16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Perşembe 25 Haziran 2015 14 dizi EDİTÖR: ASLAN YILDIZ ‘Al İşte İstanbul’dan ‘İşte Bunlar Hep İstanbul’a... Hem iyidir hem kötü. İnsanlığın her halini kabullenişindeki bonkörlüğüyle; insanlığı öğütüp yok edişindeki kötücüllüğü başa baş gider. O yüzden şehri hem seversiniz hem nefret edersiniz. Bir yandan ona kapılır, bir yandan ürkersiniz. Cazibesi de iticiliği de aynı kaynaktan beslenir: Benzersizdir; büyülüdür ve maalesef büyücüdür. Ben bu şehirle çok küçükken büyülendim. Önce onunla ilgili anlatılan hikâyeleri dinledim. Şiirleri ezberledim. Sonra onun için yazılmış romanları, hikâyeleri okudum. En sonunda sokaklarına çıktım. GİRİŞ stanbul hem alçakİ gönüllü bir şehirdir hem küstah. Bir şehri, geçmişinden vurup öldürün! ‘Bu yaşlı şehrin durmaksızın düşüşünü ve yozlaşmasını mı görmek istiyorsunuz, önüyle arkasıyla surları dolaşın. Bir şehri öldürmek mi istiyorsunuz; onu geçmişinden vurun.’ Sokaklar bana kaybolmayı öğretti. Ve her kayboluşta bir şeyler bulmayı. Bu bir haftalık yazı dizisi bu şehirdeki son kayboluşumun hikâyesi. Beni bu kez baştan çıkaran, Çetin Altan’la Ara Güler’in 1969 yılında Akşam gazetesi için yaptığı eski bir yazı dizisi oldu. Fotoğrafçı arkadaşım Yücel Tunca’yla birlikte, Altan’la Güler’in sonradan “Al İşte İstanbul” ismiyle kitaplaştırılan o yazı dizisinde izledikleri rotanın peşine düştük. ( Al İşte İstanbul, Çetin AltanAra Güler, YKY,Aralık 1998) Hemen hemen aynı sokaklardan geçtik; aynı mahalleleri dolaştık. Aslında bunu ikimiz de genç birer gazeteci ve fotoğrafçıyken bir kez daha yapmıştık. O yolculuğun hikâyesi 1995 yılında yine Cumhuriyet’te yayımlanmıştı. O zaman karar vermiştik, “Bu iş burada bitmez, yirmi yıl sonra aynı yollara biz yine düşeriz” demiştik. O yirmi yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçti; o yirmi yılda İstanbul’un da, bizim de ve ülkenin de başından bir sürü şey geçti. Çetin Altan’la Ara Güler’in “Al İşte İstanbul”u, bizim neredeyse yarım asır sonraki yolculuğumuzda “İşte Bunlar Hep İstanbul”a dönüştü... İstanbul’u bir uçtan öbür uca kat eden raylı ulaşım araçlarının delip geçtiği Yedikule. Yıl 1969 Çetin Altan’ın röportajından: “Bizans’ın 439 yılından kalma surları Fatih’in toplarına mağlup olmaktan belki de çok yüksünmüşlerdi, ama demokrasilerimizin kendilerine leş kokulu çöp yığınlarından bir nazire göstermesini bu yaşlarda biraz küskünlükle karşılıyorlar.” İstanbul’un surları giderek daha çok aşınıyor, Panorama 1453 Müzesi’nde fotoğraflar daha canlı. İşte, Çetin Altan’ın kaleme aldığı dizide, Ara Güler’in objektifiyle bir İstanbul fotoğrafı. aze ağaç fidanları ve diplerinde sayısız laleyle süslenmiş devasa bir parka uzaktan bakıyoruz. Yanı başımızda Doğu Roma zamanında yapılmış şehir surları, altımızda vahşi bir hayvan homurtusuyla akıp giden trafik... Yeşilliklerle örülmüş geniş bir alanı yer yer delerek kavisler çizen ve birbirine dolanarak kuzeyden güneye, doğudan batıya kıvrılan gri bir yılan gibi kımıldayan bir otobanı yukarıdan seyrediyoruz. Topkapı’dayız. Set üstündeki çay bahçesinde çay içiyoruz. Çetin Altan’la Ara Güler de “Al İşte İstanbul’u yazmaya, aşağı yukarı buralarda, yine surlara dayanmış set üstündeki bir kahvehanede çay içerek başlamış, bizim şu anda gördüğümüzden bambaşka bir şehre bakmışlardı. Ve Çetin Altan gördüklerini şöyle anlatmıştı: “İstanbul’un pislik, mezbelelik, bakımsızlık ve fakirlik ölçeğini görmek mi istiyorsunuz, önüyle arkasıyla surları dolaşınız.” Ben çayımdan bir yudum alıyorum ve neredeyse yarım asır sonra, defterime şu notu yazıyorum: “Bu yaşlı şehrin durmaksızın düşüşünü ve yozlaşışını mı görmek istiyorsunuz, önüyle arkasıyla surları dolaşın. Bir şehri öldürmek mi istiyorsunuz; onu geçmişinden vurun.” Çaylarımızı bitirip yolculuğumuza eski keşmekeşinden, kirinden, pasından ve telaşından eser kalmayan Topkapı’dan başlıyoruz. Yıllar önce şehir dışına taşınan otogar karmaşası; seyyar satıcıların artık duyulmayan telaşlı gürültüsü; çoktandır kurulma T Bir şehrin telaşı... yan bitpazarlarının kiri pası; bir zamanlar her türlü delikte, kıyıda köşede, sur diplerinde mantar gibi biten atölyelerin, depoların hayaletleri, hepsi birden geçmişten hiçbir iz barındırmayan parkın uçsuz bucaksız yeşilliğinde biri ikisi için de insanın geniş bir hayal gücüne ihtiyacı var. Çünkü bu şehir her dönem hayallerin üzerine yıkılıyor ve hayal kırıklıklarından yeniden inşa ediliyor. İstanbul’u bir uçtan öbür uca kat eden raylı ulaşım araçlarının delip geçtiği Topkapı, Yedikule’den Eyüp’e uzanan ve bir restorasyon felaketiyle yenilenip kimliksizleştirilen surların tam ortasında ehil ve üzgün bir yılkı atı gibi. Haliç kıyılarına doğru sur boyu ilerlemeden önce eskiden Trakya Otoparkı’nın olduğu alana kurulan Panorama 1453 Tarih Müzesi’ne bir göz atıyoruz. Altı yıl önce açılan bu müze, 38 metre çaplı bir yarımkürenin iç yüzeyini kaplayan üç boyutlu bir resmin görkemine sırtını dayamış, ziyaretçileri şehrin fetih anına götürmeyi vaat ediyor. Görkemli bir kubbenin altında yıkılan surlar, atılan toplar, şahlanan atlar, yaralanan askerler, cesetler... Şehrin zaptının alegorik hikâyesi tıpkı dışarıda olduğu gibi bu kubbenin altında da mütemadiyen devam ediyor. Bir imparatorluğun yıkılışıyla başka bir imparatorluğun kuruluşu arasında kendi konumunu sorgulayamayacak kadar emperyalizmi içselleştiren uygarlık, bir şehrin fethiyle işgali arasındaki bağlantıyı umursamadan savaşı kazanmış bir imparatorluğun mirasçısı olmanın tadını çıkartıyor. Ecdadı başkalarının yaşadığı toprakları ele geçirdiği için yüzyıllar sonra bile heyecan duyma Şehrin hikâyesi... ya programlanmış kitlesel algının hayranlığıyla dolu bu mekanda farklı duygulara yer yok. 1985 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınmasına rağmen ve Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı döneminde restorasyon cinayetlerine kurban gitmekten kurtulamayan asırlık sur duvarlarına bitişik caddeden Topkapı’nın aşağı tarafına, Ayvansaray’a doğru yürüyoruz. Çökme tehlikesi olan bölümleri desteklemekle yetinmek yerine, surları çağdaş malzemelerle tamamlama ve yapıldığı ilk günkü haline getirme telaşına kapılan bir ülkenin kültürel algısı karşısında ürkmemek mümkün değil. Ülke ekonomisini inşaat ekonomisiyle ayakta tutmaya odaklanmış zihniyet, arkeolojik mimari sınavlarında hep sınıfta kalıyor. Bin yıl önce inşa edilen ve Blakernai Saray Kompleksi’nin bir parçası olarak bugüne dek bir şekilde ayakta kalmayı becermiş olan Tekfur Sarayı, tıpkı surlar gibi akıl almaz malzemeler ve küstah bir müteahhit estetiğiyle tamamlanarak sanki kasten yok edilmiş. Tekfur’da uyuşturucu kuryesi güvercinler, kafası iyi atmacalar endisini kul sanan insan “Benim saçlar da valla böylir. Ama senin güzel kuşlardan kuşa bakar ve kuşkusuz leydi” biri benimkilerden birinin akkuş olmak ister. O kadar baştan “Neden kestin?” lını çelerse, takar onu peşine çıkarıcıdır kuş olmak ve gökyüElini başına götürüp kısacık kendi damına indirir. O kuş arzünde uçmak. Kuşa baktığında saçlarını parmaklarıyla arkaya tık senindir. Eğer kaptırdığım gördüğünü kendisine baktığın doğru itiyor: güzel kuşlarından biriyse yanda göremeyince de üzülür. Kuş “Bizim mahalle kaldırmıyor dım, gitti 600700 papel, sen de ne kadar özgürse, insan da o böyle şeyleri!”. yaşadın tabii!” kadar tutsak... Adı Niko. Mahallesi Koca “Biraz kumar tutkusuna mı Belki de bu gıptanın sonucumustafapaşa. Hapisteki bir arbenziyor bu kuşçuluk?” dur kuşbaz olmak. Kendi tutkadaşının kuşlarıymış sattıkla “Eh öyle bir yanı da yok desaklığının öcünü evcilleşmiş rı. “Yengeye yardım olsun diye ğil ama asıl başka bir mesele bir kuşun sadakatiyle alır kuşgeldim” diyor. Kendisi de baba var” diyerek sesini alçaltıp kubaz. O yüzden kuşlarını hem dan kuşçu. lağıma eğiliyor: sever hem de onlardan için için “Neden aksi bu kuşçular?” “Kuryelik!” nefret eder. “Sevmezler senin gibi meBazı torbacıların satış yaparYoksa hayatını adadığı ken güvercinleri kullano hayvanları neden daradığından şüphelendiğicık kafeslere koysun, hani anlatıyor. vasız çuvallarda tutsun, “Uyuşturucu ticareayaklarından iplere bağtinde en güvenli yol bu layıp kanatlarını hoyratherhalde?” diyorum güça çırptırsın... lerek. Tekfur Sarayı’nın ya “Güvenli olur mu nındaki arsada pazar hiç!” diye itiraz ediyor, günleri kurulan kuş pa“Ya atmaca dalarsa hayzarında bunları düşünevana, ya kuşla birlikte rek dolaşıyorum. İçerimalı da yutarsa?” Birliksi çoğu genç ve yoksul erte gülmeye başlıyoruz. kekle dolu. Tamirci çırak Kuş ne kadar özgürse, insan da o kadar tutsak... Niko, gökyüzünde ları, berberler, inşaat işçiuyarıcı taşıyan güvercileri, ayakkabı boyacıları... Ben raklıları” diyor gülerek. “Bir de ni kapan atmacayla, uyuşturuden başka kadın yok. Kuşlara fotoğraf çektirmeyi sevmezler. cu taşıyan güvercini kapan atbenden başka üzülen de yok. Hayatta bildikleri tek şey damacanın, avıyla birlikte pakeBir araya geldiklerinde hep ma çıkıp havaya saldıkları güti de yuttuğunda başına gelebihayatlarını adadıkları güververcinlerini uçurtmak. Ellerinleceklerin taklidini yapıyor. O cinler hakkında konuşan ve bü de bir sopa, ucunda da bir bez.. andan sonra gökyüzüne bamyük bir ciddiyetle sonu gelmez Güvercinleri eğitmekle geçer başka bir gözle bakmaya başbir “Benim güvercinim en güze ömür.” lıyorum. Güvercinlerin ayaklidir” muhabbeti yapan yığınla “Çok zevkli bir iş galiba?” larındaki bileziklerde hayat kuşbaz bir arada. “Sen ne diyorsun! ‘Karıştırhikâyeleri yazılı, atmacaların Kimi yetiştirdiği kuşları satı mak’ denilen bir şey var; uğrukanat çırpışlarında kafalarının yor, kimi filosuna yeni eleman na kıyamet kopar.” iyi olup olmadığı... lar arıyor. On liraya, yüz liraya “Neymiş o karıştırmak?” Yine de kuşların kanatları olya da üç bin liraya... “Bak şimdi, ben bir kuşbamasına rağmen neden prangaBenim kuşlardan ziyade kuş zım, damda kendi kuşumu uçu ları varmış gibi yaşadıklarını bazlara baktığımı gören bitirim ruyorum. Sen de karşı damda anlamak hâlâ mümkün değil. bir oğlan uzaktan laf atıyor: başka bir kuşbaz ol. Aynı anda Ama yine de bundan bir so “Gazeteci misin sen abla?” sen de kendi kuşlarını sal. Binuç çıkarılabilir: Evcillik deCevabımı beklemeden konuş zim kuşlar birbirine karışsın. nen şey özgürlüğün en büyük mayı sürdürüyor: Normalde her kuş sahibini bitehdidi ve çok tehlikeli. K Rant kurbanı olmuş Pencerelerinde PVC doğramalar, merdivenlerinde parlak alüminyum korkuluklar, sosyal bir tesis olarak kim bilir kime verilmeye hazırlanan rant kurbanı arkeolojik bir çöp haline gelmiş. Oysa epey şenlikli bir geçmişi var bu sarayın. İstanbul Osmanlı’nın eline geçtikten sonra padişahın filleri ve zürafalarına barınak olmuş; derken şehrin aşüfteleri yerleşmiş buraya, geneleve dönüşmüş; bir dönem içinde muhteşem bir çini atölyesi varmış; 19. yüzyılda Yahudi ailelerin bir arada yaşadığı bir han haline gelmiş ve Kaşıkçı Elması’nın çöplüğünden çıktığı söylentileri dolaşan saray, 1870’lerde korkunç bir yangınla yanmış bitmiş kül olmuş. O eski sesler yok artık YARIN: Ayvansaray. Bana İstanbul’u anlat C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle