18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
OLAYLAR ve GORUSLER 18 EDİTÖR: ÖZGÜR MUMCU ve SİNEM USER KARA TASARIM: AYNUR ÇOLAK KÜLTÜR SANAT Salı 21 Nisan 2015 Ben Hâkim Olsaydım Yargı toplumun bir aynasıdır. Yargıdaki eksikliklerin, bozuklukların temelinde toplumdaki bozukluk ve çarpıklık yatıyor. CENAP GÜVEN Avukat B ir davanın tarafları kimlerdir: Davacı, davalı, müşteki, sanık, katılan... Bir de davanın tarafı olmadığı halde yargılama sürecinin içinde olan, davaya katkıda bulunan kişiler. Kimler: Yargıç, savcı, avukat, tanık, bilirkişi... Yargılamanın baş aktörü Yargılama sürecinin baş aktörü kuşkusuz sonunda hüküm kuracak, karar verecek olan yargıçtır. Bu nedenle yargılama süreci boyunca herkesin gözü yargıcın üzerindedir. Yargılama sürecinin içinde olanlarla birlikte süreci izleyenlerin de bu süreç ve süreç sonunda verilen karara ilişkin çok çeşitli görüşleri, düşünceleri, değerlendirmeleri vardır: “Ben hâkim olsaydım!”, “Ben hâkim olsaydım şöyle yapardım!”, “Ben hâkim olsaydım şu kararı verirdim!” Davanın, davaların türü, çeşidi, hukuk/ceza olup olmadığı, sonucu önemli değil; bu sözleri dava sürecinde yer alıp almayan çok kişiden, çok fazla duymuşuzdur. Ben hâkim olsaydım: “Davalılarla kavgalarımız, sürtüşmelerimiz, davalarımız sürüp gidiyordu. Bu arada kafamda yavaş yavaş bir şeyler değişmeye, dönüşmeye başlamıştı. Buralardan gitmeliydim. Buralarda, bu dağ başında gelecek yoktu. Anam babam da bu köyde doğmuşlar, burada yaşamışlardı ve işte hepimizin hali ortadaydı. Çocuklarımı olsun bu hayata mahkum etmemeliydim. Sonunda tarlamı, evimi, her şeyimi satıp kente göçtüm. Eşin dostun da yardımıyla bir ev aldım ve kente yerleştim. Şimdi fabrikada iyi bir işim var. Bir süre önce eşim de çalışmaya başladı. Açık öğretime de yazıldım. Şimdi düşünüyorum da nelerle uğraşmışız, boş yere ne üzüntüler çekmişiz! Şimdi birçok şeyi daha aydınlık, daha net, daha iyi görüp değerlendiriyorum. Şimdi düşünüyorum da... Bakın ben yargıç olsam ne yapar, sorunu nasıl çözerdim? Yargıç ihtiyati tedbir keşfi için köye geldiğinde davalılar tarafından kapatılan yolumun Hazine arazisi içinde kaldığını gördü. Davalılar ise yolun kendi tapuları içinde kaldığına samimi olarak inanıyorlardı. Yargıç bu ilk keşifte taşınmazların çap ve krokilerini göstererek gerçeği anlatsaydı, sanıyorum hemen oracıkta yol açılacak, her şey orada bitecekti. Ama yargıç bunu yapmadı. Ağzını açıp tek laf etmeden keşfi bitirip gitti. Sonra, tedbir kararının infazı derken; esas dava derken; kavgalar dövüşler, ardından savcılık soruşturmaları, ihzarlar, duruşmalar derken iş büyüdü, inada bindi. Bir yol kapatma davasından dokuz dava çıkardık. Davalılar gerçeği öğrendiklerinde iş işten geçmişti. Hepsi için demiyorum ama çoklukla yargıçlar, savcılar davanın taraflarını; davacıyı, davalıyı, sanığı, tanığı dama ya da satranç tahtasının taşları, piyonları gibi görüp algılıyorlar. Onlar için önemli olan önlerindeki dosya. Dosyanın içindekiler, onlar için kanlı canlı yaşayan insanlar değil de, kararın yerli yerine oturması için oradan oraya sürülen damanın taşları, satrancın piyonları... İnsanlar tutuklanırken, ifadeleri alınırken, ihzar olunurken, keşfe gidilirken, ceza verilirken, davalar kabul veya ret olunurken o kişilerin yaşayan birer varlık oldukları, diyelim ana baba oldukları, diyelim çocuk oldukları, acı çektikleri, nefret ettikleri, korktukları, diyelim bir sevgilileri oldukları, beklentileri, umutları ve umutsuzlukları unutuluyor... İnsan oldukları unutuluyor... Yargıç, savcı için önemli olan insan değil de dosya olursa, yargılama sonucunda belki bütün taşlar yerli yerine konmuştur ve karar cuk oturmuştur ama kâğıt üstünde. O yargılama ve o karar adil değildir, sağlıklı değildir; insanların gönülden benimseyecekleri bir yargılama ve karar değildir.” Savaş Bu, Kimliksiz Girilmez! ir sabah Kirkor olarak uyansak. Ertesi sabah Osman, sonra Yorgi, sonra Botan. Bir sabah kadın olsak; ertesi sabah erkek. Bir sabah hiç sevişmesek; ertesi sabah herkesin koynuna girsek. Bir sabah İsa’ya dua etsek; ertesi sabah Musa’ya. Bir sabah namaz kılsak, ertesi sabah tüm peygamberlere saysak. Bir sabah ölsek; ertesi sabah öldürsek. Kim olduğumuzu hiç bilmesek. Yine de kinlenebilir miyiz bir diğerine? Bir insanın, kendi varlığına yüklediği öncelikli ve tehlikeli anlam, kim olduğu sorulduğunda verdiği cevapta gizlidir. Önce ismini mi söylüyor, yoksa kendisini mesleği, etnik kökeni, dini inancıyla ya da cinsel kimliğiyle mi tanımlıyor... O cevaptan hemen anlarsınız; Neresinden vurursanız ölür ya da nerenizden vurup sizi öldürür. Çünkü tüm kimlikler tehlikeli ve ölümcüldür. Ardımızda, varlığı, birbiriyle savaşa savaşa düşmanlıklara gömülmüş kavimlerle dolu bir tarih çöplüğü bırakarak ilerliyoruz. Farkında bile değiliz; Bir başkasını öldürdüğümüzü zannederek her seferinde bir kez daha kendimizi öldürüyoruz. Hayvanlar birbirlerine isim vermezler. Sizin taktığınız ismi de, istemezlerse hiç bellemezler. Bir kedi, tekir ya da sarman olduğunu umursamadığı için mutludur. Ve bir insan için Ermeni, Türk, Kürt ya da Musevi olduğunu umursamak, ölümcül bir mutsuzluktur. B Toplumun aynası Kimseye haksızlık etmeyelim. Yargı toplumun bir aynası. Yargıdaki eksikliklerin, bozuklukların temelinde toplumdaki bozukluk ve çarpıklık yatıyor. Toplumca insana değer vermiyorsak, insan haklarını tanımıyorsak, yargıyı önemsemiyorsak, yapılan haksızlıklara karşı duyarsızsak, bu anlayış doğal olarak yargıya da yansıyacak. Yargıç da bu toplumun insanı... Birbirini eze eze ilerleyen ve kindarlığı dededen toruna lanetli bir miras gibi geçiren insanlığın geleceği kimliğiyle mühürlü. Bu mühürle beslenen öfke yüzünden kimliklerimiz bizden daha güçlü. Biz kimliğimiz büyüdükçe küçülüyoruz. Biz küçüldükçe öfkeleniyoruz. Doğar doğmaz üzerimize yapıştırılan ve kanımızda dolaştığına inanılan kimlikler bir tercih meselesi bile değiller. Aslında istesek... Onlara atadan kalan ateşli ve eski bir silah gibi davranabiliriz. Kimliklerimizi duvara bir süsmüşçesine asıp, şarjörünü boş tutabiliriz. Ama insan, soyu adına savaşan ve savaştıkça soysuzlaşan bir hayvan. Rakibini içgüdüleriyle değil öngörüleriyle yok etmekte usta. O yüzden doğadaki kavgaların en vahşilerine imza atıyor. Kimlik silahını duvara asmıyor; yastığının altında onunla uyuyor. Sonra tarih, kazananın hikâyesini yazıyor. Sonra tarih, kazanmanın muhasebesini yapıyor. Nihayetinde de tarih, yeni savaşların ve kazançların peşine düşüyor. İktidarların çağlar boyu kimlikler üzerinden kin güderek yeni oyunlar kurması bu yüzden... Harıl harıl tarih yazması ve kendi yazdığına kendisinin inanması bu yüzden... Halkları birbirinden ayırması ve topraklara sınırlar çizmesi ve sınırlara mayınlar döşemesi ve herkese ama herkese onu bir diğerinden ayırt edebileceği kimlikler dağıtması da bu yüzden. Savaş bu; kimliksiz girilmez! Şehirde Yatmak... ÖMER KANIPAK Mimar H ayatımızın büyük bir kısmını yatarak ve oturarak, az bir kısmını da ayakta durarak ya da yürüyerek geçirmekteyiz. İnsan yavrusu doğumundan uzunca bir süre ve epey yattıktan sonra oturmaya geçebiliyor. Hele yürümeye başlaması başlı başına bir eşik. Belki de yürümeye verilen bu ihtimam yüzünden yatma eylemi epey sıradanlaşmış, üzerinde pek düşünülmeyen, sadece uykuyla ilişkilendirilmiş bir pozisyon. Bu yüzden gündelik hayatta yatak odaları dışında yatan insanlar görmek garip karşılanır. Evrimin en önemli aşamalarından biri olan iki ayak üstünde yürümenin yanı sıra insanın en temel iki hareketi oturmak ve yatmaktır. En masum an Oysa insanın en masum hali herhalde yatıp uyuduğu anlar. Gözler kapandığında maskeler düşer, kalkanlar iner. Savunmasız kaldığımız bu anları kendimizi emin hissedebildiğimiz yatak odalarımızda yaşayabiliyoruz ancak. Oturarak uyumak zorunda kaldığımız yerlerde, mesela bir otobüs koltuğunda, vapurda ya da bir bankta, gözlerimiz kapansa da pek rahat edemeyiz. Ama güneş tepedeyken koşturmaktan yorulmuşken “şöyle bacakları uzatarak sırtüstü yatıp azıcık kestirebilsem” ya da ağır bir yemekten sonra işe dönmeden önce “şurada kıvrılabileceğim bir yer olsa da uzanGündelik hayatta yatak odaları dışında yatan insanlar garip karşılanır. sam” diye hangimiz düşünmemiştir ki. Sadece uyumak için değil, bazen gözleri kapatıp, uzanıp düşünmek için de sırtımızı yaslayacak bir yer, rahat bir köşe gerekir. Ertelemek gerekir çoğu zaman bu istekleri, “akşam olsa da yatsam” diyerek. Oysa belki de o an gözümüzü kapatabilsek, meseleler daha kolay çözülecek, sinirimiz geçecek, derdimizi unutacak, daha çok seveceğiz hayatı. Siesta kültürünün olduğu şehirlerde hayat biraz daha rahat akıp gitmiyor mu zaten? Şehirlerdeki durum Yaşadığımız şehirler insanın en temel üç hareketinden biri olan yatmak için neredeyse hiç bir şey sunmaz. Bilakis, belediyeler yürümek için kaldırımlar, oturmak için banklar hazırlarken, rahatça uzanmamızı engellemek için ellerinden ne gelirse yaparlar. Havaalanlarında, istasyonlarda, duraklarda koltuk aralarına kolluklar konur ki beklerken uzanıp kestirmek engellensin. Amerika ve İngiltere gibi sokakta yaşayanların çok olduğu yerlerde, yatılabilecek yerle re metal çıkıntılar yerleştirildiğini görmüşsünüzdür. Parklarda çimlere uzanıp kestirmek istesek zabıta ya da polis tepemizde biter anında. Çünkü nedense, parklarda yatanların evsiz, aylak ve toplumca tehdit unsuru olarak görülen kişiler olduğu genellemesi kabul görür. Yatıp uyuyan bir insanın tekinsiz; uyku gibi olabilecek en masum hareketin zararlı kabul edilmesi, şehir hayatı içinde gerçekten ilginç bir çelişki. Diğer yandan zenginleştikçe insanların şehrin sunduğu imkânlardan kopması da bu çelişkinin başka bir boyutu. Bir yandan, tek başınayken ayakları uzatıp gözümüzü kapatabileceğimiz bir köşe ya da çimlere sere serpe uzanıp azıcık kestirebileceğimiz bir park bulsak bile bunu yapmaktan bizi alıkoyan koşullar var: çantamız ve cüzdanımızdan kaynaklı tedirginlikten, bedenimize gelecek tehditlerden gözümüzü kırpamayız. Bir belediye başkanının belki de tek bir maddeden oluşan seçim bildirgesi olabilirdi bu konu düşünüldüğünde. “Ben bu şehri parklarında ve sahillerinde her an yatıp uyuyabilecek kadar güvenli ve konforlu yapacağım” diyen bir belediye başkanı hayal edebiliyor musunuz? İstediğiniz an herhangi bir yerinde uzanıp kestirebileceğiniz bir kentin diğer sorunları da çoktan çözülmüş olurdu zaten. Sonraki haftalarda şehirde oturmak, durmak ve yürümek üzerine düşünelim... Baskın sırasında gerginlik yaşandı. Laterne Kafe’nin “Şeker teyze” olarak bilinen işletmecisi Emriye Uysal fenalaştı. Laterne Kafe’ye polis baskını KAYHAN AYHAN Beyoğlu Sıraselviler Caddesi’nde bulunan ve geçtiğimiz günlerde zabıta ekipleri tarafından boşaltılarak, mühürlenen Laterne Kafe’nin “Şeker teyze” olarak bilinen işletmecisi Emriye Uysal ve yurttaşlar direniş başlatmıştı. Bunun üzerine dün akşam kafeye gelen çevik kuvvet ve sivil polisler kafede bulunan yurttaşları dışarı çıkarttı. Kafenin doğalgazını kesmek ve kapının kilidini değiştirmek için, kafeye doğalgazcı ve çilingir getiren polisin baskını üzerine Emriye Uysal fenalaştı. Uysal için kafe önüne ambulans geldi. Polis kafeyi boşalttıktan sonra buradan ayrıldı. Polislerin kafeden zorla çıkardığı işletme sahibi Emriye Uysal “Banka mı soydum ayakkabı kutusu mu doldurdum, bu rası 30 senelik emeğim” diyerek isyan etti. Kafenin mühürlenmesine ve polis müdahalesini protesto eden yurttaşlar kafe önünde toplanarak, Emriye Uysal’a destek verdi. Emriye Uysal ve yurttaşlar mühürlenen kafeye camdan tekrar girdi. Bunun üzerine tekrar kafe önüne gelen polis, içerde bulunan yurttaşları dışarı çıkartarak, gözaltına almaya çalıştı. Bu sırada polise tepki gösteren yurttaşlar, “Kaçak kat çıkan Beyoğlu Belediyesi’ni, Demirören’i mühürleyin” diyerek tepkilerini dile getirdi. Polisle yurttaşlar arasında bir süre devam eden tartışmanın ardından polis, Laterne Cafe’nin sahibi Emriye Uysal ve Beyoğlu Kent Savunması avukatı Eren Can’ın arasında olduğu bazı yurttaşları gözaltına aldı. Laterna kafe önüne gelen yurttaşlar akşam saatlerinde kafe önünde bekleyişini sürdürdü. C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle