19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 14 EKİM 2014 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER D K Kültür ve Demokrasi emokrasiyle kültür arasında çok sıkı bir bağ olduğu günümüzde artık yadsınamaz bir gerçektir. Demokratik özgürlükler ortamının bulunmadığı bir toplumda kültürün gelişip yayılabileceği ve kültürel yaşama katılımın artabileceği düşünülemez. Bu durumun en önemli nedeni kültürün düşünceyle olan yakın ilişkisidir. Düşünce, kültürü oluşturan tüm öğeleri doğrudan etkiler. Bu, insanlık tarihinin başladığı günden bu yana süregelen bir durumdur. Çünkü hangi anlamı ile alınırsa alınsın kültürün ana amacı insanın kendisini ifade etmesidir. Türkiye, bir kültürler mozayiğidir. Bu olgu, geçen dönemde olduğu gibi, bugün AKP döneminde de yok sayılarak kültür bir “Türkİslam” sentezi üzerine oturtulmaya çalışılmaktadır. Bu durum ise toplumda var olan gerginliği daha da artırmaktadır. Buna şaşmamak gerekir. ERCAN KARAKAŞ / CHP Genel Başkan Yardımcısı ültür baskı ortamında gelişemez İnsan kendisini düşünceleriyle yazı ve söz aracılığıyla ifade ettiği kadar ortaya koyduğu yaşama araçları ile de ifade eder. İnsanın gündelik yaşantısını kolaylaştıran araç gereçler de bu nedenle, hem kültürün hem de düşüncenin bir parçasıdır. Bu yanıyla bakılırsa insanın bir icadı olan sabanla mağara duvarına çizdiği desen arasında çok önemli bir fark yoktur. Kültürün toplumbilimsel yanıyla uğraşan düşünürler, baskı ya da özgürlük içerisindeki toplumlarda bu ilişkinin ortaya konulan her ürüne yansıdığını somut bir biçimde göstermiştir. İnsanın; özgürlük ortamında yaratıcılığı gelişmiş, düşünsel yanı güçlenmiş, buna karşılık baskı dönemlerinde tam bir yaratı yoksulluğuna sürüklenmiştir. Ayrıca baskının, şiddetin ve zorun insanın ilkellik dönemlerine özgü olduğu, uygarlığın gelişmesi ile birlikte bu yaklaşımların aşıldığı sanılsa da hâlâ bu tür tutumların izleri silinememiştir. Eğer uygarlık, sürekli bir ilerleme olarak değerlendirilirse, baskı altında uygarlığın da gelişemeyeceği kabul edilmiş olur. Türkiye bugün olduğu gibi tarihin çeşitli dönemlerinde bu gerçeği göz ardı etmiştir. Toplum, otoriter ve katı merkeziyetçi bir anlayışla, yukarıdan aşağıya denetlenmek istenmiştir. Askeri darbeler dönemi, bu anlayışın doruğa çıktığı; baskıya, zulme dönüştüğü süreçler olmuştur. Askeri darbeler aşıldıktan sonra da uyguladıkları baskının ve yasakçılığın olumsuz izleri uzunca bir süre toplumun bilincinde, belleğinde varlığını korumuştur. Bugün de AKP hükümeti hâlâ 12 Eylül’ün baskıcı ve yasakçı anlayışının ürünü olan anayasa ve birçok temel yasaya dokunmamaktadır. Toplumumuz hâlâ belli bir yasakçı anlayış içinde yönetilmek istenmektedir. Oysa günümüz dünyasında demokrasi iddiasında bulunan ülkeler bu baskıcı yaklaşımları geride bıraktılar. Özellikle totaliter rejimlerin çökmesinden sonra özgürlüklerin, çoğulculuğun önemi daha iyi anlaşılmaya başlandı. Bu durumda Türkiye ile uygar dünyanın temel yaklaşımı arasında büyük bir çelişki ortaya çıkmaktadır. İnsanlarımız kendilerini yeterince ifade edememenin, düşüncelerini özgürce açıklayamamanın sıkıntısını yaşamaktadır. AKP hükümeti, “ileri demokrasi” adı altında düşünce özgürlüğü, gösteri özgürlüğü ve yaratma özgürlüğü alanında son derece baskıcı bir tutum içerisinde bulunuyor. Böyle bir ortamda yaratıcılığın artması, kültürün gelişmesi ve zenginleşmesi beklenemez. Türkiye, bir an önce demokratik dönüşümleri gerçekleştirerek evrensel özgürlük ortamını ve demokrasiyi eksiksiz olarak yaşama geçirmek zorundadır. Ülkemizde yaratıcılığın ve kültürel yaşamın gelişmesinin birinci koşulu demokratikleşmenin sağlanmasıdır. AKP hükümeti bunları yapacak yerde, TÜSAK diye anılan yasa taslağı ile Kültür Bakanlığı bünyesindeki devlet opera ve balesi, devlet tiyatroları ve güzel sanatlar müdürlüğü gibi kültür ve sanatın gelişimine büyük katkılar sağlayan kurumları kapatmaya hazırlanıyor. Bu, sanatı yok edecek bir girişimdir. O nedenle bu taslak geri çekilmelidir. ağdaş devletin kültür alanındaki rolü Baskıcı rejimlerin sona ermesi ile kültür kavramı da yeni bir anlayışla ele alınmaya başlamıştır. Daha önceki dönemlerde siyasetin belirlediği bir kültür anlayışı söz konusu iken şimdi kültürün siyaseti belirlediği yeni bir döneme gelinmiştir. Bu yeni yaklaşım, devletkültür ilişkisinin de yeniden ele alınmasını ve tanımlanmasını zorunlu kılmıştır. Günümüzde artık devletin tekçi, önceden belirlenmiş toplumsal farklılıkları ve Ç çeşitliliği yok sayan bir kültür politikasını yukarıdan aşağıya indirme meşruiyeti ortadan kalkmaktadır. Eskimiş bu anlayışın yerine şimdi çoğulculuğu öne çıkaran ve herkesin kendisini dilediğince ifade etmesine olanak sağlayan bir uygulama almaktadır. Devlet, artık toplumun kendisini ifade etmesi ve geliştirmesi için gerekli altyapıyı ve koşulları hazırlamakla yükümlüdür. Kısacası devlet ve siyaset; kültürel yaşamı vesayet altına almak yerine kültürel çeşitliliği güvence altına almakla, sanatın geniş toplum kesimleriyle buluşmasına olanak yaratmakla ve sanat üreten kesimleri desteklemekle yükümlü olacaktır. Böyle bir kültür devlet ilişkisi beraberinde başka bir açılım daha getirecektir. Bu kültürel ortamda karşılıklı anlayış, uzlaşma, hoşgörü gelişecek ve güçlenecektir. İnsanlar da, toplumlar da birbirlerini ortak demokrasi değerleri çerçevesi içerisinde daha rahat anlayacaklardır. Önyargılar ortadan kalkacaktır. Bu kültür anlayışı önemli ölçüde sosyal demokrasinin kültür modeliyle çakışan bir anlayıştır. Sosyal demokratik kültür politikasının temel ilkesi de düşünsel ve sanatsal ifadenin barışçıl yollardan sınırsız özgürlüğünü savunmak, kültürel çeşitlilikten yana olmaktır. Gene bu kültür anlayışında yerellik, kısıtlı merkez anlayışının karşısına çıkan önemli bir zenginleştirici öğedir. Herkesin dilediğince ve kendi tanımladığı koşullar içerisinde hem kültürel üretime katkıda bulunmasını sağlamak, bu politikanın ayrılmaz bir parçasıdır. Yerel inisiyatiflere destek sağlanması, sanatın halkla bütünleşmesini kolaylaştıracak ve örgütlenme bilincine hız kazandıracaktır. Böylelikle de her sanatsal üretim alanı kendi sorununu kendisi tanımlayacak, ona uygun çözümün üretimine katkıda bulunacaktır. Türkiye, bir kültürler mozayiğidir. Bu olgu, geçen dönemde olduğu gibi, bugün AKP döneminde de yok sayılarak kültür bir “Türkİslam” sentezi üzerine oturtulmaya çalışılmaktadır. Bu durum ise toplumda var olan gerginliği daha da arttırmaktadır. Buna şaşmamak gerekir. Köken, dil, düşünce ve inanç farklılıklarını yok sayan bir kültür anlayışı dışlayıcı ve çatışmacı bir kültür anlayışıdır. Artık bunun aşılması gerekir. İnce Ayrıntılar Ortadoğu bataklığında pek çok ince ayrıntı var... Bu ince ayrıntılar birtakım hassas dengeleri, bu hassas dengeler ise çok dikkatli, ince politikaların izlenmesini zorunlu kılıyor... AKP’nin kaba ve tutarsız dış politikası yetersiz kalıyor! HHH Ortadoğu kaosunun arkasında, esas olarak, ABD’nin, İsrail’i yalnızlıktan kurtarmak için bağımsız bir Kürt devleti oluşturmak projesi var. Ama ABD, bölgede başka kaygıları da dikkate alıyor: Her şeyden önce, dünyaya ve kendisine karşı bir tehdit haline gelmiş olan “Radikal Siyasal İslam” terörünü güçlendirmekten çekiniyor; bu tehdidin önünü kesmek istiyor... Bu arada kendisinden yana da olsa, yıpranmış liderleri değiştirmeye, olanaklı olduğu ölçüde halkın desteğine sahip yönetimleri başa getirmeye çalışıyor... Ama halkın desteğine sahip yönetimler, “Radikal Siyasal İslamı” güçlendirecek adımlar atarsa, onları terörist ilan etmekte veya onlara karşı düzenlenecek eylem ve darbeleri desteklemekte tereddüt etmiyor... Şimdilik, başta Mısır olmak üzere, Katar, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkeleri bölmek ya da istikrarsızlaştırmak da istemiyor... HHH ABD’nin bütün bu amaçları birbiriyle pek de uyumlu değil ve aynı anda gerçekleştirilmeleri çok zor: Örneğin, Kuzey Irak’taki Kürt devleti yaşatılmalı ama bağımsızlığı Irak ve Türkiye ile de anlaşılarak sağlanmalı... Örneğin, bölgedeki PYDEsadIŞİD savaşında, Kobani’ye saldıran IŞİD’e karşı Esad’ın yardımı kullanılabilir ama, nasıl... Örneğin PKK, bölgedeki Kürt hareketini desteklemek için korunmalı ama Türkiye’nin bağımsız bir Kürt devletine karşı çıkmasına yol açacak eylemlere de girişmemeli... Örneğin, Türkiye’nin desteği önemli ama politikaları güvenilir olmadığı için, ordusunun kullanılması çok sorunlu... HHH ABD, uzun vadeli plan yapar... Pragmatiktir, yolda strateji, taktik ve hatta müttefik değiştirir... “Ilımlı İslamla” yola çıktı, başarısızlığı görünce vazgeçti... Önce Mursi’ye destek verdi, sonra Sisi’ye yeşil ışık yaktı... Irak’tan sonra Suriye’yi de böldü, Esad’ı düşüremeyip, IŞİD gibi bir belayı üretince, Esad’ı kabullenme yoluna girdi... HHH Çözümlemeyi basitleştirmek için olayın sadece ABD açısından siyasal boyutuyla ilgili son birkaç örneği ele aldım. Türkiye’nin açmazlarını ve çelişkilerini... Mevcut devletlerin çıkarlarını ve tepkilerini... SünniŞii çatışmasını... Petrol savaşlarını... Rusya ve İran’ın (hatta Çin’in) rollerini de düşünürsek... Bizimkilerin kaba ve tutarsız politikalarının ne kadar yetersiz olduğu iyice anlaşılır! Özlediğimiz Nükteli Anlatım Laik Düzen Yıkılırken Y NUSRET ERTÜRK azının, sözün ustaları konuya bir fıkrayla başlar. Nükteli giriş, tüm ilginin toplandığı en hoş bölümdür. Soğuk ortamları ısıtır, yüzlerde gülücüklerin oluşmasını sağlar. Bu niteliğinden dolayı nükte, doğal tansiyon düşürücüdür. Buna karşın, tepemizdeki yöneticiler nedense nükteye hep uzak duruyor. Daha ötesini sık sık basında okuyoruz: Cumhuriyet’in çizeri Musa Kart kaç kez mahkemeye verildi? Sayısını bilen var mı? “Horozdan korkan oğlanı” bir türküden öğrenmiştik. Bir çizgiden korkanla da dünya yeni tanışıyor. Ünlü ressam Picasso’ya sergisinde bir resmi gösterilir: “Bu insana benzemiyor!” derler. Picasso’nun yanıtı ağır olur: “O insan değil resimdir!” Anlayana yeter. Nüktede sevginin dili saklıdır. Bütün anlatılar bu dille yapılsa ayrı gayrı, küslük, düşmanlık kalır mıydı? “Nasrettin Hoca” sözüyle karamsarlığımız siliniyor. “Karadenizlinin biri” derken dünyamızın gülümseme kapıları açılıyor. Okullara nükte (mizah) dersi konulmalı, ders olarak okutulmalı. Uygulaması uzun yıllara yayılmalı. Türkçe dersi kadar önem verilmeli. Nükte dersinden geçemeyenlere diploma yolu kapalı tutulmalı. Evlenecek kızda, erkekte nükte niteliği aranmalı. Bu koşul gelse, toplumun adım atışı değişir. Başarılar tavan yapar. Kinin, kanın sonu gelir. Adamın biri papağan satıcısına gitmiş. Etiketleri incelemiş: “İngilizce bilir, 10 bin dolar.” “İngilizce, Fransızca konuşur 20 bin dolar.” Köşede tek başına duran, düşünenin fiyatı: “50 bin dolar.” Alıcı: “Bu neden böyle pahalı?” diye sormuş. “Diğer papağanlar ona ‘üstat’ diyorlar” yanıtı verilmiş. Sayfalar dolusu yazılsa, saatlerce anlatılsa bundan daha etkilisi olamaz. Bilgiye gösterilen saygı en incelikle, en kalıcı biçimde ancak böyle iletilir. Atatürk’ün Ahmet Rasim’den dinlediği ve çok sevdiği bir anekdot anlatılır. Yeşilaycı bir profesör, “İçkinin Zararları” konulu konferans veriyormuş. Dinleyicilere sormuş: “Bir eşeğin önüne bir kova su ile bir kova rakı konsa. Hangisini içer?” Oradakiler: “Suyu” demişler. “Neden?” Dinleyiciler arasında bulunan Neyzen atılmış: “Eşekliğinden!” demiş. Ah şu eşeklik! Kimimiz deliliğe, kimimiz eşekliğe sığınıyoruz. Bizi bize döndürecek, bizi sarsacak, bizi daha iyi bir yerlere götürecek nüktenin kanatlarıdır… “A Prof. Dr. ERENDİZ ATASÜ / AÜ Emekli Öğ. Üyesi yinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbei aklı eserinde” (“Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz / Kişinin aklının derecesi işinde görünür.”) Ziya Paşa Türkiye, yurtiçinde IŞİD terörü ve sınırda savaş olasılıklarıyla yüz yüze. Bu karanlık arifeye ulaşmamızda etkili olan bir olguya, laik düzenin aşındırılması ile ülke yönetimince IŞİD’e verilen örtülüaçık destek ve anılan örgütün yurtiçinde yuvalanabilmesi arasındaki pek açık bağlantıya işaret etmek isterim. Savaş hali baskıcı yönetimlerin arayıp da bulamadıkları fırsattır. Özellikle din ve mezhep savaşları, gelenekçi yapıların kadınlar ve çocuklar gibi zayıf gruplarını hepten yıpratır. Sürüklendiğimiz savaş ortamında, kız çocuklarının devlet eliyle tesettüre sokulması gibi hayati bir konunun güme gidebileceğinden endişeliyim. Kız çocuklarının cinsel birer objeye indirgenmesi bir günde olmadı: İşe önce yetişkin kadınlardan başlandı. Laik düzenin yıkılmasını önceleyen aşındırma sürecinin ana motorlardan birisiydi, “türban” meselesi. 20. ve 21. yüzyıllarda Sünni şeriat örgütlenmeleriyle kapitalist yayılmacılığın kâh el ele, kâh çatışmalı seyreden ilişkisini toplumbilimciler, siyaset bilimcileri ve siyaset insanları bilmezler mi? Konuyla ilgili yayımlanmış onca belge(*) varken! Türbanın, Müslüman Kardeşler’in ve 1960’larda ABD’de yükselen Müslüman zenci hareketinin üniforması, yani toplumsal bir kimlik ifadesi olduğunu bilmezler mi? 1000 yıllık Anadolu Müslümanlığında çeşit çeşit örtünme bulunduğunu, ama bu üniformanın sağ kesimin pek sevdiği ifadeyle “kökü dışarda” bir akım olduğunu bilmezler mi? Hiç mi eski fotoğraf görmediler, “türban” afetinden önce Anadolu’nun çeşitli yörelerine, köylerine, kasabalarına hiç mi yolları düşmedi? Örtünmenin sadece Ortadoğu’da değil, Güney Akdeniz, Balkanlar, Kafkasya gibi erkek egemenliğinin baskın olduğu yörelerin gelenekçi kesimlerinde de iklim ve erkek zorlatması olarak geçerli olduğunu bilmezler mi? Üniversitelerde yasaklamaya, türban olayı kitlesel boyuta ulaştığı zaman gidilmiştir; ondan önce değil. Yasakla bir şey çözülemez ama yasaklamadan daha sorunlu bir yöntem vardır ki o da bir yasaklayıp bir serbest bırakmaktır ve Türkiye üniversiteleri ne yazık ki bu yolu seçmiştir. Yasaklayanlar, olayın toplumsal ve küresel boyutunu görüp bir çözüm üretemeyip paniğe kapılanlardır. Yasaklayanları ayıplayanlar ise, küresel ve toplumsal boyutu görmekten aciz olan, horozun altında yumurta arayanlardır, yani Sünni şeriatında “bireysel seçim” diye bir kavramın hele kadın birey için mevcut olmadığını bilmezden gelenlerdir. Kimilerinin adlarının önünde akademik sanlar bulunur. Bu zevatın anlaşılan Türkçe bilgileri de kıttır; “başı açık o...” deyimini işitmiş olsalardı, erkek egemen u “Kandırıldık” demek, acınası gülünç bir özsavunu teşebbüsüdür. Yapılacak şey, “Nasıl oldu da aklımın özgürlüğünden, bir bilim insanının baş dayanağı olan ‘bilimsel kuşku’ yönteminden vazgeçebildim; yoksa ben aklımı AKP döneminde gerçekleşmiş ya da gerçekleşeceğini umduğum arzu ve özlemlerimin emrine mi verdim?” içtenlikli sorusuyla başlayacak bir özeleştiridir. liğinin baş dayanağı olan baskıcı ve iki yüzlü cinsel ahlak ile örtünme arasındaki sıkı bağlantıyı görebilir; kitlesel bir kapanmanın, başı açık kadınları nasıl bir tehlikeye maruz bıraktığını kavrayabilirlerdi! Gene de bu sözde özgürlükçü, sözde bilimcilerin tarih önünde en affedilemez yanlışları TV ekranlarındaki laf ebelikleri değildir; kuşaklar dolusu laik düzen ve Atatürk karşıtı gencin yetiştirilmesindeki ağır sorumluluk paylarıdır. “Kandırıldık” demek, acınası gülünç bir özsavunu teşebbüsüdür. Yapılacak şey, “Nasıl oldu da aklımın özgürlüğünden, bir bilim insanının baş dayanağı olan ‘bilimsel kuşku’ yönteminden vazgeçebildim; yoksa ben aklımı AKP döneminde gerçekleşmiş ya da gerçekleşeceğini umduğum arzu ve özlemlerimin emrine mi verdim?” içtenlikli sorusuyla başlayacak bir özeleştiridir. Unutulmamalıdır ki AKP ileri gelenleri siyasal İslamcı olduklarını as la saklamamış; AB’ye şirin gözükmeye çabaladıkları ve bolca demokrasi lafı ettikleri dönemde, asla özeleştiri yapıp siyasal İslamcı olduklarına dair beyanlarını geri almamışlardır. Gerçekten, ne gülünçtür ki, kendi kendilerine Atatürkçü diyen darbeci generalleri, sol Kemalizmin İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal gibi en seçkin adlarını hapislerde süründürdükleri halde, Atatürkçü kabul edip daha da hızlarını alamayarak tüm Atatürkçü kesimi darbeci ilan eden sözde özgürlükçüler, kendi kendine demokrat diyen AKP’yi de demokrat saymışlardır! Her duyduğuna inanmak ise ancak okul çağı öncesi çocuklarında doğal sayılabilecek bir özelliktir. Ülke aydınlarını karşıt iki kampa bölen böyle bir meselede, yitirenin ülke olacağı başından belliydi. Oysa tutulacak yol açıktı. Bireysel seçime de alan bırakacak bu yol, (1) kamusal mekânlarda devlet adına görev ifa eden yetişkin kişilerin kadın ya da erkek üzerlerinde etnik ve/veya dinsel aidiyet gösteren hiçbir şey taşımamalarını; (2) yasa önünde çocuk sayılan 18 yaşından küçüklerin ise ne devlet ne aile tarafından zorlamaya tabi tutulmaması gerektiğini, asla ve asla ödün verilmeyecek vazgeçilmez ilkeler haline getirmekti. İkinci ilkenin, pratikte Sünni mezhebinin dayatılması biçiminde tecelli eden zorunlu din derslerine karşı tavır almayı içerdiği açıktır. Ülkemiz aydınları ne yazık ki sınıfta kalmıştır. Şimdi bu durumun üstüne savaş tehdidinin gölgesi binmiştir. Ülkemin aydınları, yavrularımızı bağnazlığa terk mi edeceğiz? Ana muhalefet partisinin laik düzeni korumaya yönelik pasifliği, hatta ataleti herhangi bir yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır. İş başa düşmüştür. Ülkemizde, hele küçük yerleşimlerde ve büyük varoşlarda öğrenci velilerinden inisiyatif beklemek boşunadır. Atatürkçü ve laik derneklerin ne yaman baskılar altında olduklarını bilmez değilim. Gene de velilere yol gösterecek olan, AİHM’ye müracaat eden Alevi yurttaşlarımız kadar yürekli olmak durumundaki laik ve Atatürkçü derneklerdir. Bir sözüm de sözde özgürlükçülere, işte aklanma fırsatınız; yakınmayı bırakın, çocuklarımıza pençesini geçirmiş bağnazlıkla mücadeleye koşun. (*) Vahap Erdoğdu, “Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam”, Onur Yayıncılık, Ankara, 2007.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle