24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
29 MAYIS 2014 PERŞEMBE CUMHURİYET kultur@cumhuriyet.com.tr SAYFA KÜLTÜR 15 Bir ressam ölmüş diyeler FERİT EDGÜ AD N A N VARINCA D OKSAN AL TI Y A ŞI NDA SON SUZ LUĞ A UĞ URLA N DI Biliyordum, bugün yarın, ölüm haberini alacağımı. Yıllar var ki görmüyordum. Ne kendini ne de resimlerini. Ola ki artık resim yapmıyordu. Yapamıyordu. Bir köşede, kendisiyle baş başa ölümü bekliyordu. Ölümden korktuğunu sanmıyorum. (Yaşamdan korkmayan ölümden neden korksun ki?) Onun kadar, hayatının bir döneminde, yokluğa, yoksunluğa dayanmış, yaşamını ve yaratmayı, en zor koşullarda sürdürmeyi bilmiş ve içinde yaşadığı güç koşullardan bir gün olsun şikâyetçi olmamış birini tanımadım. Sanırım, aramızda yirmi yaş kadar bir fark vardı. Ama bilen bilir, yazarlar çizerler arasında bu hiçbir şey demek değildir. İkimiz de aynı zaman ve coğrafyayı yaşıyorduk. Ama zamanın zaten yaşı yoktur. 1950’lerin İstanbul’unda, yeniyetme bir yazar adayı iken tanımıştım Varınca’yı. Akademi’de, bizim atölyedendi. Bedri Rahmi atölyesinden. Bizden önceki dönemden, Turan Erol’lerin, Orhan Peker’lerin, Nedim Günsür’lerin, Esirkuş’ların döneminden. Akademi’nin bir daha göremeyeceği bir dönemden. O yıllarda, Akademi’den her yıl, sanırım yüz kadar ressam diploma alırdı. Sonradan bunların büyük bir çoğunluğu, eğer Anadolu’nun bir kentinde bir ortaokul ya da lisede resim öğretmeni değillerse, İstanbul, Ankara ya da İzmir’de bir bankada memur olarak sürdürürlerdi yaşamlarını. Adnan Varınca da, dönem arkadaşları Turan Erol, Nedim Günsür gibi öğretmenliği denedi. (Kaç ressam resimlerini satarak yaşamını sürdürebiliyordu ki?) Anadolu’nun, hangi ilinde, kaç yıl ya da kaç ay sürdürebildi bu uğraşı, bilmiyorum. İnsan kardeşleriyle ilişki kurmada pek becerikli olmayan bu adam, sonunda İstanbul’a döndü. Onu, 1956 ya da 1957’deki küçük sergisinde tanıdım. Demek, hemen hemen altmış yıl. u Akademi yıllarında, arkadaşları, ona “Gauguin Adnan” adını takmışlar. Okullardaki bu tür ad takmalar o kişinin mutlaka bir yanını yansıtır. Bu Gauguin yakıştırması da Adnan’a yakışıyordu. O yabanıllığıyla. Ama o kadar. O, Gauguin’in hiçbir zaman olmadığı kadar saf biriydi. Dünyaya ve insanlara o saf gözlerle bakıyordu. Zaten onun tek bir dünyası vardı: Resim. O sıralar, Vatan gazetesinin, pazar günleri yayımlanan Sanat Yaprağı’nda sanatçılarla yaptığım söyleşiler yayımlanıyordu. Varınca ile bir söyleşi yapmadığımı anımsıyorum, ama başka bir dergide, gazetede (örneğin, sürekli yazdığım Pazar Postası’nda) onunla ilgili bir yazım yayımlandı mı? Kör bellek! Bunu da çıkaramıyorum. Adnan Varınca ile aramızda, bir dostluğun diyemeyeceğim (çünkü pek bir ortak noktamız yoktu) ama, nasıl desem bilemiyorum, belki aynı dilden konuşan iki kişinin, bir yaban elde karşılaşıp, birbirlerinden çok uzağa düştüklerinde de, seslerini, varlıklarını, yazıp çizdiklerini, her an yanı başlarında duyması türünden derin bir ilişkiydi aramızda varolan. 1958’de, Paris’e gittiğimde, Adnan’ı orada buldum. Hem de sokak ortasında! Adnan Varınca toprağa verildi Kültür Servisi Önceki gün 96 yaşında hayata veda eden ressam Adnan Varınca, dün Teşvikiye Camii’nde kılınan öğle namazının ardından Büyükada’da toprağa verildi. Varınca’nın cenazesine yazar Ferit Edgü, sanat eleştirmenleri Kaya Özsezgin, Haşim Nur Gürel, Evrim Altuğ, ressam ve Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Başkanı Bedri Baykam, ressam Yusuf Taktak, TEM Sanat Galerisi sahibi Besi Cecan, Teşvikiye Sanat Galerisi sahibi ve Genç Sanat Dergisi Yayın Yönetmeni Doğan Paksoy, İstanbul Modern Direktörü Levent Çalıkoğlu, sanat tarihçisi Ömer Faruk Şerifoğlu, Dirimart kurucuların Hazer Özil ve Cumhuriyet gazetesi Kültür Servisi Editörü Celal Üster katıldılar. Modern Türk resminin en önemli sanatçılarından Adnan Varınca’nın cenaze törenine sanat dünyasından çok az kişinin katılması dikkati çekti ve katılanlar tarafından “vefasızlık” olarak nitelendi. Saint Germaine Bulvarı’nda karşıma çıktı, elinde fotoğraf makinesiyle. İlk bakışta, elinde bir fotoğraf makinesiyle gülerek üstüme üstüme gelen bu kişiyi tanıyamadım. İyice yaklaştığında, bu sokak fotoğrafçısının Adnan Varınca olduğunu ayrımsayabildim. Paris’te yaşamak, Paris’in havasını soluyabilmek, bu kentte yaşayan yüz elli bin ressamdan biri olmak için, bulabildiği tek geçim kaynağı, kilisenin ya da Flore, Deux Magots kahvelerinin önünde, turistlerin fotoğrafını çekmekti. Bir kahveye oturduk. Halinden hiç de şikâyetçi değildi. Yaptığı işle alay ediyordu. Akademi yıllarında, arkadaşları, ona “Gauguin Adnan” adını takmışlar. Okullardaki bu tür ad takmalar o kişinin mutlaka bir yanını yansıtır. Bu Gauguin yakıştırması da Adnan’a yakışıyordu. O yabanıllığıyla. Ama o kadar. O, Gauguin’in hiçbir zaman olmadığı kadar saf biriydi. Dünyaya ve insanlara o saf gözlerle bakıyordu. Zaten onun tek bir dünyası vardı: Resim. Bir gün bana, yüz yirmi yaşına kadar yaşarsa, gerçek resme ulaşabileceğini söylemişti, bir çocuğun “karnım acıktı” derkenki saflığıyla. Yüz yirmi yıl yaşamayı olası görüyor, ama yaşlılığı hesaba katmıyordu. Düşünü bozmamak için, hiçbir şey söylemedim. Bilmem, belki şimdi öldükten sonra da, bir yirmi, yirmi beş yıl daha yaşayıp o uzakta görüp ulaşamadığı resmi gerçekleştirir. Bunu hak eden biriydi. Çünkü resmi, bir mutlak olarak görüyor ve her resmiyle, her bir çizgisiyle, her bir fırça dokunuşuyla o “mutlak”a varmaya çalışıyordu. Bir patatesin, bir engürü armudunun, bir midyenin, bir uskumrunun, bir sakız ağacının, nasıl olup da gerçeği yansıtabildiğini değil, nasıl gerçeğin ta kendisi olabileceğini merak ediyorsanız, ne edip edip, Adnan Varınca’nın birkaç resmini görmek için çaba gösterin. Bu çabaya değer son biriki sanatçımızdan biriydi aramızdan ayrılan Adnan Varınca. Nuri Bilge Ceylan Yaratıcılığı Rotterdam Kırmızı Lale Festivali’ndeyim birkaç gündür. Festivale damgasını vuran iki isim arasında… “Yaşam Boyu Başarı Ödülü”nü alan Fatma Girik ve Cannes’dan ayağının tozuyla (daha doğrusu üzerine çevrilmiş tüm spot ışıklarının göz kamaştırıcı aydınlığıyla) Roterdam’a varan Nuri Bilge Ceylan… Kısa filmler, belgeseller, uzun metraj filmler, bir yarışma ve “Ustaya Saygı” bölümlerini içeren festivali sizlere yarın anlatacağım. Bugün sadece Nuri Bilge Ceylan’a odaklanıyorum. (Harika bir öngörüyle bu yılın “ustası” olarak çok önceden Nuri Bilge Ceylan’ı saptayan festival yöneticilerini kutlarım.) Sinema eleştirmeni değilim. Son iki filmi dışında Ceylan’ın tüm filmlerini izlemiş, kimini çok, kimini az sevmiş sıradan bir izleyici olarak, Cannes’da Altın Palmiye ödülü aldığının ertesi günden başlayarak, 4 gün boyunca onu yakından izlemek, dinlemek olanağını buldum. Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, Yaşamla, çevresiyle kendi arasına koyduğu ya da koymaya çalıştığı mesafeye, en çok da duruşuna ve tavrına sevgi ve saygı duydum. Neden mi? İşte gün boyu sohbetlerden, dev bir sinema salonunda soru sormak için yarışan yüzlerce gence verdiği yanıtlardan ve gözlemlerimden derlediğim kimi ipuçları: Cevapları değil, soruları seviyor. Bildiği şeyler değil, kendi, öğrenmek, anlamak istediği şeyler üzerine filmlerini yapıyor. Kafasındaki binlerce sorudan, endişeden kaynaklanan Fotoğraf: ALİN TAŞÇIYAN filmler. Zaten bildiğini “unutuyor”; bildiğini tekrarlamak da hiç mi hiç ilgisini çekmiyor. Beslendiği kaynaklar hayatın kendisi, tüm sanat eserleri, insan ilişkileri ve bütün bunların iç dünyasına nasıl yansıdığı… İç dünyası deyince bir an durmak gerek. Elbet bu çok katmanlı labirentin derinliklerine şıp diye inilemez. Ama şu cümlesi yol gösterebilir: “Yalnızlığı seven bir insanım. Kendimi ifade etmekte görüntü yerine sözleri kullanabilseydim sinemaya hiç bulaşmazdım. Edebiyatçının yalnızlığını seviyorum.” Açıkçası kendi doğasına aykırı bir iş yapıyor diye düşünmekten kendimi alamıyordum ki devamı geldi: “Görsel reflekslerim daha iyi. Görüntüyle daha iyi düşünüyorum.” Görüntüyle yol aramak, düşünmek… İçimden tam, “ne söylediği kadar nasıl söylediği de” diye geçiyordu ki ayrıntılara girdi. Görüntü konusunda stratejisi, bir reçetesi yoktu. Yol arıyordu o kadar. Anlatım biçimi, söyleyiş biçimi kimi zaman içerikten bile önemli olabilirdi. Çekimde olsun kurguda olsun bu iş içsel bir yolculuktu. (3 Saatlik son filmi Kış Uykusu için 200 saatlik çekim yapmış!) Anladınız elbet. Çalışmasında kılı kırk yaranlardan: “Hesabını veremeyeceğim tek an bile olmamalı. Hatalarımın bile hesabını verebilmeliyim” diyecek kadar da kendine karşı acımasız ve eleştirel. Filmleri için “çok yavaş” deniyor ya… Bu onun iç dünyasıyla ilgili. “Bana çok hızlı geliyor. Sonra bir bakıyorum, yine çok yavaş diyorlar. Benim aman yavaş yapayım diye bir meselem yok. Ben hissettiğim gibi yapıyorum, böyle oluyor” diyor saf çocuk edasıyla! Zaten, filmin temposu ve zamanı kurguda belirleniyor. Her filminde risk aldığını, çok cesur olduğunu kendi kabul etmiyor. (Bence öyle) Hatta kendini korkak görüyor. “Sinema cesaretle yapılacak bir şey değil” deyip endişeyle, korkuyla yaptığını itiraf ediyor. Belki de yalnızlık tutkusundan kurtulmak için girişilen bir yol arama… Referanslarını sadece sinema dünyasından değil, kendi kültürü kadar evrensel kültürden de seçiyor. Tiyatro, edebiyat, felsefe, güzel sanatlar, tüm sohbetlerimiz bunlar arasında dönüp dolaşıyor. Çehov ve Dostoyevski sevgisi aşikâr. Hiçbir soruya kesin yanıtı yok. Senaryo aşamasından başlayıp kurguya dek, hepsi başlı başına bir giz, bir bilinmeyen. Sezgileriyle ilerliyor, arayarak, koku alarak, hissederek … Bir akarsunun akışı, yüzlerce kola ayrılışı … İnsana hücum eden binlerce etki; bir uyum sağlama çabası… Kimi zaman “işte bu” dedirten bir an, bir duygu… “İlk günden beri en büyük itinayla korumaya çalıştığım şey özgürlüğüm oldu. Çünkü bir sanatçı yapabileceğinin en iyisini ancak özgürlük içinde yapabilir.” Dayatmalara, beklentilere karşı korumacı tutumunu hiç elden bırakmamasını dilerim. “Bugün uzaya gidiliyor ama insan ruhunu hâlâ çözümleyemiyoruz.” Ah işte film yapma nedeni de zaten bu üstesinden gelemediğimiz meseleler! Ve sonra beni esir alan final cümlesi: “İnsan ruhunu anlamakta en çok bilginin, sanat eserlerinde bulunduğunu düşünüyorum.” 4. ULUSLARARASI TURHAN SELÇUK KARİKATÜR YARIŞMASI SONUÇLANDI Birincilik ödülü Oğuz Demir’in Kültür Servisi Milas Belediyesi tarafından bu yıl 4. kez düzenlenen Uluslararası Turhan Selçuk Karikatür Yarışması sonuçlandı. Yarışmada birinci olan Oğuz Demir’e (İstanbul) 3.000 dolar, ikinci olan Pavel Konstantin’e (Romanya) 2.000 dolar ve üçüncü gelen Vladimir Kazanevsky’e (Ukrayna) ise 1.000 dolar para ödülü verilecek. Yarışmada Cumhuriyet Gazetesi Özel Ödülü ise Recep Özcan’a değer görüldü. 41 farklı ülkeden 303 karikatüristin 994 eserle katıldığı yarışmanın seçici kurulunda, Milas Belediye Başkanı Recep Özcan Muhammet Tokat, karikatürist Kamil Masaracı, karikatürist Marilena Nardi (İtalya), karikatürist Christine Traxeler (Fransa), karikatürist Menekşe Çam, karikatürist Emre Yılmaz, karikatürist Latif Demirci, Milas Belediyesi Kültür Sanat Sorumlusu Ersin Yeniceli ve grafik tasarımcı Bülent Örkensoy yer alıyor. Yarışmada dereceye giren karikatüristlere ödülleri, 16 Ağustos’ta Milas’ta yapılacak törenle takdim edilecek. Ödül alan 13 karikatürle birlikte toplam 48 karikatür, ödüllerin verileceği gün Turhan Selçuk Karikatürlü Ev’de açılacak sergiyle sanatseverlerin beğenisine sunulacak. Sergi 13 Eylül tarihine kadar açık kalacak. n Kültür Servisi 19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde bugün Koreografisi Gizem Bilgen’e ait olan “Hiatus” saat 18.30’da Karaköy ikincikat’ta izlenebilecek. Pedro Calderón de la Barca’nın yazdığı, Cem Uslu’nun yönettiği “İki Kapılı Ev” 20.30’da Moda Sahnesi’nde, Henrik Ibsen’in yazdığı, Thomas Ostermeier’ın yönettiği “Bir Halk Düşmanı” ise 20.30’da Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde sahnelenecek. İstanbul Tiyatro Festivali’nde bugün n Kültür Servisi Sesi ve sahne performansıyla müzikseverlerin beğenisini kazanan Barbaros, İZEV (İstanbul Zihinsel Engelliler için Eğitim ve Dayanışma Vakfı) çocukları için konser verecek. Konser, 11 Haziran Çarşamba günü, Avusturya Başkonsolosluğu’nun Yeniköy’deki bahçesinde gerçekleşecek. İZEV çocukları için... Oğuz Demir n ROTTERDAM (AA) Cannes Film Festivali’nde “Kış Uykusu” filmiyle Altın Palmiye ödülü kazanan yönetmen Nuri Bilge Ceylan, Rotterdam 2. Kırmızı Lale Film Festivali’nde katıldığı masterclassta sinemaseverlerin sorularını yanıtladı. Ödülünü alırken kaldırdığı sağ yumruğunun önceden hesaplanan bir şey olmadığını, bir saniye içinde gerçekleştiğini belirten Ceylan, daha önce de “Uzak” filmiyle aldığı ilk ödülünü Yılmaz Güney’e adadığını hatırlattı ve şöyle konuştu: “Orada sürekli çığlıklar halinde bağırarak sizden çeşitleme yapmanızı, elinizi kaldırmanızı, gözlüğünüzü çıkarmanızı, yumruğunuzu sıkmanızı, elinizi cebinize sokmanızı isteyen, bağıran bir güruh var. Bir şeyler yapmak zorunda kalıyorsunuz ama tabii ki Yılmaz Güney’e bir selam olarak da algılanabilir.” Yılmaz Güney’e bir selam
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle