19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET [email protected] 30 OCAK 2015 CUMA 14 KÜLTÜR 65. Berlin Film Festivali 5 Şubat’ta başlayacak 72 ülkeden 441 film Bir ışık ve renk ustası Göz alıcı renklerle, ışık huzmeleriyle bezeli, ayrıntılardan arındırılmış, büyük manzara tablolarıyla resim sanatına damgasını vurmuş, resimlerinde kullandığı renklerin bir ışık havuzunda titreşiyormuş duygusunu verdiği, ardında 20 binden fazla irili ufaklı desen, suluboya ve yağlıboya eserler bırakmış, günümüzdeki soyut resmin de öncülerinden sayılan, içgüdülerine ve yeniliklere hep açık, dolu dolu bir 76 yıl yaşamış, çok yönlü İngiliz ressam Joseph Mallord William Turner’ın (17751851) yaşamının son dönemlerini ele alıyor, Mike Leigh’nin yazıp yönettiği ve bugün gösterime giren yeni filmi “Mr. Turner Bay Turner”. 18. yüzyılın son çeyreğinde doğup 19. yüzyılın yarısını yaşamış bu ünlü ressamın derinlikli bir portresini çizmesinin yanı sıra, geleneklerine bağlı İngiliz kültürüne ve Londra sanat dünyasına ilişkin gözlemlere, ayrıntılara yer veren, aristokrasiden seçilmiş kalabalık bir karakter grubunun da boy gösterdiği, esprili diyaloglara sahip “Bay Turner”, alışılagelmiş bayat biyografik filmlerden ve klişelerden geçilmeyen, kimi yavan dönem filmlerinden biraz ayrılıyor, yönetmenin Turner’a sevgiyle yaklaşımı ve karısı ve iki yetişkin kızıyla henüz kunözene bezene hazırlanmış, döneme öz daktaki bebek torununun ziyaretinden de gü dekor, giysi ve mekânlardan oluştu hiç hoşlanmaz, bütünüyle kafayı ışık ve rulmuş sağlam arka planıyla. renklere takmış, vaktiyle sevgili babasını Canlı soyut resim izlenimi veren, ilginç epeyce üzmüş annesinden de nefret eden bir jeneriğin ardından, vapura ya da trene Turner. Toplum içinde kimi zaman anaratlayarak ülke içine ve dışına seşist çıkışlar da yapar. yahat etmeyi çok seven, sık Metresi olan, kiraladıFilm, sık İtalya ve Fransa’ya ğı odanın, kocası genç ünlü ressamın derinlikli giden J.M.W.Turner’ın bir kadınla kaçmış Hollanda’dan, çok kosahibesi Sophia bir portresini çizmesinin yanı sıra, nuşan akça pakça, Booth’la (Marigeleneklerine bağlı İngiliz kültürüne dolgun Flaman kaon Bailey) beradınlarından şikâyet berken sevecen bir ve Londra sanat dünyasına ilişkin ederek evine dönükişiliğe bürünen, gözlemlere de yer veriyor. ‘Bay Turner’, aristokrasiye şüyle başlayan filmoldualışılagelmiş bayat biyografik de, evdeki her işini ğu kadar alt sınıflagören, bol ışık alan ra da mesafeli ressafilmlerden biraz ayrılıyor. atölyesini temizleyip mı öksürük nöbetlerizaman zaman cinsel istekne tutulan yaşlı babasının lerini de yerine getiren, âşık ve ölümü çok sarsar. sadık hizmetçisi Hannah’yla (Dorothy Ama onu torun sahibi yapan büyük Atkinson), krom sarısından Prusya mavi kızının ölümüne ilgisiz duygusuz kalır, sine kadar bütün boyalarını satın alıp ha tuvali başında kimileyin şarkı söyleyerek zırlayan, resim çerçevelerini çakan, ba fırça sallayan bu egzantrik sanatçı. Buhar zen onu tıraş da eden, yaşlı berber baba çağıyla insan hayatının giderek uygarlısını (Paul Jesson) tanıyoruz giderek. Ai ğa doğru değiştiği, 18.19. yüzyılın tüm le havasından hiç hazzetmeyip terk ettiği gelişmelerine açık kalan Turner, fotoğraf makinesiyle buharlı bir lokomotifin çektiği, kara dumanları savura savura yol alan trenler gibi yeni icatları hemen benimserken, azgın dalgaları gerçekçi biçimde resmedebilmek uğruna, fırtına sırasında kendini bir gemi direğine bağlatmak gibi aşırılıklar da gösterir. Atölyesine gelip bütün tablolarını satın almak isteyen zenginin yüklü para önerisini de reddeder, resimlerinin halka kalmasını, tüm ülkeye yayılmasını isteyen Turner. Tablolarının satışından yaşarken hatırı sayılır bir servet edinip bulvar tiyatroJohn’sa atlardan nefret eder, o bir larında oynanan popüler güldürülere, bu güreş koçu, koyu bir vatansever, harenk çorbasını (resmi) ancak bir akıl hasyırsever, kuşbilimcidir. Yakın dostlatası yapar denecek kadar adı karıştırılıp rı(!) John’a, kartal, altın kartal, koç diye konu edilerek ve dalga geçilerek ünlenen seslenirler. Güreşçi ağabeyi Dave (Mark ressamın çelişki dolu, aykırı yaşamını 2.5 saat süresince perdeye taşıyan “Bay Turner” hiç azalmayan bir ilgiyle seyrediliyor baştan sona. Çizim defterini elinden eksik etmeyen Turner’ın John Constable gibi çağdaşı ressamlarla çocukça şakalaşmalarını da içeren, şen şakrak ilişkilerine, sergi gezmelerine filan da yer veren yönetmen Leigh, ressamın son yıllarına ayrıntılı bir bakış atarken dört dörtlük, tam bir dönem filmi yapmanın da üstesinden gelmiş. Günün farklı saatlerine ve hava koşullarına göre değişen doğayı resmederken ayrıntılardan arınıp parlak, saf renkler kullanarak yoğun ve titreşen bir ışık etkisi sağladığı manzaralarıyla modern soyut resmin de öncüsü sayılagelen, aslında izlenimcilik akımının ilkelerini izlenimci ressamlardan daha önce bulup uygulayan Turner rolündeki Timothy Spall’a son Cannes Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandıran performansına özellikle dikkat. Ressamın babası, hizmetçisi, metresi, hiç ilgilenmediği eski karısıyla iki kızı ve sanat âleminin seçkinleriyle ilişkileri üstüne kurulu “Bay Turner”da, sonunda Chelsea’de hizmetçisinin ve doktorunun gözleri önünde “Güneş battı!” diyerek kalpten ölen ressamı gerçekten unutulmaz kılmış yılların Timothy Spall’u o mükemmel yorumuyla. Kameraman Dick Pope’un nefis kadrajlarından güç alan, etkileyici bir görselliğe de sahip film, ressamın içdış seyahatlerinden kapalı özelcinsel hayatına ve Londra’nın sanat âlemine bakışıyla sonuçta iz bırakan, sinemaseverlere şimdiye dek “Naked”, “Life is Sweet”, “Another Year”, vb. gibi nice önemli filmler armağan etmiş Mike Leigh’nin filmografisinin de, kesinkes görülesi, en büyük prodüksiyonu şimdilik. Özetle değil haftanın, ayın, bizce yeni yılın en iyi filmlerinden biri “Bay Turner”. Resim sanatının en büyüklerinden birini anlatan ‘Bay Turner’ bugün başlıyor Kültür Servisi 65. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde bu yıl 72 ülkeden 441 film gösterilecek. Festivalde 19 yapıt Altın Ayı ödülü için yarışacak, ancak aralarında bu yıl Türkiye’den bir film bulunmuyor. Öte yandan, Emine Emel Balcı’nın yönettiği “Nefesim Kesilene Kadar” filmi “Forum” bölümünde gösterilecek ve “en iyi ilk film” ödülü için yarışacak. Faruk Hacıhafızoğlu’nun “Kar Korsanları”, “Generation Kplus” bölümünde “Kristal Ayı” için mücadele edecek. Derya Durmaz’ın “Gri Bölge” filmi de festivalde “Generation 14plus” bölümünde izlenebilecek. Başkanlığını ABD’li yönetmen Darren Aronofsky yapacağı jüri, Alman oyuncu Daniel Brühl, Güney Koreli yönetmen ve senarist Bong Joonho, ABD’li yapımcı Martha De Laurentiis, Perulu yönetmen Claudia Llosa, Fransız oyuncu Audrey Tautou ile ABD’li senarist Matthew Weiner’den oluşuyor. Uluslararası kısa film jürisinde ise sanatçı Halil Altındere ile Hindistan’dan Madhusree Dutta ve Singapur’dan Wahyuni Hadi görev yapacak. “Onur Ödülü”nün Alman yönetmen Wim Wenders’e verileceği festival, 5 Şubat’ta Isabel Coixet’in “Nobody Wants the Night” filmiyle açılacak ve 15 Şubat’ta sona erecek. Ödüller ise 14 Şubat’ta yapılacak törenle sahiplerine sunulacak. Yılmaz Erdoğan’a Avustralya’dan ödül Kültür Servisi Yılmaz Erdoğan, Oscar’lı oyuncu Russell Crowe’un yönettiği “Son Umut” (The Water Diviner) filmindeki Binbaşı Hasan rolüyle, Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi tarafından verilen AACTA ödüllerinde, “en iyi yardımcı erkek oyuncu” ödülüne değer görüldü. Türkiye’de aralık sonunda gösterime giren film, Çanakkale Savaşı’nı anlatıyor. Filmin oyuncuları arasında Russell Crowe ve Yılmaz Erdoğan’ın yanı sıra Olga Kurylenko, Jai Courtney, Isabel Lucas ile Cem Yılmaz yer alıyor. Yılmaz Erdoğan, Avustralya’nın Sydney Morning Herald gazetesine filmle ilgili verdiği söyleşide “Daha önce ne bu büyüklükte bir projede, ne İngilizce ne de Oscar’lı sinemacılarla çalışmıştım. Harika bir deneyimdi” demişti. Bir Amerikan trajedisi ASLI SELÇUK Bennett Miller, 2006’da Capote filminin gösterime girmesinin hemen ardından John du Pont’nun dokunaklı öyküsünü keşfeder. ABD’nin en prestijli aile Ruffalo) kadar sosyal, dışa dönük olmayan Mark Schultz’u (Channing Talerinden birinin tek mirasçısının 1996’da Pennsilvanya’daki 800 hektarlık arazi tum) John malikânesine davet eder. Mark için bu davet akıl hocası Dave’in sinde eski Olimpiyat güreş şampiyonunu öldürmesiyle ilgili haberi Miller rast gölgesinden kurtulması, kendini ispatlantıyla okur. On yıl önce hiç gözde ol laması için iyi bir fırsattır. 27 yaşındaki saf Mark, Foxcatcher’damayan hatta işçi sınıfına ait sayılan güreşe tutkuyla bağlı olan John du Pont ki yaşamdan çok etkilenir. John’u iki yaengin topraklarında Foxcatcher adıyla şındayken ayrıldığı babası, bir lider, bir bir güreş antrenmanı merkezi kurmuştur. akıl hocası gibi algılar. Düzenini bozDu Pont, 1988 Dünya Olimpiyatları’nda mak istemeyen Dave ise ailesiyle birlikte kalır. Mark ebeveyn olarak gördüAmerika’nın altın madalya kazanması için 1984 Olimpiyat şampiyonları Mark ve Da ğü John’u düş kırıklığına uğratmamak ve Schultz kardeşleri yüksek ücretlerle amacıyla altın madalya için canla başla işe alır. Ömür boyu hapse mahkum edi çalışır. Mark bir süre sonra John’un ürkütücü gerçek yüzünü görür. len Du Pont 2010’da öldüJohn çevresini parayla yöğünde Miller henüz Moneynettiğinden kimse ona karball (Kazanma Sanatı/2011) Cannes’da En İyi şı gelmeye cesaret göstefilmini çekmemiştir. Bu karmaşık gerçek öykü, Karun Yönetmen Ödülü’nü remez. Miller, John’la Mark arasındaki garip ilişkiyi üstü gibi bir zengin adamın güalan “Foxcatcher kapalı anlatır. Sınıf çatışmareşçi yetiştirmesinin ardınlarını, cinsel gerilimleri, güdaki gizem, yönetmenin ilTakımı” dümleme oyunlarını donuk, gisini çeker, John’un yaşa87. Akademi mesafeli bir anlatımla deşer. möyküsünü komik, soyut ve ödüllerinde 5 Mark, ağabeyi Dave’le trajik bulur. John arasında kalakalır. Miller, Capote’de (2005) dalda aday. Sessizlik anları bu etkileyici yazar Truman Capote’nin In psikolojik gerilimin boğucu Cold Blood’ı (Soğukkanlılıksolunumlarını taşır. Dave’in la/1966) nasıl yazdığını anlattığı gibi Foxcatcher’da da (Foxcatcher varlığı Mark için sağlam bir dengedir, Takımı/2014) bu üç adamın arasındaki John’sa Mark’ı parçalamak için onu kaz gibi besler. Bu erkeksi Bermuda gergin gelişimi izler. Capote’de gazetede okuduğu bu cinayet haberiyle büyü Şeytan Üçgeni özellikle Mark’ın 90 dalenmiş, olayda algılayamadığı, karanlık kikada 5 kilo vermesi sahnesinde iyice belirginleşir. Beden hareketlerinin ta kalan bir nokta duyumsadığından cinayetlerin işlendiği Kansas’a dek gide üstünden gerilimler, çatlaklar yansır. Foxcatcher, dalgalanan Amerikan bayrek kendi araştırmasını yapmıştı. Ayrıca yazar, katil Perry Smith’le yarı tut rağı, Delaweare Nehri’ni Geçiş tabloku içeren ürkütücü bir bağda kurmuş su, iç savaş anıları gibi büyük Ameritu. Capote gibi Miller’da üçüncü sayfa kan filmlerinin izlerini taşır. Miller, erk, haberinden yola çıkıp kendi soruştur varsıllık, çöküş saplantısı, güdümleme gibi Amerikan kimliğini oluşturan temamasını yapar. Açılış sekansı Foxcatcher malikânesinde ları sorgular, kimseyi yargılamaz. Steve cins atları, av köpekleriyle tilki avına çı Carell, Channing Tatum, Mark Ruffalo yetkin yorumlar sunarlar. Cannes’da En kan varsıl soyluların görüntüleriyle başlar. Tilki avı John’un (Steve Carell) an İyi Yönetmen Ödülü’nü alan, 87. Akadenesi Jean’in (Vanessa Redgrave) dö mi ödüllerinde 5 dalda aday olan Foxcatcher Takımı bugün gösterime girdi. neminden gelen bir aile geleneğidir. İnsanlığımız sorgulanıyor Senaryosunu tiyatro yazarı Jack Thorne’un kaleme aldığı film, küresel nükleer savaş varsayımını gündeme getiriyor. MEHMET BASUTÇU 44. Rotterdam Film Festivali Tom Harper’ın ‘Savaş Kitabı’yla açıldı ROTTERDAM Festivallerin açılış filmleri, genellikle kolay izlenen, eğlendirici niteliği de olan büyük yapımlar arasından seçilir. Bu geleneğe pek kulak asmayan Rotterdam Festivali, bu yıl 44 yaşını kutlarken çıtayı daha da yüksek tutmuş. Genç İngiliz yönetmen Tom Harper’ın (1980) dördüncü sinema filmi olan “War Book” (Savaş Kitabı), açılış gecesi, küresel nükleer savaş varsayımını gündeme getiriveriyor. Filmin birkaç ay önce Londra Festivali’nin açılışını yapmış olması Rotterdam’ın yöneticilerini hiç rahatsız etmemiş. Tam tersine, medeniyet ya da din (hatta mezhep) savaşı kıvılcımlarının giderek körüklendiği çılgın küresel ortamda, dünya prömiyeri aramak yerine, uluslararası prömiyerle yetinerek, filmin işlediği konunun önemini dikkate almışlar. “War Book”un, Jack Thorne (1978) imzalı senaryosu, boyutları öncekilerden çok daha tehlikeli olacak yeni bir Dünya Savaşı senaryosunda, nükleer saldırının hedefi olan İngiltere’nin alması gereken zor kararların tartışıldığı ve belirlendiği ortamı, siyasi, insani ve psikolojik boyutlarıyla işliyor. Sinema dili, mizanseni ve konusuyla klasik bir kapalı mekân filmi olan “War Book”, insanoğlunun sorumluluğunu/sorumsuzluğunu, vicdanının sınırlarını, küçük hesaplarını ve yüceliğini masaya yatırarak sorguluyor. Suçlamanın, ahlakçı tavır almanın kolaylığına düşmeden, karar mekanizmasının bir parçası olan komisyonda yer alan 9 devlet görevlisini anlamaya ve anlatmaya çalışan tiyatrosal bir gerilim içinde insanlığımızı sorguluyor… 1960’ların Soğuk Savaş döneminde, İngiliz hükümetlerinin önem verdiği, nükleer savaş senaryoları geliştirme ve karşı tepki yöntemleri saptama çalışmalarından yola çıkan tiyatro yazarı Jack Thorne, konunun sıcak güncelliğine, usta dramaturg kaleminin incelikli yaratıcılığıyla göndermede bulunuyor. Rotterdam Festivali’nin genç yönetmenlere ve yenilikçi sinemaya geniş yer ayıran, uzun/kısa yaklaşık 500 filmden oluşan eklektik programı dünya sinemasının yeni eğilimlerine ışık tutmayı da sürdürüyor. Müzikal nitelikli popüler sinemanın, farklı örnekleriyle, Asya ülkeleri sinemalarını da etki alanına aldığını gözlemliyoruz. Japon yönetmen Yamaşita Nobuhiro (1976), “Misano Universe” adlı filminde, ülkenin ünlü pop şarkıcısı Shibutani Subaru’yu, melodramatik bir senaryo eşliğinde beyazperdeye getiriyor. Bir tür arabesk film izliyoruz... Japon sinemasının tanınmış başka bir adı, şair, yazar, üretken yönetmen Sono Sion’un (1961) son filmi “Tokyo Tribe” da, genç çeteler savaşı gerilimi içinde erotizmi eksik olmayan bir video oyunu kadar hareketli ve renkli müzikal kavga niteliğinde bir çalışma. Bir tür, çağdaş “East Side Story”… Yaratıcı sinemasının dinginliğini arayanların imdadına, Sono Sion’unkinden çok farklı şiirsel bir erotizm eşliğinde Yunan mitolojisine güncel bir yorum getiren Fransız yönetmen Christophe Honoré’nin (1970) son filmi “Métamorphoses” yetişiyor. Filmin kalabalık genç oyuncu kadrosunda Merkür rolünde Nadir Sönmez adı gözümüze çarpıyor… 1 Şubat tarihinde son bulacak 44. Rotterdam Film Festivali’nde, Türk sinemasından sadece bir örnek var: Cem Kaya’nın geçen yaz Locarno Festivali’nde de sunulan, Alman yapımı filmi “Remake, Remix, RippOff”, Yeşilçam’ın altın döneminde, yabancı film senaryolarının nasıl telif ödemeden uyarlandığını, Türk izleyicisinin beğenisine göre nasıl yeniden kotarıldığını anlatan belgesel nitelikli ilginç bir çalışma… C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle