04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 1 NİSAN 2014 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Metristepe’den Yükselen Kurtuluş Müjdesi ve Kahramanı İnönü Onlar, çalmadılar, çırpmadılar. Çıkarlarını hiç düşünmediler. Din ve Allah’ı kullanıp hiçbir yurttaşımızı aldatmadılar. Yalnızca Türk ulusunu, birlik ve beraberlik içinde, bölünmemiş bir vatanda, dünya uluslarının saygı duyduğu tam bağımsız bir devlet olarak özgürce yaşatmak için ömür tükettiler. Doç. Dr. NECATİ ULUNAY UCUZSATAR 1 Nisan 1921, 30 Ekim 1918 “Mondros Mütarekesi” ile başlatılan hunharca saldırılarla elde kalan en son Türk ata yurdunun baştan sona istilaya uğradığı ve kutsal Türk bayrağının Yunan Kralı Konstantin’in ayaklarının altına serildiği bir tarihti. Ancak böyle bir zamanda, Türk ulusunun kaderini değiştirecek bir büyük olay oldu. Yunanlılar, İzmir, Bursa ve Uşak’ta üç büyük üs kurmuş; emperyal devletlerden sağladıkları destekle Anadolu’ya çıkardıkları Yunan Küçük Asya ordusunu bu üslerden aktardığı silah, cephane ve donanımla beslemiş ve büyük bir yığınak yapmıştı. Ankara’da bir yıl önce 23 Nisan 1920’de kurulmuş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 28 Ocak 1920 tarihli “Misakı Milli (Ulusal Ant)” adlı bildirisiyle tüm dünyaya ulusal sınırları içinde vatanını savaşla savunacağını ve tam bağımsızlık kararlılığını duyurmuştu. Ne var ki, elinde henüz, haksız işgaller ve katliam karşısında halkın örgütlediği “Kuvayı Milliye (Ulusal Güçler)”den başka düzenli bir ordu yoktu. Üstelik, 17 Nisan 1920’de, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’ın son Osmanlı padişahı Vahdettin’in mührü ve onayıyla yayımladığı “İngiliz tuzağı din tahrikli bir” fetvayla kışkırtılarak ayaklandırılmış Türk çocuklarının birbirlerini kırmalarını önlemeye ve iç isyanları bastırmaya çalışıyordu. TBMM’nin en zayıf olduğu böyle bir zamanda, “Kuvvei Seyyare” denilen, sayıca ve silahça oldukça üstün atlı birlikleriyle iç tehdidin önlenmesinde Ankara’ya destek olmuş Çerkez Ethem’in, Albay İsmet Bey’in emir ve komuta edeceği “Garp (Batı) Cephesi Komutanlığı” adlı düzenli ordu içinde bir tümen ve onun komutanı olarak yer almayı reddetmesi ve Mustafa Kemal Paşa’yı öldürmekle tehdit etmesi, İngiltere’nin işine yaramıştı. Doğu Cephesi’nde Kâzım Karabekir Paşa’nın zaferiyle imzalanan ve Doğu Anadolu’da kurulmak istenen Ermenistan devletini ortadan kaldıran 3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Antlaşması’yla, 10 Ağustos 1920’de Osmanlı Devleti’ne zorla onaylatılan ünlü “Sevr” Türk vatanını paylaşma ve Türklü ğü imha planı nın gerçekleşti rilmesinin tehlikede olduğunu gören İngilizler, Çerkez Ethem’in ayaklanmasını fırsat bilip Yunanlıları harekete geçirdiler. Albay İsmet Bey, daha kurulması tamamlanamamış düzenli orAnkara üzerine yürümeyi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni dağıtıp Sevr Antlaşması’nın uygulanmasını hedef alacaklardı. Sonuç, ne Yunanlıların ve ne de onları emperyal amaçları için kullanan İngilizlerin istediği gibi oldu. Albay İsmet Bey, 1 Nisan 1921’ de İnönü savaş cephesinin en yüksek noktası olan Metristepe’den, Ankara’ya ve düşman ayakları altında umutsuzluğa düşmüş olan Türk ulusuna müjdeyi ve düşmanın saldırısının sonunu şöyle vermişti. “Saat 18.30’da Metristepe’den gördüğüm durum: Gündüzbey kuzeyinde sabahtan beri direnen ve artçı olduğu sanılan bir düşman müfrezesi, sağ kanat grubunun saldırısı ile düzensiz bir şekilde çekiliyor, yakından takip ediliyor. Hamidiye istikametinde temas ve faaliyet yoktur. Bozüyük yanıyor (Yunanlılar kaçarken yakıyorlar). Düşman binlerce ölüleriyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza terk etmiştir.” Metristepe’den bahtsız vatanın semalarına kurtuluş müjdesini gönderen Birinci ve İkinci İnönü zaferlerinin kahramanı Albay İsmet Bey’e de Atatürk (Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal) şu özlü söylemiyle yanıt vermişti: “Ankara, 1/4/1921 İnönü savaş meydanında Metristepe’de Batı Cephesi Komutanı ve Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa’ya: ... Siz orada yalnız düşmanı değil, ulusun (milletin) ters alın yazısını da (makus talihini) yendiniz. İstila altındaki bahtsız topraklarımızla birlikte bütün vatan bugün sonuna kadar zaferinizi kutluyor...” Onlar, çalmadılar, çırpmadılar. Çıkarlarını hiç düşünmediler. Din ve Allah’ı kullanıp hiçbir yurttaşımızı aldatmadılar. Yalnızca Türk ulusunu, birlik ve beraberlik içinde, bölünmemiş bir vatanda, dünya uluslarının saygı duyduğu tam bağımsız bir devlet olarak özgürce yaşatmak için ömür tükettiler. Geçen hafta, Fenerbahçe spor kulübünün Anıtkabir’e yürüdüğü gün, televizyon ekranlarında, bir hanım yurttaşımızın Atatürk’ün mozolesine gözyaşları içinde ellerini vurarak “Kalk! kalk!” diye acı içinde haykırdığını gördüm. Gerçekten onlara muhtacız. Ama onlar kalkmasınlar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bugün içine düşürüldüğü durumu ve kimlerin eline düştüğünü görmesinler. Bu acıyı yaşamasınlar! Biz onların emanetine sahip çıkamadık. Hiç değilse, bir vefa borcu olarak, 93’üncü yıldönümünde, Metristepe’den yüce Türk ulusuna kurtuluşunu müjdeleyen merhum kahraman İsmet İnönü’yü ve aziz Atatürk’ü böylesi bir yazıyla ve özlemle anmış olalım! Seçimin Ardındaki Beş Süreç Seçim sonuçları bir anda ortaya çıkmaz... Belli toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal süreçler sonunda oluşur. Son 2014 yerel seçimlerine baktığımızda bu seçimin arkasında da iki uzun vadeli, üç de kısa vadeli süreç görüyoruz. HHH Uzun vadeli süreçler: Türkiye 1950’den beri iki sürecin etkisi altındadır: 1) Gecekondulaşma. 2) Eğitimin dinselleştirilmesi. Gecekondulaşma, ne yazık ki kentlere göç eden köylülerin “kentlileşmesini” büyük ölçüde engellemekte, bu kesimin çağdaşlamasını, kent yaşamıyla bütünleşmesini ve demokratikleşmesini çok uzun bir süreye yaymaktadır. Eğitimin dinselleştirilmesi ise yavaştan başlamış, 1970’lerde hız kazanmış, günümüzde ise neredeyse örgün öğretimin ana akımı haline getirilerek, dogmatizmin, demokratikleşmenin yerine geçmesine yol açmıştır. Bu iki süreç, çok kısa süren birkaç kesinti dışında, iktidarlar tarafından daima desteklenmiştir. Türkiye yetmiş yıla yakın bir süredir, sürekli olarak (Ecevit’in çok kısa dönemi hariç) sağ partilerin ve askerlerin (27 Mayıs 1960 hariç) bu görüşleriyle yönetilmekte, bu ideolojik ittifak, Cumhuriyetin ilanıyla amaçlanan toplumsal, kültürel ve siyasal yapıyı ters yönde etkilemektedir. HHH Kısa vadeli süreçler: AKP iktidara geldiği 2002 sonundan itibaren üç siyasal strateji uygulamıştır: 1) Seçim yasaları dahil bütün yasaları kendi yönetim anlayışına ve kendi çıkarlarına uygun bir biçimde ne bahasına olursa olsun değiştirmek. Bunun son örneği, büyükşehir sınırlarını il sınırlarına genişleten ve çevredeki kırsal oyları da kent belediye başkanlarının seçimine dahil eden değişikliktir. 2) Her türlü muhalefeti ve eleştiriyi “düşman ilan etmek” ve “ihanetle suçlamak”. Kimi zaman nefret söylemine de kayan bu süreç, yolsuzluk, rüşvet, savaş kışkırtıcılığı gibi, bir iktidarı yıpratacak olan olayların, “hain düşmanların yalan iddiaları” olarak algılanmasına yol açmıştır. 3) Devlet baskısı. Twitter’ın, YouTube’un kapatılması; el konulan ve bizzat yönetilen gazete ve televizyonlara ek olarak medya üzerindeki büyük baskılar; gösterilerin orantısız şiddetle bastırılması; savcıların, yargıçların, polislerin sürülmesi; Silivri davaları; seçmen listeleri ve sonuçların toplanması gibi seçimlerin temel verilerinin iktidar organları tarafından oluşturulması ve elbette yerel seçimlerde her zaman iktidar partisinin avantajlı olması, AKP’nin bu avantajı yasal sınırları zorlayacak derecede kullanması... HHH Bu beş sürece rağmen Türkiye, dünyanın ve insanlık tarihinin genel evrim dinamikleri doğrultusunda gelişmeye, çağdaşlaşmaya, demokratikleşmeye devam etmektedir... Ve kimsenin kuşkusu olmasın, devam edecektir. dunun 11 ve 61’nci Türk tümenlerini Ethem’in bastırılması için Kütahya’ya göndermek zorunda kalmış, böylesi yaşamsal bir süreçte hem Ethem’i ve hem de Yunan ordusunu yenik düşürerek yakın tarihimize 11 Ocak 1921 tarihli Birinci İnönü Zaferi’ni armağan etmişti. Ne var ki, asıl tehlike bundan sonra baş gösterecek ve Türk ordusunun zayıf bir durumda olduğunu anlayan Yunanlılar, bu kez daha büyük ve hazırlıklı bir saldırıyla Uşak ve Bursa’dan Bir Seçim Sonrası Türkiye’nin Fotoğrafı Vaatlerle geçiştirilen ilk dört yıldan sonraki iktidarın dilinden düşürmediği demokrasi, özgürlük, insan hakları, kardeşçe birlikte yaşama sözleri gerçekleşmiş midir? Nüfusun yüzde 82’sinin bilerek cahil bırakıldığı bir ülkede, hangi demokrasi; iktidarın baskıcı, tek ses tek el yönetiminde, hangi özgürlük? Deniz Banoğlu Işıkların Kanat Sesleri Işık, bir yerden gelsin de ister kırdan gelsin, ister kentten. Soru, çekirdeğinde ışık taşır. Soru, aydınlığın anahtarıdır. Işık, bizim her şeyi görmemizi sağlar. Kimileri karşıdır ışığa. Karanlıktan beslendikleri için. Güneş doğunca karanlıklar nereye gidiyor? Nusret ERTÜRK Tam zamanında geldi, “Türkiye’nin eğitim durumu”na ilişkin bilgiler... Zamanı dediğim, sandık başına gittiğimizin ertesi günü epostama atılmış bir ileti... Bildiğimiz, tahmin ettiğimiz rakamlar ama yine de anımsatmakta yarar var. Hem de şu seçimler sonrasında... Sondan başlayayım: Ülkemizin 75 milyon nüfusunun 61 milyon 500 bini, yani yüzde 82’si yeterli, gereken eğitimden yoksun; 9 milyon 625 bin insanımız okumayazma bilmiyor. İlkokulu bitirmemiş kişi sayısı 17 milyon 820. İlkokul mezunu kişi sayısı ise sadece 24 milyon. Ortaokul mezunu yüzde 4.82, lise mezunu yüzde 18.1. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan bu bilgilere göre, ülke nüfusunun yaklaşık dörtte üçü cahil. Böyle bir Türkiye fotoğrafında, ulusal TV programlarımız yemek tarifleri; evlenme, koca bulma programları; şans oyunu; karısına, sevgilisine, kadına şiddet kullanan dizi filmleri ile Anadolu’nun dört bir köşesine yayın yaparak beyinleri uyuşturuyor. Gazetelerimiz derseniz, dörttü üçü iktidarın teokratik baskısı altında sinmiş, “Padişahım çok yaşa” havasında yandaş yayın yarışında. Zaten gazete okuyucusu da kim? O da ayrı bir yazı konusu. Yukarıda sözünü ettiğimizin ilkokul mezunu olmayan ya da olanlar mı okuyor bu gazeteleri, ya da okuyan neyi okuyor? Ve bizim siyasetçilerimiz, tatlı su aydınlarımız böyle bir Türkiye’de “de mokrasiden”, “insan haklarından”, “özgürlüklerden” söz ediyor. Hadi canım sen de... Bir siyasetçimiz çıkacak ve “Köylüyü başımıza efendi mi edeceğiz” deyip, Köy Enstitülerinin ipini çekecek. 50 sonrası ve 50 iktidarı dahil, başımıza buyruk olan siyasilerimiz “laiklik”, “demokrasi”, “cumhuriyet” diye diye, amiyane tabirle, gardırop edebiyatı yaparak bütün bu kavramların içini boşaltacak; halk için değil, kendi iktidarı için çalışacak; bir başkası gelecek, tepeden tırnağa gerçekleştirdiği bütün yaptırımları ile “Gelen gideni aratır” sözünü doğrularcasına ülkemizin satılacak, pazarlanacak neyi varsa hepsini hem de “Yeni Türkiye” sloganı ile yabancılara peşkeş çekecek; kendini zengin ederken yoksulun gözünü erzak torbaları ile doyuracak... Ve biz geride kalan, bunca kargaşada dürüst kalabilmiş, ülkesinin aydınlık günleri ve geleceği için çırpınan bir avuç yurtsever insan, seçimlerden medet umuyoruz. Yeri gelmişken, bir dönemin Meclis Başkanı Sayın Bülent Arınç’ın ülkemiz demokrasisi, hukuku için söylediklerini günümüz Türkiye panoraması ile karşılaştırıp anımsatalım: Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin hararetle tartışıldığı bir dönemde Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu’nun Türkiye’de düzenlediği “Avrupa Birliği’nde Türkiye Ortak Bir Gelecek” konulu konferansta (19 Ekim 2004) Sayın Bülent Arınç, Batı dünyasının Türkiye’yi yanlış tanıdığı savından yola çıkarak farklı dinlerin, mezheplerin nasıl bir kardeşlik, birlik beraberlik ve hoşgörü içinde yaşadığını ballandırarak aktardıktan sonra, demokrasiyi (bugünleri göz önünü getirin lütfen) bakın nasıl tanımlıyor: “Demokrasi, ötekinin bize benzeyerek yaşamını sürdürmesi değildir. Ötekinin değişmeden ve farklılaşmadan haklarına saygı göstererek bizimle bir arada yaşamasıdır. Biz demokrasiyi böyle anlıyoruz” Vay vay demeli... Ve bununla da kalmayıp söz veriyor, “TBMM Başkanı olarak Türkiye’nin özgürlük, demokrasi, adalet ve halkın refahından yana reformlarını sürdüreceği teminatını veriyorum.” Şimdi sormak gerekmez mi, bu teminat yerine gelmiş midir? Vaatlerle geçiştirilen ilk dört yıldan sonraki iktidarın dilinden düşürmediği demokrasi, özgürlük, insan hakları, kardeşçe birlikte yaşama sözleri gerçekleşmiş midir? Nüfusun yüzde 82’sinin bilerek cahil bırakıldığı bir ülkede, hangi demokrasi; iktidarın baskıcı, tek ses tek el yönetiminde, hangi özgürlük? İşte yerel seçimler böyle bir Türkiye ortamında yapıldı. Alınan bu sonuçlara bu nedenle, her şeye karşın “yine de başarı” diyoruz. Bu daha başlangıç, umarız muhalefet eksiklerini görür, genel seçimlere öyle hazırlanır. Umudumuz yine yarınlarda kaldı... 1980’in sıcak bir temmuz günü. Ankara’da Türk Dil Kurumu’nda grev var. Bahçede çadır kurulmuş. Şair Ali Püsküllüoğlu ile bir başkası çadırın önüne oturmuş. Yanındakini tanımadığımı anlayınca Püsküllüoğlu bana döndü: “Nusret bak, sana Ahmed Arif’i tanıştırayım” deyiverdi. Bir anda Ahmed Arif’le senli benli olduk. Aramızda içten bir söyleşi başladı. Oğlu Filinta o yıl beşinci sınıfa geçmişti. Yanımızda dolaşıyordu. “Filinta da sizin gibi güzel şiirler yazmaya başladı mı” sorumu Ahmed Arif, o kendine özgü sesiyle şöyle yanıtlamıştı: “Şiirini istemem. Adam olsun yeter!” Sokağa çıkınız. Yüz ana babaya,“Çocuğunuzun ne olmasını istiyorsunuz” sorusunu sorunuz. Acaba kaçından böylesine ışıklı bir yanıt alırsınız? Denemesi kolay. “Adam olsun isterim!” diyen yüzde kaç çıkar? Çocuk daha ilkokuldayken onu iş dünyasına itenleri gördük. Paranın tadını alsın, kolayından köşeyi dönsün diye. Ana babaların çoğu çocuğunu ya doktor ya mühendis yapmak ister. Ülke kalkınmasına katkı için mi? Ancak öyle mi adam olunur? Bu ülkede MEB’nin amaçları arasında, “adam olmak” diye bir maddesi var mı? MEB, Atatürkçülüğü amaçları arasından çıkarmakla, adam yetiştirmekten daha da uzaklaştı. Hasan Saka, Lozan’ın ikinci adamıdır. Başbakanlık yapmıştır. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin ünlü öğretim üyesidir. 1954 seçimleri öncesi milletvekilliği için memleketi Trabzon’un bir köyündedir. “Hasan Saka’ya oy vereceksiniz değil mi” diye sorar. Köylülerden biri kafasını sal lar: “Hayır, sana oy vermeyeceğim!” der. “Peki, kime vereceksin?” “Okuryazar birine oy vereceğim!’ “Ben Sorbonne mezunuyum. Benden iyi okuryazar olur mu?” Köylü, Hasan Saka’yı kıskıvrak yakalar: “Madem okuryazardın, mektuplarıma neden cevap vermedin?” Işık, bir yerden gelsin de ister kırdan gelsin, ister kentten. Soru, çekirdeğinde ışık taşır. Soru, aydınlığın anahtarıdır. Işık, bizim her şeyi görmemizi sağlar. Kimileri karşıdır ışığa. Karanlıktan beslendikleri için. Güneş doğunca karanlıklar nereye gidiyor? Ünlü Alman şairi Goethe ölmek üzeredir. Odasının penceresini açtırır ve son sözünü söyler: “Işık, biraz daha ışık!” Thales, kendine sorar “En uzun ömürlü nedir?” Yine kendisi yanıtlar: “Umut. Son nefesimize kadar bizi terk etmez.” Yeter ki sen onu terk etme. Bazılarının umut düşmanı olmaları boşuna değildir: “Onlar umudun düşmanıdır sevgilim/ Akarsuyun meyve çağındaki ağacın/ Serpilip gelişen hayatın düşmanı” Malta sürgünleri arasında Enver Paşa’nın babası Ahmet Paşa da varmış. Orada ona şöyle takılanlar oluyormuş: “Paşa, gel seni burada evlendirelim. İstanbul’da bir oğlun dünyaya geldi. Koca Osmanlı İmparatorluğu’nu batırdı. Belki Malta’da da başka bir oğlun doğar da İngiliz İmparatorluğu’nu batırır!” Umut ışıkları, ışıkların en etkili olanıdır. Işıkların kanat sesleri günden güne çoğalıyor, günden güne yaklaşıyor...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle