24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 21 AĞUSTOS 2014 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Otokratlar Birbirine Benzer S onradan 3. Napolyon adıyla anılacak LouisNapoléon Fransa’nın ilk cumhurbaşkanıdır. Bizde ve dünyada çok iyi tanınan ünlü 1. Napolyon’un erkek kardeşinin oğludur. Kendisinin ilginç bir öyküsü var. 1848’de 2. Cumhuriyet kurulduğunda Fransa cumhurbaşkanı seçilmişti. Anayasaya göre cumhurbaşkanlığı süresi 4 yıldı ve görevini tamamlayan başkanın yeniden seçilmesi olanağı yoktu. LouisNapoléon üçüncü yılda bu duruma karşı çıktı. Hedeflediği projelerin üç yılda tamamlanamadığını ileri sürerek görevini dört yıllık dönemden sonra da sürdürmek istiyordu. Anayasayı değiştirmek için mecliste gereken çoğunluğu sağlayamayacağını anlayınca 1851’de darbeye yöneldi ve yasama meclisini dağıtarak yeni bir anayasa ile imparatorluğunu ilan etti. Fransa’ya zafer ve özgürlüğü ancak bir imparatorun verebileceğini iddia ediyordu. İşçi hareketlerinden bunalmış olan burjuvazi de kendisini destekliyordu. Düzenlediği halkoylamasının ardından imparatorluğun yeniden kurulmasıyla bu kez 3. Napolyon adıyla imparator oldu. (Bu örnek, halkoylamasının yani referandumun ne denli tehlikeli bir oyuncak olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir.) Yeni dönemde otoriter polis devleti yöntemleri uygulamaya konacaktı. Finansman, tarım ve sanayinin yanı sıra bayındırlık yatırımlarına önem verildi. Özellikle, Paris’in yeniden düzenlenmesine, imarına yoğun ilgi gösterildi. İmparator, iç politikada olduğu gibi dışta da bütün yetkileri kendi elinde toplamıştı. Hedefi, Fransa’nın yeniden büyük güç konumuna gelmesiydi. O amaçla gerekligereksiz bir dizi savaşa girdi. İtalya, Çin, Japonya, Meksika, Kore dahil birçok ülkeyle gerilimler, hatta çatışmalar yaşandı. Bizle ilişkili Kırım Savaşı da o döneme rastlar. İmparator, 1853’ten itibaren Paris’in yenilenmesi programı için Seine Valisi GeorgesEugène Haussmann’ı görevlendirmişti. Paris’in “modern kent” konseptine uygun olarak neredeyse yeniden inşa edilmesi hedefteydi. Ha İmparator, iç politikada olduğu gibi dışta da bütün yetkileri kendi elinde toplamıştı. Hedefi, Fransa’nın yeniden büyük güç konumuna gelmesiydi. O amaçla gerekligereksiz bir dizi savaşa girdi. İtalya, Çin, Japonya, Meksika, Kore dahil birçok ülkeyle gerilimler, hatta çatışmalar yaşandı. Bizle ilişkili Kırım Savaşı da o döneme rastlar. DOĞAN HASOL ussmann, imparatorun ve devletin otoriter gücünü arkasına alarak uygulamalara girişti. Haussmann’ın anlayışı ve şehirciliğe yaklaşımı ciddi eleştiriler alıyordu. Yaklaşımı, mülkiyet haklarını hiçe sayarak “kenti korumak yerine yıkmak” şeklindeydi. Geniş bulvarlar açılırken ayakta kalabilen binaların caddeye bakan cephelerinin tasarımı mimarlarca, anıtsal bir etki sağlama doğrultusunda elden geçiriliyordu; parklar açılıyor, su ve kanalizasyon sistemleri düzenleniyordu. Binlerce kişi evlerinden atılırken Haussmann, “Evet çok ev yıktık ama bir o kadar da yaptık” diyordu. Kent adeta tersyüz edilmişti. O dönemde Paris’te yapılmış olanlar bugün bile tartışma konusudur. Ülke ekonomisi, Paris yatırımlarının yanı sıra süren savaşların da etkisiyle giderek zayıf düşüyordu. 1870’e doğru gelen ekonomik bunalım ve halktaki hoşnutsuzluklar İmparator 3. Napolyon’un da ikinci imparatorluğun da sonunu getirmekte gecikmedi. 1870’te Prusya ile savaşta alınan ağır yenilginin ve imparatorun Almanlara esir düşmesinin ardından Fransa’da 3. cumhuriyet ilan edildi. 3. Napolyon esaretten kurtulunca İngiltere’ye sığınacak ve üç yıl sonra orada ölecekti. 3. Napolyon binlerce kişinin adları, iktidarın propaganda aracı haline gelmiş devlet radyosunda sürekli olarak okutuluyordu. Haberler Menderes’le başlıyor, Vatan Cephesi’ne katılanların adlarının okunmasıyla bitiyordu. Listelerde bazen çoktan ölmüş kişilerin adları bile bulunabiliyordu. Yine DP yetkililerinin belirttiklerine göre, “Vatan Cephesi”nden olmayanlar, “Şer Cephesi”ndendiler. Yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği, basın özgürlüğü ve muhalefet yapma olanakları, artan bir hızla kısıtlanıyor, basına sansür uygulanıyordu. Parti içinden tek tük cılız çıkışlara karşın gidişin yönü çoğunluk partisi diktatörlüğüydü. “Ben kendime sabık başkan dedirtmem” diyordu Adnan Menderes. Tek adam konumunda ölçüyü iyice kaçırmıştı. DP Meclis Grubu’ndan güvenoyu alabilmek için milletvekillerine, “Siz o kadar güçlüsünüz ki, isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” diyecek kadar... Üniversite öğretim üyelerine “kara cüppeliler” diyecek kadar... “Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim…” “Odunu koysam mebus olur” diyecek kadar... Menderes’in, 6 Eylül 1958’de Balıkesir’de yaptığı bir konuşmada muhalefeti ağır bir dille eleştirirken “İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya” diyerek tehdit ettiği de belleklerden silinmemişti. Nisan 1960’ta Meclis’te, DP oylarıyla, tümü DP’li milletvekillerinden oluşan bir “Tahkikat Komisyonu” kuruldu. Çalışmalarını gizli yürütecek olan komisyon suçlama, yargılama ve cezalandırma yetkileriyle donatılmıştı; kararlarına karşı Yargıtay’a gitme olanağı da yoktu. Bu düpedüz bir sivil darbeydi. Tahkikat Komisyonu bardağı taşıran damla oldu. DP’nin baskıcı yönetimiyle hayatları karartılmış üniversite öğrencileri İstanbul ve Ankara’da sokağa döküldüler. Bir ay sonra gelen 27 Mayıs 1960 darbesi, artık yalnızca adı demokrat olarak kalmış partinin ve Menderes’in sonunu getirdi. Ne dersiniz, otokratlar birbirine benzemiyor mu? Eğitimde Büyük Darbe! Bütün otoriter ve totaliter iktidarların, özellikle de darbeci iktidarların hayali, kendi ideolojilerine uygun bir toplum üretmektir! Bunun için anayasayı, yasaları, yönetmelikleri değiştirir, başta muhalefet ve ifade özgürlüğü olmak üzere, temel hak ve özgürlükleri kısıtlar ve sınırlarlar... Ama bunlar da yetmez: Gözlerini geleceğe, yani çocuklara ve gençlere dikmişlerdir... Bir yandan yasal düzenlemeler, siyasal demeçler, planlar, programlar, uygulamalar ve medya aracılığıyla toplumun beyni yıkanırken öte yandan örgün ve yaygın eğitim sistemine demir bir pençe ile el atarlar. Böylece, kendi ideolojilerine uygun, “yüz yıllık”, “bin yıllık” “toplumsal mühendislik” projelerini hayata geçirmeye çalışırlar. HHH AKP iktidarı da bir yandan Kuran kurslarını yaygınlaştırıp türlü teşviklerle çocukları bunlara yönlendirirken... Öte yandan, liseleri de imam hatip lisesine dönüştürmekte ve bunu çoğu öğrenci için tek seçenek haline getirmektedir. HHH 21. yüzyıla yakışmayan, Türkiye’yi, çağdaş devletler arasındaki yarışta geri bıraktıracak olan bu eğitim darbesinin arkasında yatan ideolojik yönlendirmeyi saklamak için de resmen şöyle bir gerekçe uydurulmuştu: “Türkiye bir tarım ülkesidir, buradan mucit çıkmaz, ancak ara eleman yetiştirebiliriz.” HHH Sistem yavaş yavaş dönüştürülmüş ve dönüştürülmektedir: Önce 4+4+4 sistemi bir “baskın” yasayla ve büyük baskılarla kabul edilmiştir... Bu arada (Sinan Tartanoğlu’nun 9 Mayıs tarihinde Cumhuriyet’te çıkan haberine göre) ani bir kararla bütün düz liseler ve meslek liseleri Anadolu lisesi haline dönüştürülmüştür. 4+4’lük temel eğitimden, ortaöğretim denilen liselere geçiş için sınav sistemi de (bilmem kaçıncı defa) değiştirilmiş, TEOG (Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş Sınavı) denilen ve öğrenci tercihlerini sınırlayan bir düzen getirilmiştir. Bu düzene göre A ve B denilen iki ayrı gruba göre seçimlerini yapan öğrenciler, istedikleri yeri kazanamazlarsa, otomatik olarak evlerine en yakın liseye kaydettirileceklerdir. Ve birdenbire, okullar, velilerin büyük isyanlarına karşın, imam hatip lisesine dönüştürülmeye başlamıştır. Böylece, sınavda istediği yerin puanını tutturamayan öğrenciler, zorunlu olarak sadece imam hatip liselerine gidecektir. HHH Ve Türkiye 21. yüzyıla böyle hazırlanmaktadır! Tek adamlık Polis devleti Yüz yıl sonra Gelelim yaklaşık yüz yıl sonra bizdeki benzer bir duruma... 1950 yılında yapılan seçimleri Demokrat Parti büyük bir çoğunlukla kazanarak iktidara geldi. Adnan Menderes başbakanlığa getirildi. DP iktidarının ilk işlerinden biri, anayasanın dilini Türkçeden Osmanlıcaya çevirmek oldu. Din sömürüsü başladı. Türkçe ezan yerine yeniden Arapça ezan getirildi. İlkokullarda din dersi zorunlu kılındı. 1951’de halkevleri ve halkodaları kapatıldı. Daha sonra sıra Köy Enstitülerine gelecekti... Yine ilk işlerden biri, ABD’ye yaranıp NATO’ya girebilmek için, dünyanın bir ucunda KuzeyGüney Kore arasındaki savaşa asker göndermek oldu. Yalnızca Bakanlar Kurulu kararıyla 1950 sonbaharında Güney Kore’ye 4500 kişilik ilk kafile gönderildi. TBMM’nin kararı ancak yüzlerce askerimizin şehit düşmesinden sonra alınacaktı. 1956’da Menderes’in tutkusuyla İstanbul’da plansız programsız imar hareketleri başlatıldı. Kararlar Menderes’e aitti. Çevresindekiler başbakanı, “Siz doğuştan mimarsınız” diyerek azdırıyorlardı. Yolların genişletilmesi için yıkımların ardı arkası gelmiyor, kimi camiler ve türbeler dahil, tarihi ya da mimari olarak hiçbir yapının gözünün yaşına bakılmıyordu. Ne var ki parasal kaynaklar hızla tükeniyordu. Yolları genişletmek için yapılan kamulaştırmaların bedelleri bile ödenemiyor, hak sahiplerinin eline geçersiz belediye bonoları tutuşturuluyordu. Ekonomik sıkıntılar arttıkça basına, üniversitelere, yargıya, muhalefete baskılar başladı. Menderes, demokrasiyi artık çoğunluk tahakkümü olarak algılar hale gelmişti. 195458 arasında basından 1161 kişi soruşturma ve kovuşturmaya uğramış, 238 basın görevlisi hüküm giymişti. Adalet Bakanı Esat Budakoğlu, TBMM’de bir soru üzerine, DP’nin 8 yıllık iktidarı döneminde 811 gazeteciye toplam 57 yıl hapis cezası verildiğini açıklıyordu. Bu rakam daha sonra hızla artacaktı. DP, 1958 Ekim’inde kendisini “Vatan Cephesi” olarak ilan etmişti. Parti ocaklarına katılan on İstanbul’un Kurtarılması... ENGİN ERKİN D oğan Hasol ve Prof. Dr. Mete Tapan’ın İstanbul’un kurtarılması konusunda Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan görüşleri; sanki terk edilmiş, bir kenara atılmış gibi hastalıklı bir halde ortada kalmış zavallı İstanbul için yeniden bir ilgi odağı doğurabilir diye umutlanıyorum. Planlı kalkınma döneminden beri önerilen ve kısmen uygulamaya konulmuş olan ülkesel ve bölgesel ölçekte plan tedbirlerikararları daima kesintiye uğramıştı. İstanbul’a çok uzun süre genel planı olmadan yerleşme ve ulaşım uygulaması yapıldı. Doğaldır ki çok da hata yapıldı ve şimdi biz bunların içinde boğuluyoruz. Gözümüzü açıp etrafımıza bakmak bile istemiyoruz. Topbaş döneminde (2004’te başlıyor) muhalif üyelerin de zorlamasıyla bir nazım plan bürosu kuruldu ve dikkate değer bir çalışma tamamlandı, onaylandı, fakat bürokratik eksikliklerden ötürü iptal edildi, sonra hemen ufak tefek değişikliklerle belediyenin kendi bürosunca yenilendi ve ‘İstanbul il çevre düzeni planı’ adı altında onaylandı (Bu adı zikrettim, çünkü o tarihteki planlama mevzuatında bu adı taşıyan bir plan türü bulunmuyordu, bugün de yok, zaten planlama mevzuatı hepten karıştı). Keyfi yatırım Ne yazık ki bu plandaki çok önemli kararların tersine keyfe göre yatırım yapılıyor ve ekolojik değerleri koruyan kararların gerçekleşmesi imkânsız hale geliyor. İçinde bulunduğumuz siyasal ortam İstanbul’un bölgesi ve ülkesi ve kendisi için yeni genel kararlar üretme vizyonuna sahip değil. Biz ne kadar değerleri koruyalım diyorsak onlar da İstanbul’a âşığız ve de marka olsun satalım diyorlar. Bu konuda sayısız beyanları var. İstanbul yüzyıllardan beridir markadır ama satılacak anlamda değil. Bu görüş karşıtlığı içinde birkaç can alıcı kararla kısmen iyileşme sağlanabilir mi? Ne yazık ki artık belediyeler de ğil Çevre ve Kültür Bakanlığı onay mercii. Buna rağmen iyileştirme – bu gidişe dur deme görüşünü benimseyen belediyeler bir araya gelip örnek olarak ‘bundan böyle 3.00 yapı emsali ile bina yapılmayacağı’ kararı aldırmak üzere bakanlık nezdinde girişimde bulunabilirler. Böyle bir karar siluet ve aşırı nüfus yoğunluğu probleminin hafifletilmesini sağlayabilir. Maksimum emsal aslında bütün Türkiye için de alınabilir. Fransa’da yakın zamana kadar en yüksek emsal sadece 1.00 idi. Bunun dışında öldürücü bir plan notu var. ‘Zemin kat altındaki katlar emsale dahil değildir’ plan notu bundan böyle kalksın kararı da tüm ülkeyi kapsayacak şekilde verilebilir. Herhalde İstanbul’dan başka bir şehirde bu plan notu bulunmuyordur, bu İstanbul inşaatçısının icadıdır ama olsun... Bu plan notu da yoğunluk artırıcı ve eşitsizlik yaratan bir karardır ve yeraltı şehirleri doğmasına da neden olmaktadır. Bunlara benzeyen başkaca olumsuzluklar da belediye başkanlarının öncülüğünde ele alınma lıdır. Konuya yakın uzmanlar belediyelere bu gibi konularda fahri olarak teknik yardım verecek bir grup oluşturabilir. Ulaşım konusunda da pek çok uzman sıklıkla öneriler veriyor, günlük trafik çözümleri için örneğin yayaların hızlı yollar önündeki çaresizliğini giderici tedbirler önerilebilir ve hayata geçirilebilir. Şu sırada sosyal medyada Prof. Mikdat Kadıoğlu’nun öncülük ettiği İstanbul’un susuzluğunu giderici önlemlerin alınması için bir imza kampanyası başladı. Bunun gibi kampanyalar sürdürülebilir. Radikal önlemler Özet olarak demek istiyorum ki; uzun vadede gerçekleşebilecek planlama sistemini yeniden kurumlaştırmak yerine durumun daha da kötüye gidişini engelleyebilecek acil kararları uygulamaya koymak mümkündür ve sivil inisiyatif desteğiyle belirli bir iyileşme ortamı yaratılabilir. Ta ki radikal önlemlerin alınmasına sıra gelsin. Ben de Mete Tapan gibi umudumu koruyorum ve bu konuda ufak bir katkıda bulunabildiysem ne mutlu...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle