04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 MART 2014 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER U Utanıyorum / Çürümenin Sefaleti Kutuyla istiflenen dolarlara, “Dindarlar zekât vermiştir” buyuruyor yandaş yazar! Daha geçenlerde düşmüştü gazetelere; “Onları her ay Eyüp Sultan’a götürürdüm” diyen Bakırköy’deki çocuk pazarlayıcısı yaşlı adam gibi konuşuyor evlere şenlik gazeteci. Çocuk yaşlarıma gidiyor aklım; bana zekâtı öğreten din dersi hocam geliyor aklıma. Utanıyorum. Yusuf NAZIM Öykü yazarı sinek boku kadar satırlarında; Özgür ve Lorin adları. Annesi Mülkiye Demir’le cezaevine girecekler haziranda birlikte! Suçu mu? İstanbul’un göbeğinde kitap satmaya tam teşebbüsten! Haydi, söyleyecek bir sözün olsun bakalım, aileden sorumlu sevgili bakan! Demir parmaklıklar ardında Özgür ve Lorin geliyor aklıma. Utanıyorum! Yolsuzluğu soruyorlar mikrofon uzatarak; duymazdan geliyor, “Kimse duydu mu?” diyor basından sorumlu bakan. Espri yapıyor aklınca! “Tapeler GDO’ludur” diyor, tebaasının zekâsıyla alay ediyor başka bir bakan! Televizyon sansürü için, “Evet, Fas’tan aradım” diyor, hiç sıkılmadan en baştaki bakan! Sözler hep şifreli, fısıltıyla dönüyor pazarlıklar ve talanla dolduruluyor havuzlar; “Bunu halk duyarsa yer yerinden oynar” diyor rüşveti veren saygın işadamı! Ahlaksızın, hırsızın, rüşvetçinin önünde yerlere seriliyor başka bir bakan. Aklım almıyor, zekâm yetmiyor anlamaya. Yalnızca utanmak geliyor elimden. Utanıyorum. “Bir Yahudi, bir ateist, bir Zerdüşt yapsa anlarım” diye sitem ediyor kendince bakan! Tafrayla saçılıyor sözcükler ağzından. “Yazıklar olsun!” diye ekliyor, Müslümanlığı da kimseye bırakmıyor hazret. Belli ki çoktan bölmüşler bile ülkeyi. Öylesine fütursuz, sinsi, öylesine bölücü. Oğul var, hep Allah’ın adıyla açılıyor şansı; gücü, muktedir bir babada saklı. Uhdesinde gemi filoları, emrinde tabiiyeti, altında zırhlı arabası. Oğul var, doğuştan talihsiz, kar kesmiş yollarını, tenha bir dağ başında yalnız. Ölmüş oğlunu, sırtında çuvalda taşıyor babası. Issız bir çöle dönüyor yüreğim. Utanıyorum! Roboski’de kendi yurttaşını öldürüyor devlet. 34 can, 34 insan evladı, 34 ana kuzusu… Kaç zamandır soğuk toprakta bedenleri. Kılı kıpırdamıyor katillerin, huzur içinde kurulmuş koltuklarına. Ve hâlâ adalet arıyor Galatasaray’da Cumartesi Anaları. Karakolda çırılçıplak tacize uğrayan bedenler ise cabası! Durmaksızın kir akıyor, utanç akıyor, ölüm akıyor hayatlara. Sokağa çıkanın gözünü oyuyor güzelim demokrasi, kolunu kırıyor, canını alıyor on dördünde çocukların. Vicdanım kanıyor sessizlikten. Utanıyorum! Çevremizi sarmışlar; bilcümle hayırsever, işadamı, ihale takipçisi… Hemen her yerdeler. Hâkim ve muktedirler; anlı şanlı holding sahipleri, şirkette yönetici, dairede müsteşar, mahkemede hâkim, soruşturmada savcı; kimi bürokrat, danışman; lakin akılları karanlık, yeminleri sahte; yargıda çete, Meclis’te vekil, kabinede bakan, devlette baş olmuşlar… Altınla yarıştırıyorlar dolarlarını kutu kutu, kudretten sarhoş olmuşlar. Ajanslar korkarak geçiyorlar bültenlerini. Altyazılar ürkek, başlıklar tedirgin, patronlar ise ağlamaklı! Talimatla veriliyor televizyon haberleri artık; genel yayın yönetmenleri tetikte, teslim olmuş kimi köşe yazarları. Sözcükler kifayetsiz kalıyor anlatmaya. Utanıyorum! Ne mübarek sözler dökülüyor hatırlı beylerin, saygıdeğer efendilerin ağızlarından! Hep “selamün aleyküm”le başlıyor rüşvet konuşmaları, Allah’ın izni olmadan sonuçlanmıyor pazarlıklar! Hayır niyetine ambalajlanıyor dolarlar, altınlar, Avro’lar. Siyasetin dilinde zekâta dönüşüyor rüşvetin adı birden. Ve kanal kanal, boy boy, kirli yüzleri sırıtıyor politikacıların haber bültenlerinde. Demeçlerin çoğu birbirinin yalancısı! Ruhumda acıyla çırpınıyor sözcükler. Utanıyorum! Dilleri haram ezberliyor her gün tiranların. Niyetleri zan altında, akılları kumpas, sanırsın ahlak makinesi nefisleri; dolara ve Avro’ya büyük bir iştahla akıyor salyaları. Öyle bir zehri saltanat ki, çürümenin sefaleti bunlar. Sahnede, demokrasi ile kirletilmiş hileli bir rejim; ağır kokular yükseliyor saraylardan, irin akıyor, tuz kokuyor… Devletin tepesine çöreklenmiş utanmaz, arlanmaz bir güruh. Koca koca adamlar; üstlerinde cilalı post, beyinleri jöleli, içleri bomboş. Sırıtkan yüzleriyle düşüyorlar her gün ajanslara; adama benzemeyen adamlar bunlar! Nemrut’tan beter kinleri, ayetleri kirli, duaları yalan! Her gün görüyorum… Hicap içinde kalıyor yüreğim. Utanıyorum! tanıyorum… Bugünlerde sık sık utanıyorum. Yaşadığım hiçbir yer almıyor beni. Hiçbir sokağa sığmıyor bedenim. Hiçbir meydanda durmuyor adımlarım. Mavisi kaybolmuş sanki üstünde ülkemin. Gri, boz bulanık bir gökyüzü altında yaşamak zor. Bir çıkış yolu arıyor yüreğim, çaresiz. Utanıyorum. İçeride, dört duvar arasında, zindanlara tıkılmış güzel insanlar var. Dışarıda büyük insanlık, daha büyük bir zindan, daha kalın duvarlar! Bütün taşlar bağlı, köpekler serbest. Utanmaktan başka hiçbir şey gelmiyor elimden. Utanıyorum! Gözlerimizin önünde olup bitiyor hemen her şey! Tenhada gencecik çocukları kıstırıyor kolluk kuvvetleri. Başına başına vuruyorlar; hınçla, nefretle, öfkeyle kırıyorlar kafalarını, döve döve öldürüyorlar! “Kendileri yapmıştır” buyuruyor pek sayın vali! Belli ki insafı kurumuş zatı muhteremin, kalbi zifiri! Daha da ileri gidiyor, başka çok sayın bir zat, adı malum! Kükrüyor, “Polisimiz destan yazmıştır!” diyor! Çıldırmamak işten değil! Bir sokağın izbeliğinde, hain bakışları kesiyor karanlığı kirli suretlerin; haramiler yolu kesmiş, bir o yana, bir bu yana… Ali İsmail geliyor aklıma. Bir kez daha çaresizliğin kapısında kalbim. Utanıyorum! Hiddetten köpürmüş, naralar atıyor devletin başı; “Ellerinde biralar, üstelik bir de ayakkabıyla girdiler, cami’de içki içtiler” diyor... Yetmiyor, “Kabataş’ta başı örtülü bacımı dövdüler” diye köpürüyor! Aceleyle doğruluyor sürmanşetler efendisini. Koro halinde katılıyor bilcümle şürekâsı; içlerinde gazeteci, köşe yazarı, TV tetikçisi; biat eden milletvekili, bakanı. Yine ayyuka çıkıyor yalan! Yüzü kızarmıyor kimsenin; kılı kıpırdamıyor, özür dilemiyor! Utanmak bana düşüyor yalnız. Utanıyorum! Elifi Yüzünde, Ekmeği Dizindekiler Sevgi Özel Bırakın yaş yaşamış, birçok iktidar görmüş olanları, çocukları bile şaşırtan savlara, olaylara tanık oluyoruz. Öne sürülen savların, göz önündeki kimi olayların, bunlarla ilgili açıklamaların yenilir yutulur yanı yok. Birinin dümen suyundan gitmeyi kendine yakıştıran, bununla övünen temsilcilerimiz, “kaz kazla, daz dazla, kel tavuk kel horozla” bir görüntü içindeler. Çoğu ağzıyla kulağı arasındaki etik ve bilinç köprüsünü kuramamış; çoğu, “Dur kendime yer edeyim, bak sana neler edeyim” mantığıyla öfkeli ve sevgisiz... İşin ilginç yanı çoğu okulların yükseğinde okumuş; tek diplomayla yetinmemiş. Çoğunun bir ayağı hâlâ öncüllerinin “batıl” bildiği Batı’da... Aralarında akademik san taşıyan da var. Çoğunun akademik sanı 12 Eylül YÖK’ünün ürünü... (YÖK’e ve son on yıldaki üniversite kıyımına karşın bilimsel aklı koruyan bilimcilere sözümüz yok.) Ne uzak ne yakın tarih biliyorlar; ağızlarından sürekli geçmişe özlem fışkırıyor; çoğunun bedeni bu yüzyılda, ruhu yüzyıllar öncesinde... Osmanlılık düşü kuruyor; Osmanlının yükseliş döneminden sonrasını, yani üç dört yüzyılı es geçip son padişahları kahramanlaştırıyorlar. Cumhuriyet tarihiyle kavgalı oluşlarının nedeni, belki Kurtuluş Savaşı kaçkını olan öncülleriyle dedeleri olabilir. Belli ki çocukken dinledikleri dinsel öykülere inanmış, gerçeği araştırma kültürü de edinememişler. Coğrafya bilgileri, taşınmaz edinme hırsı ve sayısı kabarık tapu belgeleriyle sınırlı... Böyle olmasa dereler kurutulmaz, bitek topraklar bireysel ya da ekip çıkarına yapılaştırılmazdı. Fen ve toplumbilim açısından da parlak oldukları söylenemez; söz, iş ve eylemleri ortada... Sanatın hiçbir alanıyla barışık değiller; sanatın ışığından noktacık pay alsalar... Yurtta barış, dünyada barış ilkemizi; aklı özgür, vicdanı özgür ülkümüzü, yurttaşlık bilincini ve egemenliğin kimde olduğunu kavrayabilirlerdi. Atatürk’ü anlayabilseler, inancı seçim sandıklarına dolamak için avaz avaz bağırmazlardı. Çoğunun dili zifir; söze başladı mı, çokça yanılgılı, baştan sona yanlış olanı takır takır sayıyorlar. En belirgin özellikleri noktasız virgülsüz konuşmak... Çünkü çoğu yalnız imam hatip okullarında var olan “hitabet” dersinden geçmiş, bir bölüğü de öykünmeci... İçlerinde vara yoğa tepki vermeyi, ağır sözlerle herkesi suçlamayı; senlibenli, hatta argo sözcüklerle konuşmayı “hitabet sanatı” sananlar da var. Sanattan anladıkları yalnız bu... Korkutma sanatında usta oldukları da bir gerçek... Yıllardır politikacılarla toplumun gözü önünde olanların kullandığı dille ilgileniyorum. Hem politikacıların hem tanınmış kişilerin kullandığı dil, yazık ki eğitim olanakları kuraklaşan toplumu etkiliyor. Özellikle iktidar sözcülerinin, son 11 yılda sık sık “Yanlış anlaşıldım!” dediğine tanık oluyoruz; ama halk yanlışa inandırılıyor. Bu takımın bir özelliği de içlerinden birinin gelişigüzel savuruverdiği sözlere ötekinin (ya da yandaşların) çeviri yapması... Saçmalayan Türkçe konuşuyor; öteki de Türkçeden Türkçeye aktarıyor. Aralarında mantıklı olmaya çalışanlar yok değil; onlar da böyle durumlarda “amacı aşan” tamlamasına sarılıyor. Bu iletişim biçimi sıkça gülünçlüklere yol açıyor; bu kez ilk konuşan, çeviri yapanı ya da “Amacı aştı” diyeni yalanlıyor. Her insanın yaşamında sözün bittiği yer vardır; ölüm... Ölüm varsa, arkada kalana zulüm olmamalıdır. “Benim ölüm, senin ölün” diye düşüneni insan sözcüğünün yer aldığı kavramlarla tanımlayamayız. Ölenin ardından “amacı aşan” saygısızlara yakıştırılacak söz çoktur. Saygısızlık yapanlara şöyle bir bakarız; aslında çoğunun bakılacak yüzü de yoktur; yine de bakar ve düşünürüz. Yüksek mi yüksek okullarda okumuş; büyük mü büyük orunlara gelmiş; ama büyüyeceğine küçülmüş! Biri dünyayı gezmiş; yeme içme, giyinme, eğlenme dışında çağdaş dünyadan toz bile kapamamış, aval aval dolaşmış. Öteki ağır abi ayaklarında... Bir değil, iki değiller; hepsi inançlı görüntüsü vererek oynuyorlar; inancı koltuk ve çıkar için kullanıyorlar. Cepteki diploma(lar), kendilerini ve masum halkı kandırdıkları süslü birer kâğıt... Yalan perdesi... Ne onları eğitip insancıllaştırmış ne ülkeye yaramış! Kendilerinin yarattığı ne özgün düşünceleri ne halka yarayan eylemleri var! Akılcı, bilimsel olanı yadsıyarak, geçmişi karalayarak, 90 yıllık Cumhuriyetin dik duruşunu bozarak, yoksulu, çoluk çocuğu avutarak hep konuşuyor, kargayı bülbül diye satıyorlar. Yolsuzluğu, yolu olmama durumu diye yutturuyor; hırsızlığı polis kovalayarak örtbas etmeye bakıyorlar. Mızrak çuvala sığar mı; sığdırmaya çalışana öyle bir batar ki! Olumlu yan şu, bugün; artık perde açıldı! Ak kara saçıldı! Oyun bitti! Kutuyla istiflenen dolarlara “Dindarlar zekât vermiştir” buyuruyor yandaş yazar! Daha geçenlerde düşmüştü gazetelere; “Onları her ay Eyüp Sultan’a götürürdüm” diyen Bakırköy’deki çocuk pazarlayıcısı, yaşlı adam gibi konuşuyor evlere şenlik gazeteci. Çocuk yaşlarıma gidiyor aklım; bana zekâtı öğreten din dersi hocam geliyor aklıma. Utanıyorum. Katiller nasıl da huzur içinde yaşıyorlar ülkemde, hırsızlar anlaşmalı, yolsuzluk yapan hayırsever! Oysaki konuşmaya tam teşebbüsten içerde mahpus yatıyor vekiller. Hüküm giyiyor slogan atan gençler, adı Ermeni’ye çıkmış yazarlar. Gazeteciler ise her daim suç örgütü yöneticisi! Lakin cümlesi serbest kalıyor katilin, arsızın, rüşvetçinin, hırsızın! “Adalet yerini buldu” diyor devletin başı! Kelimeler bir kez daha kuruyor dilimde! Utanıyorum! Haber bültenlerinden duyuyorum; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Kabataş’taki türbanlı kadın davası için müdahil olarak başvuruvermiş hemen! Öyle ya, haklıdır, aileden sorumlu ya muhterem bakan! Bir de ikiz bebekler var, arka sayfaların,
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle