19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
29 EYLÜL 2014 PAZARTESİ CUMHURİYET [email protected] SAYFA KÜLTÜR 15 Sanat tarihçisi Ali Artun, müzayede şirketlerinin sanat piyasasına egemenliğini değerlendirdi ‘Sanat kuşatma altında’ ASLI ULUŞAHİN Dünyada müzayedecilik büyük bir yükseliş içinde. Dev müzayede şirketleri, sanattan servet kazanmakla kalmıyor bütün piyasayı, fiyatları da belirliyor. Türkiye’de de aynı ivmeyi görmek mümkün. Ne ki, Türkiye bir yana, gelişmiş ülkelerde bile sanatı ve sanatçıyı koruyan önlemler alınabilmiş değil. Sanat tarihçisi Ali Artun’la bir araya geldiğimizde, sohbet başlıklarımızdan biri de müzayedelerdi. “Neoliberal rejimin egemenliğiyle, piyasanın bütün sınırlamalardan arındırılmasının sanatın kamusallığını imha ettiğini” söyleyen Artun’un anlattıklarını hiç araya girmeden aktarıyorum. ri, galerileri geçmiş. Halbuki galeriler kurulduğunda, 19. yüzyıl sonunda, böyle değildi. Galeriler ve koleksiyonerler müzayedeler üzerinde etkindi. eğeni denetimi B alerilerin etkisizleştirilmesi 2010’da yapılan bir araştırmaya göre, dünyadaki sanat satışlarının toplamı 52 milyar dolar. Bunun yüzde 48’i müzayedeler tarafından yapılıyor, geri kalan yüzde 52’si diğer kişi ve kurumlar tarafından yapılıyor. Bu rakama baktığımızda müzayede satışlarının galeri satışlarının önüne geçtiğini anlıyoruz. Çünkü yüzde 52’nin içinde direkt sanatçıların, danışmanların yaptığı satışlar da var. Nitekim 2012 rakamına göre, sadece 6 büyük müzayede evinin çağdaş sanat satışı 12 milyar dolar; oysa galerilerin çağdaş sanat satışı 10 milyar dolar. Yani şunu anlıyoruz, müzayedelerin satış rakamları, pazar üzerindeki egemenlikle G Şimdi müzayedelerin galerilere karşı rekabeti, sadece satış alanında değil; giderek galerilerin etkinliklerini de kendilerine de mal ediyorlar. Ne yapıyorlar? Müşterilerine özel, davetli sergiler açıyorlar. Ciddi galerileri satın alıyorlar. Fuarlara katılma hakkı alıyorlar u Bugün en zengin çağdaş sanat koleksiyonu ve birinci el piyasaya giriyorlar. MüzayeKatar Şeyhi’nin. Peki, bu koleksiyonun başında anatın de şirketlerinin pazar finansallaşması kim var? Christie’s’in başkanı. Fuar sırasında bizim üzerindeki egemenliBu gelişmeleri inğinde çok önemli bir kendi galerilerimizi Christie’s ve Sotheby’s rehberleri celediğimizde, kürebaşka faktör, beğenigezdiriyor; İstanbullu koleksiyonerlere bile! selleşmeyle birlikte yi denetlemeleri. Yafinansın üretim karni “güzel”in ne olduşısındaki yükselişini ğunu, estetiği ve gileksiyonun başında kim var? görüyoruz. Neoliberal rejimderek sanat tarihini denetliyor Christie’s’in başkanı. Dolalerde hayat kadar, sanat da filar. Nasıl yapıyorlar bunu yısıyla bütün şebekeyi, talep Sotheby’s’in Londra’da ve odaklarını kontrol ettiğiniz za nansallaşıyor. Yani para yönetimine eklemleniyor. ÖrneNew York’ta akademileri var man, siz fiyatların düşmemeğin, ABD’deki emekli fonlave buradan yüzlerce sanat yö sini de sağlayabiliyorsunuz. rı, eskiden senet alıyorlarmış, neticisi çıkıyor ve dünyaÇünkü kendiniz satıyorsunuz, ya dağılıyor. Örneğin ilginçkendiniz alıyorsunuz. Fiyatlar şimdi yatırım amacıyla sanat alıyorlar. Sanat yönetimi deda bir istikrar ve bir tırmanma tir, fuar sırasında bizim kendiğimiz hadise, kısmen de bu sağlayabiliyorsunuz. di galerilerimizi Christie’s ve işle, sanatın bir finansal araç Bir taraftan büyük şirketler Sotheby’s rehberleri gezdiriolarak yönetimiyle uğraşıyor. ne yapıyor? Sanat bankacılıyor; İstanbullu koleksiyonerTabii bir alan finansallaşınca ğına el atıyor, emlak ve hislere bile! ister istemez spekülatif olur. se senedi piyasasında olduğu üzayede kuşatması gibi, sanata da kredi veriyor. İçinde olduğumuz dönemin Bugün en zengin çağenerjisi bu. Biliyorsunuz bizim fuarların daş sanat koleksiyonu KaSanatın finansallaşmasıyve dünyadaki fuarların çoğunun sponsoru özel bankacılık la birlikte müzayedelerin egetar Şeyhi’nin. Peki, bu ko şirketleri. Müzayede evlerinin sanat piyasasını ele geçirmesi, Saatchi’nin 1998’de, 97 sanatçıya ait 130 eserini Christie’s’de müzayedeye çıkarmasıyla başlıyor. Büyük bir spekülasyon yapıyor, çok büyük para kazanıyor. Saatchi biliyorsunuz reklamcı, Thatcher’ın iletişimcisi. Eserlerini topladığı sanatçılardan birer şöhret yaratmanın hilelerini biliyor. Sonunda bu müzayededen Young British Art diye bir akım çıktı. Düşünün müzayedelerin ve spekülasyonun gücünü. menleşmesinin yarattığı sonuçlar oldukça acıklı. Çünkü artık birçok eser hiç sergilenmeden doğrudan müzayedeye çıkıyor veya o kasadan bu kasaya kapalı bir dolaşıma giriyor. Çok değerli birtakım eserler de sigortalanamadığı içinde sergilenmiyor; mezattan çıkıyor kasaya kapanıyor. Bu durum bir anlamda sanatı, sanatla izleyici ilişkisini ortadan kaldırıyor. Sanatın kamusallığını imha ediyor. Parçalıyor. Yine 1923’ten Başlamak… Bir süre önce bu sütunda “1923’ten Başlamak” başlıklı bir yazı yayımlamıştım. Şimdi, doksan yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nde bütün eğitim sistemi “dindar gençlik yetiştirme” hedefi doğrultusunda yozlaştırılırken, anladım ki o yazıyı biraz daha “güncelleştirip” yinelemekte büyük yarar var. Ben de öyle yapmaya karar verdim. Aradan en aşağı yirmi yıl geçmiş olmalı. Buz gibi bir akşamda, Cumhuriyet’in Cağaloğlu’ndaki eski binasında, İlhan Selçuk’un odasındayız. Yine ülkenin bunalımlı dönemlerinden birindeyiz ve bunalımdan nasıl çıkılacağı tartışılmakta. Birinin: “Acaba işe nereden başlanmalı” şeklindeki sorusuna İlhan Selçuk’tan sakin bir sesle şu yanıt geliyor: “1923’ten başlanmalı…” Odayı ansızın saran sessizlikte yanıt tekrarlanıyor: “Evet, 1923’ten başlanmalı…” O gün odada olanlar arasından kimse bu yanıtı abartılı bulmamıştı. Ama sonradan, başkalarının yanında dile getirdiğimde, aynı yanıta: “Yok artık, daha neler!” diyenlerin sayısı epey kabarık oldu. Oysa zaman, hiç de abartılı olmadığını gösterdi. Bugün de öyle. Bugün için de kesinlikle abartılı olmayan bir söylem. Dahası, bugün belki de içerik bağlamında çok daha geçerli. Çünkü bugün, Türkiye o gün olduğundan çok daha fazla 1923’ün gerisinde. İlhan Selçuk, elbette 1923’e geri dönülüp her şey sil baştan yapılsın dememişti. Söylemek istediği, 1923’ten o güne kadarki dönemin bir kez daha ve artık çok daha doğru değerlendirilmesiydi. Hatta belki de önce 1923’ten 1938’e, yani Mustafa Kemal’in ölümüne kadar, ardından da 1938’den o güne kadar olmak üzere, iki ayrı dönemde ele alınmasıydı. O günden bugüne kadarı da eklersek, üç ayrı dönem ediyor. Ve üçüncü dönem, önceki iki dönemden çok farklı. Örneğin ikinci dönemde laiklik, henüz bugün olduğu kadar yıkıma uğramamıştı. Aynı dönemde Mustafa Kemal’in “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasının yerini “komşular ile sıfır barış” gibi bir politikaya ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin terörü destekleyen ülkeler listesine alınması gibi bir tehlikeye bırakması da söz konusu değildi. Bugün ise artık çok farklı bir noktadayız. Katıksız bir din devletine dönüştürülmesi için neredeyse bütün önlemlerin(!) alındığı, Osmanlı geçmişi de dahil olmak üzere tarihinin en büyük yolsuzluk olaylarıyla sarsılan, bu yolsuzlukların üstünün kapatılması için hukuk düzeninin iktidar tarafından bütünüyle yürürlükten kaldırıldığı, düşünce alanında çoktandır kültür üretimi yerine kültürsüzlük üretiminin yoğunlaştığı bir ülkede yaşamaktayız. Şimdi yapılması gereken, gerçekten de 1923’e dönmek, ama bu dönüşü bir büyük ve doğru hesaplaşmaya sağlam bir çıkış noktası kazandırmak için gerçekleştirmek. Ve geçip gitmiş bir zamanı yitirilmiş zaman olmaktan çıkarıp, Milli Mücadele’nin, Anadolu İhtilali’nin, 1923 Cumhuriyeti’nin, o Cumhuriyet ile birlikte başlamış ama ne yazık ki önü kesilmiş Anadolu Aydınlanması’nın kazanımlarının, bir daha yitirilmelerini olanaksız kılacak tüm önlemlerle birlikte yeniden yürürlüğe konulabileceği bir sürece dönüştürmek. Yaşatmasını beceremediğimiz bir Cumhuriyetin yerine, bu beceriksizliğimizi saklamak için, sözde yenilerini aramaktan vazgeçip, elimizdeki tek Cumhuriyetin 1923’e kadar uzanan köklerine, ama bu kez bilginin rehberliğinde işletilen, doğru bir tarih bilinci ile, yeniden sarılmak! Çünkü geçmiş bir zaman artık geçmemiş kılınamaz; ama geleceğin tarihi bu kez doğru yazılabilir! anatpiyasa çatışması Peki, ne yapılabilir bu konuda? Bir sanat eseri her el değiştirdiğinde sanatçıya bir telif ödenmesi gibi bazı uygulamalar var, örneğin Avrupa’da. Ama ABD’de yok. Bunun piyasayı rahatsız edeceğini düşünüyorlar. Şimdi bu uygulama bizde de olmalı diye tartışılıyor. Ama bence bu tür ufak tefek önlemler bir fayda getirmez. Piyasanın bütün hayatı fethetmesi, bütün sınırlarından, kısıtlarından kurtulması hareketi var gücüyle sürüyor. Avangard, piyasanın ve paranın sanata hükmetmesine direniyordu. Hatta denilebilir ki estetiğini bir bakıma bunun üzerine kurmuştu. Ama Andy Warhol’dan itibaren çağdaş sanat piyasayı olumluyor. Sanat eseri tabii ki satılacak, piyasada dolaşacak, ama bu piyasanın olumlanması anlamına gelmemeli. Eğer sanatçı, girişimcilikle sanatçılığı hâlâ ayırt edebiliyorsa, o zaman piyasayla çatışmayı göze alabilmeli. Bu konuda avangarddan çıkarılacak dersler var. S S M Ahmet Boga’nın fotoğraflarının yer aldığı kitap Everest Yayınları’ndan çıktı İmralı günleri Kültür Servisi “İmralı Günlerinde Yılmaz Güney Deniz ile Gökyüzü Arasındaki Tutsak” adlı kitapta yer alan Ahmet Boga’nın çektiği fotoğraflar, Yılmaz Güney’in İmralı’daki yaşamını kare kare okurlara aktarıyor. Bu fotobiyografideki fotoğraflar için, kitaba sunuş yazan Nihat Behram “Fotoğrafların çekildiği günden, Boga’nın albümüne bu sunuşu yazışıma dek, aradan yirmi iki yıl geçmiş! Güzel olan o ki zamanın acımasızlığı ve çekilen acılara rağmen, içimizi güzelliklerle dolduran ve hayatla kurduğu kan bağıyla her daim bizi saran duygularımız var. İşte Ahmet Boga’nın albümü bunun anlamlı bir simgesi” diyor. Yılmaz Güney’in
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle