24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 7 MAYIS 2014 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Cumhurbaşkanı Seçiminde Geleceği Seçeceğiz Bugünü ve geleceği kuran bilim ve teknoloji için özgür eğitim gerektiriyor. Bilimsel özgürlük, demokrasi gerektiriyor. Bugün demokrasi en başta eğitim ve araştırma özgürlüğü demek. Bunlar cumhurbaşkanının izlediği politikalar olmak zorunda. Bu politika Cumhurbaşkanlığı’nın temel görevidir. Cumhurbaşkanı hiçbir politik ya da ideolojik vesayet altında olamaz. Ama ülkenin geleceğine ilişkin evrensel vizyonun vesayetini ya da yönlendiriciliğini reddedemez. Çünkü bu ülke için intihar anlamına gelir. DOĞAN KUBAN ürkiye’nin içine düştüğü kargaşadan kurtulma aşamasının ilk adımı Cumhurbaşkanlığı seçimidir. Burada iktidar partisi kararını tek elden verdiği için, bunu söz konusu etmek gerekmez. İktidar partisi dışındaki partiler aylardır sürdürdükleri ülke idaresine ilişkin söylemleri, eğer içeriksiz parti söylemlerine dönüştürür, halkı da bu yolda yönlendirirlerse, bunun sonucu da belirlidir. Bunu tartışmak da anlamsızdır. Politikaya sadece kuramsal olarak yaklaşan, politik yapı ile ilişki kurmamış bir emekli üniversite hocası ve Cumhuriyetin ilk kuşaklarından birinin pek az kalmış üyelerinden biri olarak, bugünkü politik sistemin içeriğini yitirdiğini, politik söylemin izlenemeyecek kadar yozlaştığını, Türk toplumunun kültür düzeyinin hızlı kentleşme ve küreselleşmeyi hazmedemediğini ve boyutlarını bile anlamadığını görüyorum. Dünyanın ulaştığı teknolojik düzeyin toplumlardan beklediği entelektüel niteliklere bakınca, ülke geleceği, diğer İslam ülkelerinden farklı görünmüyor. Geleceğe bilim ve teknoloji yeterliliği perspektifinde bakılmazsa bunun bir çıkmaz olacağına inanıyorum. Politik söylemin yerini bilimsel söylemin alması gereken bir aşamaya geldik. Bunu toplum başaramazsa dünya konjonktürü sağlayacak. Fakat süreç toplum için daha uzun ve acılı olacak. Eğer Türkiye’yi idare etmeye soyunanlar geleceğe ilişkin vizyonlarına hâlâ bilimsel olanın egemenliğini koyamamışlarsa, gelecek, diğer gelişmemiş ülkelerle birlikte, karanlık olmak zorundadır. Sorunu sadece seçim bağlamında dile getirmek istersek şu soruya yanıt bulmalıyız: Sendika ve İşçileri Bekleyen Tehlike T “Cumhurbaşkanı mı ülkeyi kurtaracak, yoksa doğru saptanmış yönler ve onlara ulaşacak örgütlenmeler mi?” Gelişmemiş kültürlü toplumlarda politik söylemin yozlaşması doğaldır. Çünkü hâlâ politik söylem bilimsel söylemden daha kolay anlaşılır. Popüler söylem, politik söylemle özdeşleşir. Çağdaş toplumların hepsinin, gelecek vizyonu politik vizyonundan daha ağır basan, “rasyonel düşünen devlet adamlarına ve başkanlarına gereksinimi” var. Yoksa dünyanın geleceği bizim gibi ülkeler için karanlık. Başka türlü düşünülmesi olanağı olmayan zor koşullar, herhangi bir adı değil, doğru bir gelecek öngörüsünü gerektiriyor. Biz bir adam değil, bir gelecek seçiyoruz. Mustafa Kemal neden büyük bir dâhi idi? Çünkü geleceğe ilişkin bir vizyonu miras olarak bıraktı. Türk halkını partiye ya da partiyi Türk halkına emanet etmedi. “Ben Halk Partisi’ni size emanet ediyorum, altı oku miras bırakıyorum demedi. Türkiye’nin ideolojisi altı ok” da demedi. “Altı ok, halk partisinin ideolojisini temsil eder. Geleceğin yolu sadece bilimdir” dedi. Geleceği sadece partiye, şu ya da bu ideolojiye değil, gençlere emanet etti. O noktada bir vizyonerdi. Çünkü 1930’larda bilim ve teknoloji, insanların hayalini işgal eden boyutlara ulaşmamıştı. Kurtuluş savaşları, sömürgecilik ve emperyalizm karşıtlı bağımsızlık, eşitlik, özgürlük, ulusçuluk gibi ideolojiler, doğal olarak daha büyük önem taşıyordu. 19. yüzyıldan çıkmıştık, çağdaş iletişim yoktu. Bugün teknoloji her yıl değişiyor. İletişim bizim gençliğimizde hayal bile edemeyeceğimiz Mustafa Kemal neyi miras bıraktı? hızda ve genişlikte. Dünyanın politik ağırlık merkezlerinin yerleri değişti. Nüfusumuz 10 milyondan (1900) 80 milyona (2014) ulaştı. 800 binlik İstanbul (1950) 17 milyon oldu. Köylü nüfusu yüzde 90’dan yüzde 30’a indi. Bu kendi başına her şeyi açıklar. Bugün 1930’ların hiçbir politik ideolojisi geçerli, daha doğrusu uygulanabilir değildir. Ne var ki politik partiler modası geçmiş sözde ilkeleri geveleyip duruyorlar. Fakat 21. yüzyılda liberal ekonominin bile dayandığı bir tek güç, bilimsel araştırmaya dayalı teknolojik gelişmedir. En büyük kapitalist sömürücü devletlerin de vurguladıkları (tabii kendileri için) temel politika, bilim ve teknolojiye dayalı üretim ve bunu gerçekleştiren eğitim ve araştırmanın örgütlenmesidir. Bunu en iyi başaranlar Avrupalı, Kuzey Amerika ABD ve Japonya... Asya’da rejim kargaşasına karşın eğitim, bilim ve teknolojide kurumlaşan ülkeler var. Dünyayı zorlayan doğal koşullar iklim, enerji ve tarım. Bunların gelişmesine ilişkin politik söylemle bir ilişkisi yok. Fakat toplumun çağdaş örgütlenmesiyle ilişkisi var. Bunları gerçekleştirecek kurumlaşma bilim ve teknoloji için özgür eğitim gerektiriyor. Bilimsel özgürlük demokrasi gerektiriyor. Bugün demokrasi en başta eğitim ve araştırma özgürlüğü demek. Bunlar cumhurbaşkanının izlediği politikalar olmak zorunda. Bu politika Cumhurbaşkanlığı’nın temel görevidir. Cumhurbaşkanı hiçbir politik ya da ideolojik vesayet altında olamaz. Ama ülkenin geleceğine ilişkin evrensel vizyonun vesayetini ya da yönlendiriciliğini reddedemez. Çünkü bu ülke için intihar anlamına gelir. Biz cumhurbaşkanı seçmiyoruz. Bir gelecek, bağımsız, özgür, çağdaş bir gelecek seçiyoruz. Cumhurbaşkanı önce bu geleceği gerçekleştireceğine inandıran biri olmalıdır. Aday olanlar, nasıl bir Türkiye olacağını aday olmadan önce açıklamalıdır. Onların vizyon ve amaçlarını inandırıcı bulmalıyız. Eğer Cumhuriyette bir çağdaş dünya vizyonu olmasaydı, Vahdettin tahtında kalsaydı, bugün İzmir’de Rumlar, Antalya’da İtalyanlar, Erzurum’da Ermeniler, İstanbul’da Uluslararası bir komisyon bulunurdu. Belediye başkanı da bir Rum olabilirdi. “İ Şükrü KARAMAN şçi Babası” Bülent Ecevit’in çalışma bakanlığı döneminde geniş hak ve olanaklara kavuşan işçiler, gelecekte toplu iş sözleşmesi yapamama, demokrasinin olmazsa olmazı olan işçi sendikaları da işlevlerini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya. İşçilerin haklarını alabilmek, daha iyi koşullarda çalışabilmelerine olanak sağlamak amacıyla üye oldukları sendikalar günden güne eriyor. Yakın gelecekte işçi sendikaları toplu iş sözleşmesi yapamaz, bir anlamda temel görevini yapamaz hale gelecek. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın son istatistiklerine göre, Türkiye’de kayıtlı 11 milyon 600 bin 554 işçi bulunuyor. Bu işçilerden ancak 1 milyon 96 bin 540’ı sendika üyesi. Sendikalaşma oranı yüzde 9.45. Yani işçilerin yüzde 10’u bile sendika üyesi değil. Türkİş’in 770 bin, Hakİş’in 192 bin, DİSK’in 108 bin, bağımsız sendikaların da 26 bin üyesi bulunuyor. Sendikalı işçi sayısının Temmuz 2013’e göre 64 bin 374 kişi artmasına karşın, Türkiye’deki sendikalaşma oranı dünya ülkelerinin çok gerisinde. Sendikalı işçi sayısında bir önceki döneme göre artış olsa da bu oran OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) ülkeleri içinde en düşüğü. OECD ülkelerinde sendikalaşma oranı yüzde 11 ile yüzde 33 arasında değişiyor. Tüm bu veriler, sendikalaşmanın ülkemizde yerlerde süründüğünü açıkça ortaya koyuyor. Sendikaların bu olumsuz tablo karşısında güçlerini, birbirlerini suçlamak, karşı sendikaların üyelerini transfer etmek yerine, sendikalaşmayı bekleyen 10 milyonu aşkın emekçi üzerine yoğunlaşmaları gerekmez mi? Sendikalaşmanın yanı sıra toplu iş sözleşmesi açısından da Türkiye’yi gelecekte sıkıntılı günler bekliyor. Bakanlık istatistiklerine göre, mevcut 115 işçi sendikasından yüzde 47’si yüzde 1 barajını aşarak toplu iş sözleşmesi yapabilme yetkisine hak kazandı. Temmuz 2016’dan itibaren toplu iş sözleşmesi yapabilme yetkisi alabilmek için aranan işkolu barajı yüzde 2’ye çıkınca ancak 31 sendika buna hak kazanabilecek. Temmuz 2018’den sonra ise baraj yüzde 3 olarak uygulanmaya başlayınca sadece 21 sendika toplu iş sözleşmesi yetkisi alabilecek. Bakanlığın verilerine göre, 2018 yılında kayıtlı işçilerin yarısı toplu iş sözleşmesi bağıtlayacak sendika bulamayacak. Yine işçilerin üçte biri tek sendika tercihine mahkum olacak. Yani 2018 Temmuzu’nda 115 sendikadan 94’ü toplu iş sözleşmesi yapamayacak, işlevini yitirerek deyim yerinde ise kepenkleri indirecek. Sendikalaşmada yaşanan bu olumsuzlukların temel nedeni 12 Eylül’den bu yana uygulanan işkolu barajı sistemi. Örgütlenme, toplu pazarlık ve grev haklarını yok eden, dünyada örneği olmayan bu sınırlama açıkça anayasaya ve Türkiye’nin imza attığı ILO sözleşmelerine aykırı bir durum. Taşeron işçi çalıştırmanın yaygınlığı da sendikalaşmanın önündeki bir diğer engel. Türkİş, Hakİş ve DİSK “senben kavgasını” bir yana bırakarak sendikasız 10 milyonu aşkın işçinin sendikalı olmasına odaklanmalı. Eleştirilse, suçlansa da sendikalar demokrasinin “olmazsa olmazı” olan sivil toplum örgütleridir. Güçlü sendikalar, emekçiler kadar demokrasinin de güvencesidir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle