29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
22 ARALIK 2014 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 17 Tiyatro sığınabildiğim son liman... Geçen sezon 16 ödül kazanan İzmir Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen ‘Son Çığlık’ bu sezon nedense oynatılmıyor Giden yıla biraz erken bir veda oluyor, biliyorum ama “Çağrışımlar” köşesinin bu yılki son yazısı bu. Çok uzun zamandır ilk defa yeni yıla içimde fazla umut olmadan giriyorum; sadece çalışmak, sanatımda, tiyatroda üretim yapmak, yaratıcı ekibimle, oyuncularımla, gençlerle bir arada üretmek bu karanlık tablonun dışına çıkarıyor beni. Yoksa gecenin camlardan aşağı, kapıların altından içeri aktığını hissediyorum sürekli… Tiyatro sığınabildiğim son liman… 2013 yılının Ağustos ayı ile 2014 yılının 29 Ekim’i arasında dört oyun koymuşum sahneye: İzmir Devlet Tiyatrosu’nda “Son Çığlık” (geçen sezon toplam 16 ödül kazanan oyun bu sezon nedense oynatılmıyor); Ankara Devlet Tiyatrosu’nda “Bernarda Alba’nın Evi”; İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda “Hamlet Makinesi” ve İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda “Kerbela.” Bu normal bir tempo değil, gayet iyi biliyorum. Ama söyledim ya, tiyatro sığınabildiğim, kendimi ifade edebildiğim, yaratabildiğim bir son sığınak haline geldi benim için, saldırıya karşı direndiğim son liman. Ama şimdi bu son limanı da elimizden almaya çalışıyorlar. Hayallerimizi, üretimimizi, tarihlerimizi yıkıp AVM yapmak istiyorlar. Evet, aslında yıkılan, istimlak edilen kent dokuları, yeşil alanlar, tarihi Tarihin İçinde Olmak… Hikmet Çetinkaya, geçen cuma günkü “Alçaklık ve İhanet” başlıklı yazısında şu alıntıyı yinelemiş: “İnsan, çoğu kez tarih kitaplarını kendisinin dışındaki bir dünyanın öyküsü gibi okur; tarihin içinde yaşadığını düşünmez!” Gerçeğin ta kendisini dile getiren saptamalardan biri. Bence asıl önemli yanı ise, toplumsal bir varlık olan insanoğlunun önemli bir sorumsuzluğuna atıfta bulunması. Çünkü “tarihin içinde yaşadığını” düşünmeme hali, aynı zamanda çok önemli bir bireysel sorumsuzluk halindedir ve bu hal, yoğunluğu ölçüsünde ona “maruz kalmış” kişiyi bir birey olabilmekten uzaklaştırır. İnsanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeği, onu aynı zamanda kendi olabilme, ötekiler ile birlikte yaşadığı bir ortamda kendi biricikliği üzerinde düşünme yükümlülüğünden kurtarmaz. “Tarih kitaplarını kendisinin dışındaki bir dünyanın öyküsü gibi” okuyan insan, aynı zamanda toplumsal düzlemde yaşanan ve yaşanamayan her şeyin sorumluluğunu ötekilere, başka deyişle toplumsallığı paylaştığı kişilere atma eğiliminde olan kişidir. Özetle, böyle biri için toplumsal bağlamdaki tüm olumsuzluklar, yıkımlar, bunalımlar vb. ötekiler yüzünden yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Böyle düşünen tekil kişi, belki kendini böylece bütün sorumluluklardan aklayarak belli bir iç huzuruna içsel rehavete! kavuşabilir. Ama bu huzurun onu birey olabilmekten giderek uzaklaştıracağı ve salt bir sürü teki düzeyine indirgeyeceği gibi bir olasılığı çoğu kez aklının ucundan bile geçirmez. Böyle biri, Sabahattin Eyuboğlu’nun yıllar önce Türk aydınlarına yöneltmiş olduğu şu temel eleştirinin de doğal öznesidir: “Biz aydınlar, acaba neden hep halka ‘inmekten’ söz ederiz de halka ‘çıkmaktan’ hiç söz etmeyiz?” Bu sarsıcı sorunun yanıtı, çok basittir: Bizim meslekten aydınlarımızın çoğu, kendine yakıştırdığı aydın olma niteliğinin onu kendiliğinden aslında çoğu zaman hemen hiç tanımadığı, tanımaya da hiçbir zaman gönül indirmediği halktan epey yukarıda bir yere yerleştirdiğinden emindir de ondan! Kültür Tarihi derslerimde öğrencilerim için epey sık kullandığım bir benzetme vardır. Onlara: “Bizim insanımız, çoğu zaman ‘şu pencereyi kapatsalar’ demekle yetinir…” derim. Günlük hayatta epey sık rastlarız. Örneğin başkaları ile birlikte bulunduğumuz kapalı bir mekânda pencerenin açık kalması yüzünden üşümeye başladığımızda yaptığımız ilk şey: “Biri şu pencereyi kapatsa!” diye söylenmek veya yakınmak olur. Söylenecek yerde kalkıp pencereyi kapatmaya ise ya üşeniriz ya da nedense! kendimize yakıştırmayız. Başkaları ne güne durur! İşte tarih kitaplarını kendisinin dışındaki bir dünyanın öyküsü gibi okuyanlar, büyük çoğunlukla pencerelerin kapatılmasını hep başkalarından bekleyenlerdir! Sırça saraylar u Tiyatro sığınabildiğim, kendimi ifade edebildiğim, yaratabildiğim bir son sığınak haline geldi benim için, saldırıya karşı direndiğim son liman. Ama şimdi bu son limanı da elimizden almaya çalışıyorlar. Hayallerimizi, üretimimizi, tarihlerimizi yıkıp AVM yapmak istiyorlar. Evet, aslında yıkılan, istimlak edilen kent dokuları, yeşil alanlar, tarihi yapılar, kültürel miras veya doğal miras kapsamına giren yerler değil sadece; ruhumuzu istimlak ediyorlar. Yerine içi boş cam saraylar dikiyorlar. yapılar, kültürel miras veya doğal miras kapsamına giren yerler değil sadece; ruhumuzu istimlak ediyorlar. Yerine içi boş cam saraylar dikiyorlar. Bir Sabahattin Ali öyküsünün başlığıyla söyleyecek olursam, o “sırça saraylar”ın içleri öylesine boş ki parmağınızı bile dokundurunca davul gibi ses veriyor. Bu nedenle davulun gümbürtüsüne aldanmamak ge rektiğini biliyorum ama yine de yeni bir yıla girerken içimde fazla umut besleyemiyorum. Sorun suyun bu yakasında gibi geliyor çünkü bana, Klaus Mann’ın “Mefisto” romanındaki Hendrik Höfgen karakterini giderek daha sık anıyorum. Yılın bu son yazısını, içimi acıtsalar da benim için büyük değer taşıyan bazı sözleri öylesine arka arkaya dizerek noktalamak istiyorum. “Siz tutucular, sanat alanında su başlarını tutmuşsunuz bir kere, kendi dışınızdakilere yaşama hakkı tanımıyorsunuz. Sadece kendi yaptıklarınızı kurala uygun ve gerçek sayıyorsunuz. Sanatçı saymıyorum sizi” (Treplev, Martı, A. Çehov). “Tiyatroda sanatçının ödediği bedel kendi kanıdır.” (Vsevolod Meyerhold). “Eğer Sovyet hükümeti tamamen yetersiz bir komiteye, bir dehaya karşı böyle davranma yetkisini tanımışsa, Sovyetler hakkındaki düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekir. Ama hiçbir hükümetin hiçbir zaman bu derece büyük aptallıklar yapmadığını çok iyi biliyorum. Bu işler, kendi Aforizmalar lerini yok edecek avcı kedilerin bulunmadığı yerlerde kaynaşıp duran farelerin başının altından çıkıyor...” (Gordon Craig, Meyerhold’u savunmak için Times dergisine yazdığı açık mektuptan). “Bugün memleketi baştan başa saran bir tiyatro sevgisi var. Hatırlıyor musun, sana ben bu memleket tiyatrolarından ilk defa bahsettiğim zaman nasıl gözlerin parlamıştı da: ‘Güzel, çok güzel, fakat gerçekleşmesi güç bir hayal’ demiştin! (...) Reşat sevin, hayaller gerçekleşti, Namık Kemal’e, Abdülhak Hamit’e haber ilet, Fehim Efendi’ye, Muvahhit’e, Hazım’a söyle: Boşu boşuna çalışmadılar, maksatsız ölmediler, yarın Akif Bey Kars’ta, Fitnen Van’da oynayacak!.. Yarın... Yarın...” (Muhsin Ertuğrul’un Reşat Nuri Güntekin’e ölümünden sonra yazdığı mektup, 1956) “Geçmişin ya da daha çok kişinin çağdaş deneyimini önceki kuşakların deneyimine bağlayan toplumsal mekanizmaların yok olması, geç 20. yüzyılın en karakteristik ve ürkütücü fenomenlerinden biridir. Yüzyılın sonunda çoğu genç erkek ve kadın, içinde yaşadıkları zamanın geçmişiyle her türlü organik ilişkiden yoksun, bir tür sürekli şimdiki zaman içinde yetişti.” (Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl 19141991, Aşırılıklar Çağı). “Başka bir dünya yaratmamız gerek; çünkü biliyoruz ki öyle bir olanak var. O başka dünyayı kendi ellerimizle, kendi sahnemizde, kendi yaşantımızda yaratmak bize düşüyor” (Augusto Boal, 27 Mart 2009). “Tiyatro, yetiş imdadıma!/Uyuyorum. Uyandır beni/Karanlıkta kayboldum, yol göster bana ya da bir ışık yak […] Zayıfım,/Dostluğun ışığını yak/ Körüm, bütün/Işıkları bir araya topla/ Çirkinliğin boyunduruğu altındayım,/ Galip getir güzelliği/Nefretle kuşatıldım,/Sevginin tüm gücünü ver bana” (Ariane Mnouchkine, 27 Mart 2005). İznik’teki bazilika en önemli keşiflerden BURSA (DHA) BURSA’nın İznik ilçesinde göl kıyısının 20 metre açığında bulunan ve 1600 önce Aziz Neophytos’un adına inşa edilen bazilika, Amerika Arkeoloji Enstitüsü tarafından “2014 Yılının En Önemli 10 Keşfi” arasında gösterildi. Bazilike listede 7. sırada gösterilirken, ilk iki sırada İngiltere’nin ünlü Stonehenge Anıtı’nın bulunduğu bölgede, yeraltı taramalarıyla yapılan incelemelerde bulunan 17 yeni tapınak ve yine İngiltere’nin Devon bölgesinde bulunan Roma hazinesi yer alıyor. PORTAKAL MÜZAYEDE EVİ’NDE KIŞ MÜZAYEDESİ YAPILDI En büyük değer, Emine Servet’in “Hilyei Şerif”ine biçildi. 1872 tarihli, 375 bin TL’den satışa sunulan hat eser, 593 bin TL’ye alıcı buldu. (Solda) Sami Yetik’in, 1942 tarihli, mukavva üzerine yağlıboya “Vazoda Sarı Güller” tablosu 312 bin TL’ye alıcı buldu. (Sağda) ‘Hilyei Şerif’e 593 bin TL Kültür Servisi Raffi Portakal’ın sahibi olduğu Portakal Müzayede Evi’nce, önceki gün Conrad Otel’de düzenlenen “Kış Müzayedesi”nde en büyük değer, Emine Servet’in “Hilyei Şerif”ine biçildi. 1872 tarihli, 375 bin TL’den satışa sunulan hat eser, 593 bin TL’ye alıcı buldu. Eserde, sülüs ve nesih hatla Besmele, Hz. Muhammet’in vasıfları ve dört halifenin isimleri yazılı. Müzayedede ilgi gören diğer eser “Deli” Osman’ın 1786 tarihli “Delaili HayratEnamı Şerif”iydi. Çeşitli surelerin yazılı olduğu, 512 sayfalık eser 575 bin TL’ye satıldı. Türk resim sanatından örneklerin de yer aldığı müzayedede 50 bin TL’den satışa sunulan Sami Yetik’in, 1942 tarihli, mukavva üzerine yağlıboya “Vazoda Sarı Güller” tablosu 312 bin TL’ye alıcı buldu. Leonard de Mango’nun “Ramazan Bayramı” (1920), Şevket Dağ’ın “Ayasofya” (1919), Nuri İyem’in “Pembeli Kadın” (1955) tabloları müzayedeye çıkan eserler arasındaydı. Konuya ilişkin ilgi veren Raffi Portakal, “Müzayedede bin liralık tablolar, gravürler de vardı ve insana yaşama zevki veren, yaşam kalitesini artıran bu ögeler birçok eve gitti. Bu durum beni, en az eserlerin yüksek bedellere satılması kadar mutlu ediyor” dedi. C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle