03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 EYLÜL 2014 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 26 82. Dil Bayramını Buruk Bir Coşkuyla Kutluyoruz! Eylül 1983’te, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nda 51. Dil Bayramı’nı kutlamıştık. Atatürk kurumunun çatısı altında “son” bayramdı bu. Törene katılan herkes kırgındı, üzüntülüydü. Sevgili Jülide Gülizar ertesi gün Cumhuriyet’teki yazısına “Buruk Bir Dil Bayramı” başlığı atmıştı. 31 yıldır buruk bir coşkuyla Dil Bayramı’nı kutluyoruz. Atatürk’ün ölümünden sonra yıllar yılı perde arkasında, devlet desteğiyle örgütlenen karşıdevrim, sürekli Türk Dil Kurumu’na saldırdı. Bilgisizliğini saldırganlaşarak örten birileri kurumu uydurukçulukla, dili bozmakla, geçmişle bağı koparmakla suçluyor; komünistlerin kalesi olarak gösteriyordu. “Gök konuksal avrat…” gibi gülünç sözler ürettiler; hâlâ bu saçmalıklara inanan akademisyen, bakan, gazeteci var. 1980’lerde gerici bir gazete her gün tam sayfa ayırarak Türk Dil Kurumu’na saldırıları yoğunlaştırdı. Suçlamaların ne ussal ne bilimsel dayanağı vardı; tümü siyasaldı. Harf ve Dil Devrimleri üstünden asıl hedef Atatürk’tü. Yobazlar, yüzyıllarca halkın kullanamadığı eski yazı ve dile dinsel anlam yükleyerek yoksul halkı sömürmüştü. Halk, devletle ilişkisinde dilsizdi. Hak aramak için dilekçe yazamamış; eski yazılı her kâğıdı dinsel bir şey sanmış, sürekli kandırılmıştı. Açlıktan, yoksulluktan, aldatılmaktan, hastalıklardan kurtulmanın umarı olarak yobazın “muska”sına bel bağlamıştı. Bilgisizliğin yol açtığı acıları ilk görendi Mustafa Kemal Atatürk! Harf ve Dil Devrimleriyle din ile dil bağını kopardı. Bu iki devrime öfkenin kaynağı bugün de budur. Atatürk’ün 12 Temmuz 1932’de dernek olarak kurduğu Türk Dil Kurumu (TDK) gibi, TDK’den bir yıl önce kurulan Türk Tarih Kurumu da hukuk tanımaz beş generalin oluşturduğu Danış İlk Kurbanlar! Hiç düşündünüz mü, paganizmden tektanrılı dinlere kadar, tanrılara adanan ilk kurbanlar neden kadınlar ve çocuklardır? Çünkü onlar toplumların temel taşları ve gelecekleridir... Erkek ve yaşlı egemen aşiretler ve feodal toplumlar, erkeklerin ve yaşlıların egemenliklerini sürdürmek için, önce kadınları ve çocukları kendi ideolojilerine kurban ederler! HHH Dün Orhan Erinç çocukları türbana sokma kararının arkasında yatan hukuk anlayışını aktardı: “Türk hukuk sistemine göre 18 yaşını doldurmamış yurttaşlar çocuk sayılıyor. Tek başlarına hukuksal sonuç doğuran bir işlemi gerçekleştirmeleri olası değil. Hatta korunmalarını sağlamak için özel yasalar, yasa maddeleri var” diye başlıyordu yazısına... Ve daha sonra şöyle devam ediyordu: “Milli Eğitim Bakanlığı’nın, değiştirdiği yönetmelikle türban sınırlamasını 9 yaşına indirgemesi, Mecelle’nin 986’ncı maddesini de yürürlüğe sokmuş oldu. Madde, günümüz Türkçesiyle şöyle diyor: ‘Buluğ yaşının başlangıcı erkekte tam on iki, kızda tam dokuz, sonu ise ikisinde de on beş yaşıdır.’ Buluğa ermek yani cinsel yönden olgunlaşmak, Mecelle’ye göre hem dinsel yönden yükümlüğe girmek hem de ergenliğe ulaşmak için yeterli sayılıyor.” HHH İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Koordinatörü Nazan Moroğlu, Bakanlığın çocukların türbana girmesine izin veren kararının şu hukuk metinlerine aykırı olduğunu belirtiyor: Çocuk Hakları Sözleşmesi Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi başta olmak üzere uluslararası sözleşmeler Anayasamızın 2. maddesinde yer alan laiklik ilkesi Anayasamızın 24/ son fıkrada yer alan “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi ... çıkar ...sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini ... istismar edemez...” kuralı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin türbanın bir insan hakkı olmadığına ilişkin kararları Anayasa Mahkemesi ve Danıştay Kararları Ve Bakanlığı bu yanlış karardan dönmeye de çağırarak yasal yollara başvurulması konusunda da şöyle diyor: “Cinsiyete dayalı eşitsizlik içeren, ulusal ve uluslararası hukuk ve mahkeme kararlarına aykırı olan bu Yönetmelik değişikliğinin İPTALİ için velilerin, eğitim kurumlarının, laik demokratik Cumhuriyetimizin tehlikede olduğunun farkında olan yurttaşların dava açarak bu uygulamaya son verilmesi için harekete geçeceğine inanıyoruz.” HHH Türkiye hâlâ “Demokratik ve laik, sosyal bir hukuk devleti” mi? Öfkeliyiz ama yılgın değiliz. Laik Cumhuriyetimizin Atatürkçü düşünceyle yeniden ayağa kalkması için ne kavgadan kaçarız ne tartışmadan! Kavgadan amaç, Atatürk gibi ödünsüz, kararlı olabilmektir! Tartışmadan amaç, doğru bildiklerimizi haykırmak, ussal ve bilimsel olanda direnmektir! Yolumuz ve yönümüz aydınlanmadan yanadır! SEVGİ ÖZEL Dil Derneği Başkanı ma Meclisi’nden çıkarılan yasayla 17 Ağustos 1983’te kapatıldı. Bu iki kurumun, adlarıyla birlikte tüm varlıklarına el konuldu. Asıl ahlak ve hukuk dışılık, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün eliyle yazdığı “vasiyetname”nin çiğnenmesiydi. Atatürk iki derneğe gelir bırakmış; böylece onları güvence altına almıştı. Ne ki silah zoruyla başa geçen uydum akıllı generaller, karşıdevrimcilerle işbirliği yaparak ne “vasiyetname” tanıdılar ne hukuk… Benim kuşağım, yayılmacının maşası olan hainlerle ve “Kuvayımilliyeciye bir tas su veren kâfirdir” diyen yobazlarla savaşanları tanıdı. Yunan ordusu Ankara’nın 80 km. yakınına geldiğinde, Duatepe’nin az ötesindeki köyümüzden top sesleri duyuluyormuş; kadınlar çeyiz sandıklarını açmış; her kumaştan askere çamaşır dikmiş; bazlama, yufka, yumurta, süt, peynir, bakla, nohut; nesi varsa cepheye taşımış. Hiç görmedikleri Mustafa Kemal’e namusluca, onurluca inanmış. Mustafa Kemal de ulusa inanmış; kırık kaburgasıyla at üstünde çıktığı Duatepe’den dürbünüyle aslında geleceğe bakıyormuş. Samsun’a çıkışından sonraki günlerde savaşın utkuyla biteceğine, yeni bir devlet kurulacağına, zulmün biteceğine halkı da inandırmış. Kurtuluş Savaşı’nı doğru yorumlayabilmek için dönemin ulaşımiletişim güçlüğünü; ulusun yoksulluğunu düşünelim. Kara trenden, lastiği olmayan beş on otomobilden, kağnıdan, attan eşekten başka ulaşım olanağı yok. Radyo televizyon yok; gazete yok. Padişahlar hareminde rahat yaşasın, çevresi har vurup harman savursun diye ezilen, bitip tükenmez savaşlarda ölen ulusu düşünelim. Yılda birkaç kez kapıya dayanarak halkın emeğini, askerlik çağındaki oğullarını toplayıp giden; dini kullanarak kadını erkeği ağızsız dilsiz koyan; çağın yeniliklerini, uygulayımını izleyemediği için “hasta adam”a dönüşen; bir yüzlerce yayılmacı okuluna göz yumup eğitim sistemini, çocuklarının geleceğini satan; “vatan, özgürlük” diyeni ölüme gönderen bir imparatorluğu düşünelim. “Kapitülasyon” belasını algılayamayan halife padişahları düşünelim. Yakın tarihin ana kaynağı olan Söylev’i yeniden okuyarak Mondros’la, Sevr’le tarihten silinmek üzere olan bir ülkeyi, ayağa kaldırıp utkuya yürüten Mustafa Kemal’i ve silah arkadaşlarını düşünelim. Bugün yaşadıklarımızı da… Bize dünü öğreten, geleceğe bakışımızı belirleyen Harf ve Dil Devrimleri’dir. Mustafa Kemal, yaşamının hiçbir döneminde fildişi kulelere sığınmamış; “içinde bulunduğu durumun olanak ve koşullarını” doğru görmüş; aydınları, yönetim kadrolarını, gücü eline geçirecek olanların ileride neler yapabileceğini doğru değerlendirmiştir. Örneğin Dil Devrimi’ni “Türk rönesansı” diye alkışlayan, sonra yok sayan Fuat Köprülüler; 18 yıl Türkçe okunan ezanın, yeniden Arapçaya dönmesine onay veren Hamdullah Suphiler, devrimleri anayasayla korumaya kalkan Celal Bayarlar; Atatürk’e saygı duruşu yaptırmayan Adnan Adıvarlar ve tarihin tozlu yapraklarına gömülen pek çokları Atatürk’ün sofrasında bulunmuş kişilerdir. Devrimlerin nasıl yapıldığına tanık olanların gelecekte nasıl dönekleşeceğini ilk gören Atatürk’tür; bu nedenle gençleri uyarmıştır. Atatürk’ün kalıtı niçin çiğnendi; kurumları niçin kapatıldı; TC’den rahatsız olanlar, ulusal bayramları kısıtlayanlar, devrimlerle hesaplaşanlar, Atatürk’e çirkin yakıştırmalarda bulunanlar, eğitimi dinselleştirenler; Osmanlılık düşü kuranlar kim? Söylev doğru okunduğunda hepsinin aile fotoğrafını görebilirsiniz. Halk inanmıştı Uydum akıllı generaller Bugün Cumhuriyet kurumları gibi Cumhuriyetin tüm değerleri, hatta dereler tepeler satılık… Ulus yoksul! Türk Devrimi’nin Atatürk’ün belirlediği yolda, onun manevi kalıtı olan “akıl ve bilim”le beslenerek gelişmesi engellendi. Atatürk’le toplum bağının koparılması, Atatürkçü olma kimliğinin zedelenmesi gerekiyordu. Karşıdevrimin maşaları, eliyle yazdığı “vasiyetname”yi çiğneyerek Atatürk’e ve Atatürkçülere meydan okudular. Dil Devrimiyle kazanılan sözcükler yasaklandı; bir bütün olan Türk Devrimi’nin her aşaması us ve bilimdışı saçmalıklarla masaya yatırıldı. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının ortak iletişim aracı olan Türkçe, niçin ortak (resmi) dil; niçin çok dilli eğitim yapılmıyor gibi sorularla eğitim ve gelir düzeyi inişte olan toplumun kafası karıştırılıyor. Ne yazık ki bugün görüntü Osmanlının son dönemindeki gibi… Herkes Türkçe konuşuyor ama kimse kimseyi doğru anlayamıyor. Üniversite, yargı kurumları, sözde toplum öncüleri laik Cumhuriyetin üstüne çöreklenen karanlığı görmezden geliyor. İşte böyle bir ortamda 82. Dil Bayramı’nı kutluyoruz. Öfkeliyiz ama yılgın değiliz. Laik Cumhuriyetimizin Atatürkçü düşünceyle yeniden ayağa kalkması için ne kavgadan kaçarız ne tartışmadan! Kavgadan amaç, Atatürk gibi ödünsüz, kararlı olabilmektir! Tartışmadan amaç, doğru bildiklerimizi haykırmak, ussal ve bilimsel olanda direnmektir! Yolumuz ve yönümüz aydınlanmadan yanadır! 82. Dil Bayramı’nı bu duygularla kutluyoruz! Karanlığı görmeyenler Çalışma Yaşamının Yaman Çelişkisi İ ŞÜKRÜ KARAMAN şçinin ekonomik anlamdaki en büyük güvencesi sendikalı olmak, toplu iş sözleşmesi ile satın alma gücünü korumaktır. Sendikalı işçiler bağıtlanan toplu iş sözleşmesi ile ücretini en azından enflasyon karşısında erimekten korurken, bu haktan yoksun işçiler ise işverenin öngördüğü zamla yetinebiliyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yayımladığı temmuz ayı istatistiklerine göre kayıtlı 12 milyon 287 bin işçinin 1 milyon 189 bini sendika üyesi. Kayıtlı işçilerin sadece yüzde 9.7’si sendikalı. Bu durum ülkemize hiç yakışmadığı gibi, demokratikleşme standartlarına da aykırı. Toplu iş sözleşmesinden yararlanmak için hevesle sendikalara üye olan işçilerin yüzde 40’ı, yani 450 bine yakını toplu iş sözleşmesinden yoksun. 1 milyon 189 bin sendikalı işçiden ancak 746 bini toplu iş sözleşmesi hakkından yararlanabiliyor. Geriye kalan 443 bin emekçi umutla toplu iş sözleşmesini bekliyor. Toplu iş sözleşmesi bağıtlayamayan sendikalar asıl işlevini yerine getirmekten uzaklaşıyor. Üyesi var ama, bunlar adına toplu iş sözleşmesi bağıtlayamıyor. Bu olumsuz tablo çalışma yaşamının yaman bir çelişkisi olarak ortada duruyor. Avrupa ülkelerinde ise ülkemizdeki bu ilginç durumun tam tersi yaşanıyor. Bu ülkelerde toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı, genelde sendikalı işçi sayısının üstünde yer alıyor. Bunun nedeni, Avrupa ülkelerinde çok yaygın, ülkemizde kısıtlı uygulanan “teşmil” denilen sistemle sendikasız işçilerin de toplu iş sözleşmesi hakkından yararlanabilmesi, sözleşmenin sendikalı işçilere tanıdığı haklardan yararlanabilmesi. (Teşmil, bir işyerinde bağıtlanan toplu iş sözleşmesinin, başka bir işyerinde yargı kararı ile uygulanması.) Tüm sendikalı emekçilerin toplu iş sözleşme hakkını rahatça, engellenmeden kullanabilmesi için işkolundaki baraj yüzde 1 dahi olsa tamamen kaldırılmalı, Türkiye’ye yakışmayan bazı işkollarındaki grev yasağına son verilmeli, yargıdaki yetki davaları kısa sürede sonuçlandırılmalı, sendikalaşmanın önündeki engeller yok edilmeli, işçinin sendika tercihinde baskı ile karşılaşmamasının koşulları yaratılmalı. Sendikalaşma güçlü olursa emekçinin yanı sıra ekonomi ve Türkiye de kazanır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle