Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Pazar 17 Ocak 2016 yorum TASARIM: SERPİL ÜNAY 16 skiden postal, şimdi en pahalısından makosen giyen bir ayağın basa basa ezdiği börtü böcek gibiyiz. Kimimiz kabir, kimimiz hamamböceği. Kimimiz çıyan, solucan. Hatta akrepler var aramızda. Ama çoğumuz karınca. Kabirciler, hamamcılar ve çıyanlar; doğaları gereği önce makosenin tabanını yalamış, tadını beğenmiş, bu ayaktan leşkere azık çıkar sanmış. “Hoş gelmişsin, aman ne iyi etmiş de gelmişsin, tam üstüne bastın, sefalar getirdin!” diye karşılamış cellatlarını. Solucanlar, “Basarsa bassın, nasılsa kıvırırız!” demişler. Akrepler, “Dokunursa sokarız!” diye burun bükmüşler. Şimdi hepsini, hatta başta tabanını yalayan kabircileri, hamamcıları ve çıyanları, ötekilerden daha büyük bir kinle, hırsla eziyor makosen giymiş ayak! Karıncalar tehlikeyi daha yaklaşırken görmüşler. Ama içgüdüleri gündelik işlere koşullu ve bitmeyen koşuşturmaları doğumdan ölüme öylesine ayarlı ki, ne yapacaklarını bilememişler… Belki sağ kalanlar, tabii sağ kalan olursa, birleşip hücum etmeyi, ısırmayı, koparmayı ve ezen ayağı yok etmeyi öğrenecek. Şimdilik basıyor, eziyor, tepiniyor makosenin tabanı tepelerinde… HHH İyi ki toprak kaygan. İyi ki ıslak, cıvık, kımıl, batak bu topraklar. Makosen bastıkça, kabir böcekleri, hamamböcekleri, çıyanlar, solucanlar, akrepler ve karıncalar feryat figan… Bazıları, bir taşla taban arasına sıkışınca cızlamı çekiyor. Ama çoğunu, ki çoğunluk elbette karıncalar; onları ezerek yok etmek kolay değil, bu yıvışık topraklarda. Makosen bastıkça tepelerine, debelene debelene daha derine gömülüyorlar; şimdilik, henüz ölemiyorlar. Aslında makosen bastıkça, onlar da üzerlerine basıldığı oranda, birlikte batıyorlar çamura. Belki de toprak dediğin, zaten ergeç ezeni de ezenle birlikte yutan bir bataklıktan ibarettir, kim bilir? Ama o “er ya da geç”e daha çok var… E a çeneni!’, “Diktatörlük ‘Kap demokrasi ise idir.” ‘Külahıma anlat!’ rejim JEAN LOUIS BARRAULT aranlık bir gece düşünün, vampirler bulundukları karanlık dehlizlerden tek tek çıkıyorlar. Yüzlerinde iğrenç bir gülümseme, çok memnunlar, çünkü en çok çocuk kanını severler ve sokaklar, deniz kıyıları, morglar çocuk cesetleriyle dolu. Bir bölümü, ülkenin karanlık yollarından geçip çocuk cesetlerinin yığıldığı buzhanelere giriyorlar. Buzhaneye girdiklerinde bir sevinç çığlığı atıyorlar, çocuk cesetlerinin yanında, gencecik kadın cesetleri de var. En sevdikleri kan bu! Kadın kanı! Çünkü bu kanı emdiklerinde kendilerini çok güçlü hissediyorlar. Çığlıklar atmaya devam ederek buzhanenin ölü ışığı altında, yuvarlak bir çember yapıyorlar. Vampirler arasındaki hiyerarşiye göre, öncelik fetvalarla yaşayanlarda, onlar özellikle genç kızların bekâret kanına düşkünler. İşlerini görmeye başlıyorlar. Buzhanedeki ölüler arasında iş kazalarında ölenler bir yığın halinde duruyor. İşverenler baştan belirlemişler, işçilerin kanları onların. Şöyle diyorlar: “Bunca zaman onları biz besledik. Bizimdirler!” Vampirlerden bir başka grup, bir deniz kıyısında karanlığın içinde, az sonra batacak bir botun sulara yolladığı çocukların, kadınların, erkeklerin boğulmuş cesetlerini bekliyor. Cesetler soğumadan, işlerini görmeleri gerek. Evet bot batıyor, kıyıdakiler botun battığını görünce, birbirlerini tebrik ediyorlar. “Zavallı saflar, bu botu sağlam sanıyorlardı, ne biçim aldattık onları!” Sonra hep birlikte bekliyorlar, az sonra içine mantar yerine, alçı koydukları can yelekleri denize düşenleri aşağı doğru çekecek, sular küçücük çocukların ağızlarına, burunlarına dolacak ve o küçük çocuklar ölecek. Vampirler ellerini ovuşturarak bekliyorlar. Bir yandan da hesap yapıyorlar, daha ne kadar kolayca batan can yeleği yapabiliriz, diye. Bu işin müptelası oldular, mülteci kanı emmeden yaşayamaz oldular. Vampirlerin bir kısmı, kocaman bir yattan çıkarma yapıp ellerinde listeler, kentlerin içine dağıldılar. Şef vampirleri, o gün kanla duş yapmak istiyor. Canı okumuş yazmışların kanını istiyor. Emir büyük yerden, yardımcılar okumuş yazmışların adreslerine gidip kapıyı vuruyorlar. Kapıyı açan kişiye “Hazırlan gidiyoruz” diyorlar. Bu satırları okuduğunuzda benim çıldırdığımı düşünüyor olabilirsiniz. Hayır, aklım çok başımda, ben sadece bir bilimkurgu senaryosu yazıyorum. Bu bilimkurgu senaryosunda dünyayı yönetenler artık maskelerini indirmişler, birer vampir olduklarını artık gizlemiyorlar ve gece gündüz insan kanıyla besleniyorlar. Ancak hikâyemiz devam ediyor, bir grup insan da, vampirlere karşı mücadele etmek gerektiğini, aksi takdirde dünyanın yok olacağını düşünüyorlar. Peki, nasıl mücadele edecekler? İşte ben burada biraz zorlanıyorum. Önce birbirlerini tanımaları için onlar arasında bir işaret geliştiriyorum. Bulduğum en etkileyici işaret, el ayasına dünyanın her dilinden “barış” yazmak. Bu öyle bir mürekkeple yazılacak ki, onu sadece yüreğinde insan sevgisi yaşayanlar görebilecek. Vampirler ne kadar uğraşsalar da bu mürekkebin sırrını çözemeyecekler. Çünkü onlar kanla besleniyorlar ve sadece karanlıkta görebiliyorlar. Oysa mücadeleye karar verenler her gün şafak sökerken, birbirlerine dokunmak, yeni bir mücadele biçimi bulmak için dağların doruklarında, kentlerin sokaklarında, nehir kıyılarında, denizin ortasında buluşuyorlar. Tam şafak sökerken vampirlerin gözleri kör olduğunda! El ayalarını birbirlerine doğru uzattıklarında, o sihirli mürekkebin dalga dalga çoğaldığını görüyorlar, hissediyorlar. Ve gökyüzünde barış sözcüğü her dilden yazılıyor. Vampirlerin koyu karanlığına inat! Vampirlerin koyu karanlığına inat! K İstibdat ayakları ve böcekler dünyası Biz karıncalar, en başta da ben, tepemize basan ayakkabı tabanını, Hitler’in postalına benzettik, yanıldık. Diktatör deyince aklımıza hep yenik müstebitler, sonu kötü otokratlar; intihar ettikten sonra cesedi bile yakılan Hitler, asılarak idam edilen Mussolini, kurşuna dizilen Çavuşesku falan geldi. HHH Üstümüze yürürken bizim makosen, tuttuğu yolun yol olmadığını, hep birlikte batacağımızı, dilimizin döndüğünce anlatmaya çalıştık. Makosen hep kös dinledi. Çünkü o bizim aklımıza gelmeyeni, ömrünün sefasını sürmüş, eceliyle ölmüş “başarılı” diktatör tabanını gözüne kestirmişti, başından beri. Örneğin Franco modeli ayağına tıpa tıp uyuyor. Bizim makosen bilerek ya da bilmeyerek; onun yürüdüğü gibi yürüyor bu yollarda. Onun bastığı gibi basıyor, eziyor “haşere” bellediğini. İspanya’da Franco postalının “Tanrı’nın lütfuyla” iktidara geldiği formülü vardı, bizim makosen için “Allah’ın elçisi” denildi. Franco’nun postalı, kurduğu devlet modelini Müslümanları kovup İspanya’yı yeniden fetheden Kastilya Kralları’nın altın çağı Reconquista dönemine dabehicak@yahoo.com.tr yandırmıştı. Bizim makosen de 1453’tü, fetihti, filmdi, köprüydü, saraydı falan, dirilişi Osmanlı’ya bağladı. Franco’nun postalı, İspanya’da milli eğitimi Katolik Kilise’ye emanet etmişti. Bizim makosen, Fatih’in torunlarını Hanefi Sünni Diyanet ile İHL’lere yamadı. HHH Franco’nun postalı İspanya’yı ihya etmek, ekonomiyi ayağa kaldırmak, modernleştirmekle övünürdü ki doğruydu. Bizim makosen de öyle. Frankist Nostalji/2015 Franco’nun sansür kurulu kitleleri etkileyecek tüm haberleri yasaklar; şahsına, hükümetine, rejime, orduya, kiliseye bırakın muhalefeti, en küçük bir eleştiri, hatta serzeniş içeren yayınları yaktırır, sorumlularını da hapse atardı. Bizimkinin ne yaptığını zaten biliyorsunuz. Sonuç olarak İspanya, 1936’dan Franco’nun eceliyle öldüğü ve görkemli anıtmezarına alayı valayla gömüldüğü 1975’e; siyasal haberciliğin hükümet sözcülüğünden ibaret, siyaset dışı konuların da zil, şal ve gül tadında konuşulup yazıldığı bir suskunluğa gömüldü. İspanyolların tam 39 yıl boyunca süren bu sessizliğine, sonradan “kurşun yıllar” denildi. Eğer karşılaştırmam doğruysa, gördüğünüz gibi bizim makosenin tabanı altında ezileceğimiz daha uzun yıllar var önümüzde. Ancak İspanya, konuşamasa bile hiç olmazsa zil, şal, gül tadında susuyordu. Oysa bizim ağzımızda kan tadı var. Zaten toprak da kanla sulandığı için kaygan, cıvık, çamur. Batağa saplanmak, daha çabuk ve kolay olabilir. KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK 1.5 mi, 4 mü? nu yıllardır tanıyordum. Çevrecilere sempatiyle yaklaşırdı. “İyi ki bu çevreciler var. Onlar olmasa bütün bu doğal güzellikler yağmalanırdı” derdi. Fakat geçen gün şöyle dedi: “Bu çevreciler de abartıyor kardeşim. Neymiş, yüzyılın sonuna kadar dünyanın ortalama sıcaklığı 4 derece artacakmış. Sıcaklık artışı 1.5 derece sınırlanmalıymış. 2 dereceye bile tepki gösteriyorlar. Ne fark eder kardeşim. Hava sıcaklığı 28 değil de 31.5 derece olsa ne çıkar.” Çevrecilerden söz ederken yüzünü ekşitiyor. O 0.5’lik farkın bazı ülkelerin sular altında kalmasına neden olabileceğinin farkında değil. HHH Bense başka şeyler düşünüyorum. Can Dündar ve Erdem Gül yeni yıla hapiste girdiler. Tutuklulukları cezaya dönüştü. Can ve Erdem için savcı hâlâ dava açmadı. Neden davanın açılması geciktiriliyor? Can Dündar ve Erdem Gül, mahkemenin önüne çıkma hakkına ne zaman kavuşacaklar? HHH Televizyon programına bağlanarak, “çocuklar ölmesin” diyen bir yurttaş, terör propagandası yapmakla suçlanıyor. Peki, ne demeliydi? Ne deseydi, bu ülkede yaşayan insanların bütanahmet@gmail.com yük çoğunluğunun onayını alırdı? Ne deseydi inwww.ahmettan.com sanların büyük çoğunluğunun hissiyatını dile getirmiş olurdu? Bugün, böyle bir tümce var mı? Bir yanda “Bu suça ortak olmak istemiyoruz” diyen akademisyenler hakkında açılan terör soruşturmaları, diğer yanda “kan banyosu”ndan söz edenler... Nereye gidiyor bu ülke? HHH Çevrecileri yüzünü ekşiterek eleştiren arkadaşıma yanıt vermek gelmiyor içimden. “Ülkede onca şey yaşanırken, bula bula çevrecileri mi buldun tepki gösterecek” diyesim var, demiyorum. Önceki hafta bir çevrecinin eleştirisini anımsıyorum: “Yüzyılın en önemli zirvesi yapıldı Paris’te, ama Türk medyası bu habere hiç önem vermedi.” Çevrecileri eleştiren arkadaşıma bilgisayar ekranından Akdeniz’deki bir kıyı kentimizin haritasını gösteriyorum. Arkadaşım, birkaç ay önce o kentte denize yakın bir yerden bir daire almıştı. “Denizin dibinde. Evden çıkıyorum, birkaç adım sonra hoop kendimi denizin ılık sularına bırakıyorum” diye anlatmıştı bana. “Şu haritadan yeni aldığın evin yerini gösterir misin” diyorum. Haritadan evinin yerini bulup bana gösterirken, “Ama bir tuhaflık var” diyor, “Bu haritada sanki benim ev denize daha bir yakın duruyor.” Yanıt vermek yerine bu kez ikinci haritayı açıp ona uzatıyorum: “Şimdi bu haritada evini gösterir misin?” Bocalıyor, yüzü asılıyor. “Benim ev, bizim mahalle, tümden denizin içinde kalmış. Bu nedir?” “1.5 dereceyle, 4 derece arasındaki fark işte bu. Haritalarda 2 derece ve 3 derecenin yaratacağı etkiyi de görebilirsin.” HHH 3 derecelik artış, ki Paris zirvesinde ülkelerin taahhütleri bu sonuca yol açacak, dünyada 150 milyon insanı mülteci konumuna düşürecek. Sadece deniz seviyesindeki yükselme Türkiye’de 1.9 milyon insanı etkileyecek. Belki siz de oturduğunuz yerlerin durumuna bakmak istersiniz. Haritalar İklim Merkezi (Climate Central) web sitesinde var. Haritalara bakıp, bugün yaptığımız seçimlerin yarın hangi sonuçlara yol açacağını görebilirsiniz. O ÇİZGİLİK KAMİL MASARACI kamilmasaraci@gmail.com.tr Bozuntuya vermeden... eredeyse artık “arena”sız ilimiz kalmadı. Bazısında üçer beşer tane var. Arena, İspanyolca kum veya kumluk demek. Eskinin gladyatörlerinin, şimdinin boğa güreşlerinin dövüş alanı. Zeminin kumla kaplı olması, dövüş sırasında dökülecek kanın kolayca örtülebilmesi için. Çok şükür şimdilik o türden vahşet sokak araları ve meydanlarla sınırlı. HHH Siyasi parti delegeleri, arenalarda önce liderlerini seçmek için toplanıyor. Adı arena. Ama nedense liderler arenaya rakipsiz tek başına çıkıyorlar. Belki de haklılar. Çünkü hayatta (ve elbette siyasette) insanın en zorlu yarışı, kendi kendisi ile giriştiği yarış. Bu işin siftahını Tayyip Bey yaptı. Davutoğlu sayesinde sürdürüyor. HHH Dün Ankara Arena’da tarih bu kez, CHP lideri için tecelli etti. O da arenaya rakipsiz çıktı. Arenaların zemini orijinalinde kumluk... Partilerin arenayı seçmelerinin simgesel anlamı ise büyük. Delegelere bir tür “kumda oynama” fırsatı sağlanmış oluyor!.. Kumda sadece çocuk iken oynanmıyor. Yaşça olgunlaşınca, hele de partiler liderden yana tıkanınca kumda oynamak bir yoldur. Kum güvenlidir. Kumdan kaleler yapılır. Gerçi bir seçim dalgasıyla hepsi dümdüz olur. Ama yine de her kurultay, partililere yeniden kumda oynama fırsatı sunar. Ve oyun, Allah saklasın, büyük bir kaza bela veya kaset maset ortaya çıkıncaya kadar sürer gider. Arenalar güvenlidir... Kimseyi sakatlamaz, rahattır, sıcaktır, hiç değilse seçene ve seçenlere iki üç yıl için bir rahatlık sağlar... Geçmiş yanlışların, daha da önemlisi kaybedilmiş seçimlerin üstüne sünger çeker. Son beş yıldır girilen tüm seçimlerin kaybedildiği hep söylendi, yazıldı çizildi. Hatta bunun için lidere meydan okuyanlar da oldu. Ama siyaset bir netice alma sanatı. N 17 OCAK 2016 SAYI: 32974 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına Orhan Erİnç Akın Atalay İcra Kurulu Başkanı Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Tahir Özyurtseven Haber Koordinatörleri Murat Sabuncu Ayşe Yıldırım Başlangıç Yazıişleri Müdürleri Bülent Özdoğan Baydu Can Sorumlu Müdür Abbas Yalçın Görsel Yönetmen Hakan Akarsu l Haber l Ekonomi: Reklam Tanıtım ve Halkla İlişkiler Genel Koordinatörü Ayşe Cemal Reklam Genel Müdürü Özlem Ayden Şalt Reklam Genel Müd. Yrd. Nazende Körükçü Reklam Grup Koordinatörleri Hakan Çankaya Deniz Tufan Rezervasyon ve Planlama Koordinatörü Bülent Gürel Merkezi Müdürü: Aykut Küçükkaya l Dış Haberler: Pınar Ersoy Olcay Büyüktaş l Kültür Sanat: Evrim Altuğ l Spor: Arif Kızılyalın l Gece: Ayça Bilgin Demir l Yurt Haberler: Selin Görgüner l Fotoğraf: Uğur Demir l Düzeltme: Mustafa Çolak Web Koordinatörü: Oğuz Güven editor@cumhuriyet.com.tr Ankara Temsilcisi: Erdem Gül Ahmet Rasim Sok. No: 14 Çankaya 06550 Ankara Tel: (0312) 442 30 50 Okur Temsilcisi: Güray Öz guray@cumhuriyet.com.tr Yayın Kurulu: Orhan Erinç (Başkan), Güray Öz (Bşk. Yrd.), Can Dündar, Ali Sirmen, Hikmet Çetinkaya, Emre Kongar, Şükran Soner, Hakan Kara. l Muhasebe Müdürü: Günseli Özaltay l Satış Dağıtım: Tunca Çinkaya Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: posta@cumhuriyet.com.tr Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: reklam@cumhuriyet.com.tr Yaygın süreli yayın Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul Dağıtım: Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri AŞ Esenyurt/İstanbul Cumhuriyet’te yer alan haber, yazı ve fotoğrafların yeniden yayım hakkı saklı tutulmuştur. İzin alınmadan ve kaynak göstermeksizin yayımlamak Basın Kanunu gereğince hukuki ve cezai yaptırıma tabidir. İstanbul Ankara İzmir NAMAZ VAKİTLERİ İmsak Güneş Öğle İkindi Akşam 05.48 07.19 12.21 14.46 17.10 05.31 07.01 12 .05 14.34 16.57 05.52 07.20 12.28 15.01 17.25 Yatsı 18.34 18.20 18.46 Netice seçim sandığında alınamazsa, kurultay sandığında alınabilir. Ki bu sayede liderin ve kadrolarının görevlerini sürdürme ve sündürmeleri mümkün olur. Bu elbette sadece muhalefettekiler için geçerlidir. HHH CHP liderinin dünkü konuşmasının her sözcüğü yerli yerindeydi. Eksiği yok belki fazlası bile vardı. Mesela, “diktatör bozuntusu” fazlaydı. İktidar kadar, siyaset dilinden ve politik nezaketten muhalefet de sorumludur. “Diktatör” tamam. Ama “bozuntusu?” “Diktatör” yeterince aşağılayıcı... Kesmiyorsa, bırakmalı, üstünü de yardımcılar veya köşe yazarları tamamlasın. Ki, onlara da yanıtı, “diktatörün sözcüleri” veya “havuzun yavuzları” versin. Böylece seviye düşüklüğü, hiç değilse 2. kademe ile sınırlanmış olur. (Bunu, TCK 299’a göre 4 yıla kadar mahkumiyet suçlamasıyla iki kez Cumhurbaşkanı’na hakaret ve iftira suçlaması ile Cumhuriyet savcılarının karşısına çıkmış biri olarak söylüyorum. “Bozuntu” lafının altına bendeniz de imza atabilirim. Ama ben ne ana muhalefet lideriyim ne de devlet protokolündeki yerim Başbakan’dan sonra geliyor!) Kılıçdaroğlu, daha önce “Benim muhatabım o değil, Başbakan Davutoğlu’dur!” diyordu. Bu “muhatap” değişikliği neden? Onunla güreş tutmanın anlamsızlığı iyice ortaya çıktığı için mi? HHH Genel başkanı gerçek bir lider, partiyi de iktidara götürecek yarış, çarşaf liste ile gerçekleşir. Tek kişilik ve tek listelik yarış ise partilileri kumda oynatmaktır. Ve kaçınılmaz olarak diktatör bozuntuları yaratır. Örnekle sabit! C M Y B