniyetine doğru evrildiğini acı acı düşünüyorum. Bu yöneliş, kifayetsiz kaldıkları alanların, örneğin tiyatronun giderek dışlanmasını, ötekileştirilmesini, önemsizleştirilmeye çalışılmasını beraberinde getirdi. Gülriz Sururi’nin keskin gözlemleri ve karşılaştırmaları, tiyatronun artık “bir memleketin kültür seviyesinin aynası” olarak görülmediğini, en azından bu fikrin karar verici mercilerden uzak tutulduğunu düşündürüyor. “Zefiros”ta bu fikrin yansımasını tüm hatalarına ve kusurlarına rağmen koruyan bir kurum da anlatılıyor: Lemi Bilgin’in genel müdürlüğü dönemindeki Devlet Tiyatroları. Kitapta “Ayşe” opereti ve “Fosforlu Cevriye” bölümlerini peşpeşe okumak, ödenekli tiyatroların niçin vazgeçilmez bir gereksinim olduğunu anlatmaya yetiyor. Üstelik anlatan da, en önemli özel tiyatrolarımızdan birinin kurucusu ve yöneticisi olan, tiyatroyu hem bir yaşam biçimi hem bir iş olarak her anının hakkını vererek, dolu dolu yaşamış, yönetmiş bir duayen, Gülriz Sururi, ebedi gençlik rüzgârı... C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle