05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 2 ARALIK 2014 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Putin’in Ankara Ziyareti... R usya Devlet Başkanı Putin, Türkiye ile Rusya arasında 2010’da oluşturulan Üst Düzey İşbirliği Konseyi toplantısının beşincisine katılmak üzere dün Ankara’ya geldi. Bilindiği üzere Kiev’i 2014 kışında yaşanan iktidar değişimi sonrası kaybeden Rusya, buna Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna’nın doğusundaki ayrılıkçı çatışmaları destekleyerek cevap verdi. Bu durum son yıllarda Batı ile Rusya arasında belirginleşen gerilimi yüksek düzeye çıkardı. Önce ABD ile başlayan, sonra Avrupa ülkelerinin de katıldığı yaptırımlar Rusya’yı küresel ekonomiden izole etmeyi amaçlarken Rusya da kendisine yaptırım uygulayan ülkelere karşı ticari misillemeden çekinmedi. Ambargolar nedeniyle Rusya’dan yıllık sermaye kaçışı 100 milyar doları geçti, ülkenin rezervleri yaklaşık 200 milyar dolar kadar gerileyerek 400 milyar dolara indi. Rusya ekonomisinin can damarı olan petrol fiyatlarındaki düşüşün de etkisiyle birlikte ruble yılbaşından bu yana dolar karşısında yüzde 50 değer yitirdi, ülke resesyona girdi. Ekonomik yaptırımlar siyasi gerginlikleri de tetiklerken Batı ile Rusya arasında “Yeni Soğuk Savaş” söylemleri dillendirilmeye başlandı. ABD tarafından liderliği yapılan tek kutuplu dünya düzenine karşı Putin yönetimi artık çok kutuplu bir düzenin varlığını ve bunun için de Moskova’nın Çin’in yanında yeni bir güç merkezi olduğu iddiasını gündeme getirerek politikasından geri adım atmama kararı aldı. Öte yandan, Batı ile Türkiye ilişkilerinde de son zamanlarda sarsıntılar meydana geldi. AB’ye üyelik süreci tıkanan Ankara, IŞİD özelinde Ortadoğu’da ABD ile de ciddi görüş ayrılıkları yaşarken ülkenin politik gündemi içeride giderek kırılganlaşmaya başladı. Rusya ve Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu böylesine kritik bir dönemde dikkatler Putin’in Ankara ziyaretine odaklanıyor. Öyle ki Putin Ankara’ya “yeni ufuklar açmaya” geleceğini söylüyor. Peki gerçekten RusyaTürkiye ilişkilerinde yeni bir dönem mi başlıyor, “Batı” ile sorunlu olan iki Avrasya ülkesi birbiriyle stratejik bir ittifaka mı gidiyor, yoksa bu ekonomik çıkarların önde tutulduğu “stratejik” gözüken ama aslında “pragmatik” bir ilişki mi? Ve daha da önemlisi mevcut durumdan kim daha çok kazanıyor? Bölge siyasetinde Rusya ile Türkiye’nin pozisyonları Balkanlar’dan Kafkaslar’a birçok sorun bölgesinde ayrışırken buna son 4 yıldır Suriye de eklendi. Moskova için Türkiye siyasi olarak bir hasım ve stratejik müttefik olmaktan çok uzak. Bunun yerine Rusya, Türkiye ile ilişkilerinde iktisadi meselelere yoğunlaşıyor: NATO üyesi Türkiye’yi kendi etki alanına alamayacağını bilen Moskova, An Putin Ankara’ya “yeni ufuklar açmaya” geleceğini söylüyor. Peki, gerçekten RusyaTürkiye ilişkilerinde yeni bir dönem mi başlıyor, “Batı” ile sorunlu olan iki Avrasya ülkesi birbiriyle stratejik bir ittifaka mı gidiyor, yoksa bu ekonomik çıkarların önde tutulduğu “stratejik” gözüken ama aslında “pragmatik” bir ilişki mi? Ve daha da önemlisi mevcut durumdan kim daha çok kazanıyor? Dr. VOLKAN ÖZDEMİR* la karşılaması için görüşmeler yapılıyor. Akkuyu’da Ruslarca inşa edilmesi planlanan nükleer santralın 4800 MW kurulu güçte olması ve yarısına Türkiye’nin alım garantisi (12.35 cent/kws) vermesi düşünüldüğünde Moskova için Türkiye, son yıllarda “Batı” ile kriz yaşanırken kazançlı bir pazar olarak görünüyor. Türkiye’de kamu otoritesinin zayıflaması ülkeyi dış etkilere fazlasıyla açık bırakırken Rusya da bu durumu ıskalamıyor, “ganimetten” koparabildiğini koparıyor. Dersimliler ve Cumhuriyet Nurettin Karsu, mektubunun dün yayımladığım bölümünde, Dersimlileri, onlara karşı oluşan önyargıları anlatıyor, Dersimlilerin Cumhuriyete bağlı olduklarını ve Şeyh Sait isyanına katılmayı reddettiklerini belirtiyor ve devletin gücü hakkında pek de bir fikirleri olmadığını söylüyordu. Bugün, okurlardan pek çok yorum alan bu ilginç mektubun en tartışmalı bölümlerinden biriyle devam ediyorum... Unutmayın bu düşünceler benim değil, Karsu’nundur... İçlerinde katıldıklarım var, katılmadıklarım var... Bana sataşmanızın bir anlamı yoktur! HHH “...Dersim’in ayrı bir devlet kurma, ülkeyi bölme, ordu ile vuruşma diye bir amacı da, gücü de yoktu. Olması da olanaksızdı. Onun tüm derdi, beklediği, Cumhuriyetin kendisine sınıfsız vatandaş olarak sahip çıkması, artık ötelenmiş zenci sayılmaması, açlık ve yoksulluğuna son verilmesiydi ve yüzyıllardır bunu bekliyor ve hak ettiğine inanıyor, çilesinin bitmesini istiyordu. İlk Meclis’in Dersim Milletvekili Diyap Ağa, Atatürk’ün en yakın ve en sadık dostuydu. Yunan orduları Polatlı önlerine geldiğinde, Meclis’te başkentin Kayseri’ye taşınması tartışmalarında Diyap Ağa söz alır: ‘Buraya vatanı kurtarmak için ölmeğe geldik, kaçmak için değil’ diye gürleyince herkes susar, Atatürk de rahatlar... Dersim’e askeri harekâtın başlamasından, yani 1938’den önce, Dersim’in ileri gelen en büyük Şeyh Hasan Aşireti Reisi Seyit Rıza, doğrudan Atatürk’e mektup yazar: ‘...Şayet hükümet hizmet ve sadakatimizden şüphe ederse, abavü ecdadımızın eskiden geldiği Yukarı Türkistan, Horasan Vilayetine bütün mensubini aşiretimizle hicret etmeğe himmet buyursun…’ (Bu tarihi belge resmi arşivlerde mevcuttur.) Atatürk’ün ağır hasta olduğu günlerde bununla ilgilenmesi, doğaldır ki olanaksızdı. Silahlı harekât başlamış, aşiret bozulmuş, aralarına nifak sokulmuş, yoksulluk ve cehalete tutsak olmuş Dersim, bu kez de kurbanlarla karşıladığı kendi Cumhuriyet ordusunun hedefi olmuştu... Selçuklu’dan ve Osmanlı’dan gördüğü darbeyi Cumhuriyet’ten beklemiyordu. Dojik Dağı’nın yağız Türkmeni Kızılbaş Dersimli’nin, 1230 yılından sonra Dojik Dağı’nın zirvesinde mezarına koyduğu Sultan Baba’yı (Celalettin Harzemşah’ın), Munzur Baba’yı ve Düzgün Baba’yı imdadına çağırmaktan başka çaresi kalmamıştı...” HHH Devamı, son bölümle perşembeye... rdoğan, Putin’den çok Yeltsin’e benziyor! Tabii yukarıdaki manzaranın temel nedeni Türkiye’de devletin zayıflaması, ülkedeki iktidarın kaotik bir ortamda yaşamına devam etmesi ve Türkiye’nin dış dünyaya karşı ulusal çıkarlarını savunabilecek kapasitede bir yönetimden yoksun olması. Hal böyle olunca kamuoyunda fazlasıyla yapılan PutinErdoğan benzetmesinde taşlar pek yerli yerine oturmuyor çünkü uyguladığı politikalar açısından Erdoğan, Putin’den çok Yeltsin dönemini hatırlatıyor. Zira 90’lı yıllar Yeltsin devrinde özelleştirmelere ağırlık verilmiş, bu sayede “oligark” diye adlandırılan küçük bir zümre orantısız oranda zenginleşmişti. Dış politikada darbe üstüne darbe yenmiş, ülke varlıkları yabancıların eline geçmiş, yolsuzluk ekonomisinden ötürü sosyal adalet yerle yeksan olmuş, bunlar gerçekleştirilirken “otoriter” bir siyaset anlayışı benimsenmiş ama bir taraftan da Çeçen ayrılıkçılarla barış müzakereleri yürütülmüştü. Putin ise birçok alanda Yeltsin döneminin tam zıddı politikalar uyguladı: Ekonomide “devlet kapitalizmi” modeliyle kamulaştırmalara ağırlık verildi, ülkenin stratejik sektörlerinden yabancı sermaye temizlendi. Dış politikada yayılmacı politikalar izlendi ve iç güvenlikte ayrılıkçı kesimlere nefes aldırılmadı. Bu açıklamalardan sonra Erdoğan’ın içinde yetiştiği siyasi partiyle yollarını ayırıp başkanlığa gelerek “devleti toz duman eden” Yeltsin’e mi, yoksa başarılı bürokratik kariyerden sonra başkanlığa yükselip “devleti yeniden inşa eden” Putin’e mi benzediğini siz değerlendirin. Ancak benim bildiğim Putin’in Türkiye’ye her gelişinde karşısında aslında çok iyi tanıdığı Yeltsinvari bir yönetim bulduğu, bu nedenle eli boş dönmediği ve stratejik ittifak söylemleri gölgesinde ülkesinin ekonomik çıkarlarını pekiştirdiği gerçeğidir. Bu nedenle, 1 Aralık 2014’te de yapılan şaşaalı basın toplantılarının ardından yukarıda bahsedilen vaziyetin değişeceğine dair bir işaret bulunmamaktadır. *ODTÜ Avrasya Çalışmaları[email protected] Enerji Piyasaları ve Politikaları Enstitüsü Başkanıwww.eppen.org E Yeni bir dönem mi? kara’daki iç siyasi gelişmeler ve bunların Washington’la ilişkilere yansımasını takip ederek kendi çıkarlarını artırmak için fırsat yaratıyor. Türkiye’yle ilişkilerinde Rusya için en büyük ekonomik çıkar alanı ise hiç kuşkusuz Türkiye’nin önemli bir enerji pazarı olması. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 33 milyar dolarken bunun büyük bölümünü (26 milyar dolar) Rusya’nın enerji ihracatı oluşturuyor. Bu hacmi 100 milyar dolara çıkarma hedefi yer alırken bunun, Rusya’nın Türkiye’ye enerji ihracatını artırması anlamına geldiğini unutmamak gerekiyor. Türkiye’nin son yıllarda içine düştüğü iç bunalımı ve kamu otoritesi boşluğunu iyi değerlendiren Rusya kazanımlarını her geçen gün artırıyor. Enerji denince akla ilk olarak doğalgaz geliyor. Amerika’da “shale gaz” (kaya gazı) ve dünyada artan LNG arzı nedeniyle Avrupa gaz piyasasında yapısal değişiklikler yaşanırken bu gelişmelerden Gazprom olumsuz etkileniyor. Son yıllarda Avrupalı tüketiciler Rusya’ya olan bağımlılıklarını hacimsel olarak azaltıp kaynak çeşitliliğini sağlıyor. Türkiye ile Rusya gaz ticareti ise Avrupa’nınkinin aksine bir seyir izliyor. Türkiye 2014 yılında Rusya’dan gaz ithalatını miktar olarak artıran yegâne ülke ve sene sonunda Gazprom’un Türkiye satışının 29 milyar metreküple rekor kırması bekleniyor. Üstelik Avrupa gaz piyasasında artan rekabetle gaz fiyatları petrol ürünlerine bağlanmaktan kurtulurken Fotoğraf: AA ithalatçı ülkelerin lehine olan bu durum, Gazprom’un ikinci en büyük müşterisi Türkiye tarafından değerlendirilemiyor. Türkiye giderek Avrupa gaz piyasasından kopuyor. Rus gazına yüzde 60 oranında bağımlı olan Türkiye dış politikada Rusya karşıtı tutumunun ceremesini yine doğalgazda ödüyor: Gazprom, Türkiye gaz piyasasındaki serbestleşmeden büyük yarar sağlıyor. Kontrat devirleri sayesinde salt satıcı olmaktan çıkıp çeşitli şirketlere farklı oranda paydaş olmak suretiyle Türkiye iç piyasasında da etkinlik kazanıyor. Bunun sonucunda Türkiye enerji piyasalarında IMF telkiniyle 2001’de başlayan serbestleşme ironik bir şekilde giderek “Gazpromlaşma” sonucunu doğuruyor. Üstelik 2011 sonunda Güney Akım’ın Karadeniz’deki kendi münhasır ekonomik bölgesinden geçişi için inşaat izni veren Türkiye, Mavi Akım boru hattının 16 milyar metreküp kapasitesinin 19’a çıkarılmasını istiyor. Yine 2011’de Gazprom’un tüm Avrupalı müşterilerine sağladığı ortalama yüzde 12’lik fiyat indirimini alan Botaş, Gazprom’la tekrar fiyat pazarlığına oturuyor ama artık Rus gazı için Botaş ve özel sektör olmak üzere iki ayrı Gazprom fiyatı bulunuyor. Doğalgazın yanında, madenlerde yaşanan kazalardan sonra kömür dışalımına odaklanan Türkiye’nin bunu Rusya’dan yaptığı ithalatı artırmak ‘Gazpromlaşma’ Atılım Katılımdan Doğar... Ş NUSRET ERTÜRK Yazar air Ataol Behramoğlu, İstanbul valisi başkanlığında dün yapılan imar konulu toplantıya çağrılıydı. Şaşırdığınızı sanıyorum. Olamaz, dediğinizi duyuyorum. Biliyorum, günümüzde böylesinin düşü bile kurulamıyor. Ancak dün oluyormuş. Şimdi gerçeğe dönelim: İstanbul’da, valinin başkanlığında imar konulu bir toplantı yapılıyor. Ne zaman? 6 Şubat 1935 günü. O toplantıya, dönemin önde gelen ünlü şairi Yahya Kemal de davet ediliyor. İnceliğe bakar mısınız? Bunu günümüze uyarlayalım mı? İstanbul’da bir imar toplantısı düzenlendiğini varsayalım. İlin valisi, belediye başkanı gelecek. Ataol Behramoğlu, Ahmet Telli gibi şairlerin o toplantıya çağrıldığını düşünebilir misiniz? “Onlar da çağrılıyor!” diyenleri duyuyorum. Doğru. Ancak nereye? Mahkemeye, sorguya... Sanata ve sanatçıya saygınız, ilginiz olduğu oranda büyüksünüz. Sanata ve sanatçıya kuyu kazıyorsanız, aslında siz kendi kuyunuzu kazıyorsunuz demektir. Ünlü Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Köy Enstitüsü müdürlerine görüş iletir: “Bir kişinin atacağı dev adımdan bin kişinin birer adımı daha önemlidir.” Mutlu, sağlıklı insanlar isteyen toplumbilimcilerinin ortak görüşüdür bu. Kapalı kapılar, kuşkulara yol açmıştır her zaman. Kapın açık olduğu oranda demokratsın; unutma, kapalı kapılar atılımın önünü keser. Katılımsız başarı yakalanır sanılmasın. Kurtuluş Savaşı’nın, Cumhuriyet devrimlerinin mayasında bu anlayış yatar. Gazeteci Attila Aşut, Siyah Be yaz Yazılar adlı kitabında diyor ki: “TEMA Vakfı’nın ve Hayrettin Karaca’nın çabaları Türkiye’nin çölleşmesini önleyemedi.” Oysa gerçek çölleşme düşünme kanallarının kurutulması, katılımdan kaçınılmasıyla başlar. Katılım, örgütlenmenin de ilk adımıdır. “Her koyun kendi bacağından asılır” ya da “Gemisini yüzdüren kaptandır!” sözlerini kimin çıkardığını çok merak ediyorum. Öte yandan bizim dayanışma, yardımlaşma yöntemimiz olan “imece” katılımın en güzel örneğidir. Uygar ülkelerde, yönetici olmak isteyen önce tarih okurmuş. Ülkemizde ise tarih okumak yönetimden düştükten sonra akıllara geliyor. Neden oraya buraya savruluyoruz, yerlere çakılıyoruz? Yanıtını yüz yıl öncesinde Tevfik Fikret vermiş: “Düşmek, etrafı görmemektendir.” Bir yönetimin niteliği öğrenilmek isteniyorsa, yurttaşın her alanda katılım oranına bakılmalı. Katılımsız atılımı henüz gören olmadı… 1950’li yıllarda yaşanmış bir olaydır. Ünlü gazeteci Şinasi Nahit Berker bir günde üç yazısından dolayı yargıç karşısına çıkar. Birinci yazı için yargıç, “Gereği düşünüldü” der. İkinci yazı için de aynı. Üçüncüye sıra gelince Berker yerinden fırlayarak ‘Hâkim Bey, hep gereğini düşünüyorsunuz. Biraz da beni düşünün!’ deyivermiş. Katılım düşüncesini benimsemiş kişi, biraz değil, çoğunlukla insanları düşünür. Bazılarının beğenmediği, yerdiği Cumhuriyetin ilk yıllarını bilseler, örnek alsalar yeter... Katılım da atılım da o anlayışla başlar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle