15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 17 EYLÜL 2013 SALI [email protected] 14 KÜLTÜR Gezi Parkı eylemleriyle oluşan koşullar 13. İstanbul Bienali’nin beklenen görkemini etkiledi ‘Direniş’in gölgesinde… BERAL MADRA Bugüne değin çok sayıda “bienal yazısı” yazdım; ancak 13. İstanbul Bienali’nin üstüne yazı yazmakta zorlandığımı söyleyebilirim. Bu zorlanma bienalin içeriği, estetiği ve yapıtlar açısından değil, bienali, bienal dışında Türkiye’de içinden geçmekte olduğumuz döneme ilişkin birçok sorunla bağlantılı olarak değerlendirmek gibi bir duruma saplanmış olduğum için. Bu yazıda bienaldeki sergiler ve yapıtlardan çok, sorunlu yapısal konulara değinmeyi seçiyorum; kimsenin benden övgü yazısı beklemediğini bilme rahatlığıyla! Erdemci’nin, kuşkusuz gerekli bilgileri toplayarak ve çevresine danışarak ortaya koyduğu kamusal alan irdelemesi ve savunması içeren kavramsal çerçeve yaklaşık 2005’ten bugüne giderek ivme kazanarak sürmekte olan kentsel dönüşüm ve soylulaştırma işleminin dayanılmaz ağırlığının ve travmasının yaşandığı bir döneme denk geldi. Bu kuşkusuz “zamanın ruhu”nu işaret ettiği için yerinde bir kavramsal çerçeveydi. Bu denli büyük bir sorumluluk taşıdığı için, Erdemci, bu konudaki kendinden önceki söylem, üretim ve pratiği kapsamlı değerlendirmiş olmalı. Herhalde bu alana emek vermiş yerel bireyler ve gruplarla çalışmayı denemiştir ve bu ağır ve yüklü konuyu sorunu bizzat yaşayanlarla ve sorgulayan uzmanlarla çalışıp, paylaşıp sunmuştur. Bienal ekibinde bolca yabancı adları gördük; ancak bu kişilerin Türkiye’de olan bitene ne kadar vâkıf olduklarını bilemiyoruz. Sonuçta her şeye karşın oluşan çatışkı ve gerginliğin üstesinden gelebilmek için sırtını dayayacak sağlam bir insan grubu gerekiyordu. 810 ay içinde gerçekleştirilen ve en sonunda beş yıldızlı otel salonuna girmek zorunda kalan konferanslar veya çalıştayların, kavramsal çerçevenin inandırıcılığını sorgulayanlar ve bunu “sorunları normalleştirme” olarak değerlendirenler açısından yeterli olmadığını izledik. Daha kavramsal çerçeve ile bienalin finansmanını üstlenen sponsorun faaliyetleri arasınPeter Robinson/ Galata Özel Rum İlköğretim Okulu ‘Alışkanlıklar da Değişir’ Adnan Menderes’in asıldığı gün doğan çocuk bugün tam elli iki yaşına basıyor. Deniz Gezmiş asıldığında doğan çocuk artık kırk bir yaşında. Erdal Eren asıldığında doğan çocuksa otuz üç yaşına basacak birkaç ay sonra. Üç askeri müdahalenin ardından simgeleşmiş üç idam.. ve aradan geçen bunca zaman... Darbelere, idamlara, sıkıyönetimlere, taraflı yargılamalara, adaletsiz hukuk sistemine, önce asker, sonra polis devletine, laiklik düşmanlığına ve muhafazakârlaşmaya alışan ve bunu hızla kanıksayan bir ülke... Bu ülkede yaşayanların otuz yıl öncesine kadar kocaman hayalleri, dev itirazları vardı; ama o idamların ardından doğan çocuklar büyürken o hayaller küçüldü, itirazlar un ufak oldu. İktidarların gafletiyle kurulan ve üzerleri cesetlerle dolu olan darağaçlarının gölgesi nesiller boyu üzerimize düştü; hayallerin de itirazların da ışığını söndürdü. O yüzden bugün bu ülkede yetişkinlerin boğazlarında hep bir kaşıntı, sırtlarında ter... Ayakları yere bir türlü sağlam basamıyor. Herkesin ömrünü taşıyan sanki hâlâ alçak tahta bir tabure... Taburenin dibinde, atıldı atılacak bir tekme... Oysa şu anda Kadıköy ve Beyoğlu sokaklarında, ellerinde silahlarla işgal kuvvetlerinin acımasız askerleri gibi dolaşan öfkeli ve kindar polisler daha yirmili yaşlarının başındalar. Onların öfkesine hedef olan ve her arbedede sakat kalıp teker teker ölen çocuklarla yaşıtlar. Ve muhtemelen aynı yoksulluktalar. Baş başa kalsalar, birlikte hayaller kuracak, şarkılardan, âşık olmaktan, uzaklara gitmekten, gelecek kaygısından konuşacak ve bol bol şakalaşacaklar. Onlar, kovalayanlar ve kaçanlar daha gençler, ama onları yöneten, korkutan, vur emrini veren iktidar yaşlı. İnsanlık tarihi kadar yaşlı. İktidarların birbirinden farklıymış gibi görünmelerine kanmayın. Hepsi tek bir kökten çıkar ve hükmettiklerinin kanlarıyla beslenirler. En iyileri bile, halkın geleceğini değil; önce kendi geleceklerini düşünürler. Hem korkak hem de saldırgan olmaları ve hayatı yasaklarla kuşatmaları bu yüzdendir. Bu iktidar da, tıpkı öncekiler gibi, işbirliği yapmayanı yok etmeye yeminli. Zaman belki bir nesli korkuyla eğitti, onu iktidara boyun eğmeye alıştırdı, ama nesillerle birlikte alışkanlıklar da değişir. Mesela bir grup polis ara sokakta karşılarına çıkan yaşıtlarına plastik mermi dolu silahlarını doğrulturlar. Yaşıtları kaçmazlar. Öylece durur ve onların gözlerinin içine bakıp “Yapmayın” derler. “N’olur yapmayın!” Onlar da silahlarını indirip, bir an onların gözlerinin içine bakarlar. “Peki” derler. Sonra arkalarını döner.. giderler. İşte o an, bir zamanlar darağacında sallanan tüm ölüler dirilir. Sadece kendi geleceğini düşünen iktidarlar yıkılır. Bugüne ve yarına dair yepyeni bir masal anlatılır. Mevcut ve sert gerçekle zedelenmiş hayatın içinden, kendi gerçeğini yeniden yaratmaya çalışan bir halk iradesinin masalı... Yannis Ritsos’un bir şiiri vardır: “Alışkanlıklar da değişir” der şiirinde... İyi ki... İyi ki alışkanlıklar da değişir. İyi ki her şey değişir. u Bu koşullarda günümüze özgü sanatın sağladığı parlak saygınlık halesinden yararlanamayacaklarını anlayan olası sponsorların çekilmesi, ana sponsorun da hem hükümetin gadrine uğraması hem de Kutluğ Ataman özelinde bir polemiğin içine çekilmesi, bienalin istenen ve beklenen görkemini iyice gölgeledi ve söz konusu küçülme, kamusal alandan çekilme, daha fazla olumsuz tepki çekmemek için mütevazılaşma gerçekleşti. kolay bir iş değildi kuşkusuz. amusal alandan çekilme Bu koşullarda günümüze özgü sanatın sağladığı parlak saygınlık halesinden yararlanamayacaklarını anlayan olası sponsorların çekilmesi, ana sponsorun da hem hükümetin gadrine uğraması hem de Kutluğ Ataman özelinde bir polemiğin içine çekilmesi, bienalin istenen ve beklenen görkemini iyice gölgeledi ve söz konusu küçülme, kamusal alandan çekilme, daha fazla olumsuz tepki çekmemek için mütevazılaşma gerçekleşti. Bu bağlamda açıklanan “yetkeci yönetim” dolayısıyla kamusal alanda çalışmanın olanaksızlığı, bana inandırıcı gelmedi. İstanbul’un “yetkeci” olmayan uygun sanat ve kültür merkezleri olan belediyeleri de var, örneğin Şişli, Beşiktaş ve Kadıköy. Bu belediyeler de mi bienal sergilerini kabul etmedi? Etmediyse bu “vahim”! Eğer kentin içinde çeşitli kamusal alan ve mekânlarda yapıt sunumları veya sergiler planlandıysa, bunların listesi açıklanmalı ve yönetimin ne gibi gerekçelerle bu yapıt veya sergilerin gerçekleşmesini engellediği belirtilmeliydi. Sonuçta, bu ağır bir sansür konusudur ve sanatın geleceğini etkileyecek çok sakıncalı bir durumdur. Bienal yönetimi bundan çekindiyse vay geldi bizlerin başına! Bu açıklama yalnız bienal sürecinin çıkmaza girmesini örtmek için kullanılmış bir son çareyse, yine sanat etkinliklerine zarar veren bir boyut açıyor. Antrepo 3 ve Galata Özel Rum İlköğretim Okulu sergilerini izlediğimde geçmiş süreçteki olumsuzluklara karşın, kuşkusuz aylardır Türkiye’de olan biteni izleyen sanatçıların işlerinin çoğunlukla kavramsal çerçeve ile örtüşmesi, “hazır sanatçı listesi” ile değil, farklı coğrafya ve kültürlerden oluşan bir sanatçı listesi ile karşılaşmamız ve en önemlisi de bienalin grafik sunumlarında “sponsor” önceliğinin olmaması dolayısıyla bir “iyileştirme” çabası belirgindi. Türkiye’den davet edilen sanatçılardan dört beşinin artık bienal sanatçısı olmaktan bıktığını düşünmeden edemedim. Onları daha önce birkaç kez sergilenmiş işleriyle de olsa bir kez daha izlemek iyi de proje gönderilmesini istedikten ve yüzlerce olduğu söylenen proje başvurusundan sonra daha “keşfedici” ve genç bir liste olamaz mıydı, diye soruyor insan. Uzun süredir bu “proje gönderin” açıklamasının aslında pek de işlevsel olmadığı biliniyor; küratörler bir iki keşif yapsalar da sonuçta bildikleri, tanıdıkları, güvendikleri sanatçıları davet ediyor... Yerli yabancı gazeteciler yazdıkları tanıtım yazılarında burada söz ettiğimiz konulara hafifçe değiniyorlar kuşkusuz eleştiri değil, herkesin anlayacağı “tanıtım” yazısı yazdıkları için. Bir şeyler sezmişler ve kulaktan dolma bilgi edinmişler, ancak gazeteciliğin gerektirdiği “gerçeği yansıtma” işlevini de pek yerine getiremiyorlar. Selanik Bienali’nden dönüşte devam etmek üzere... K Yönetilmesi zor süreç daki ikilemli durum çözülmeden, önce kentsel dönüşüm ve soylulaştırmaya karşı, daha sonra hükümetpolismedya şiddetine karşı Taksim Gezi Parkı “devrim”i patladı ve bienalin kavramsal çerçevesi bir kez daha kritik bir değerlendirme aşamasına girdi. Bu sürecin de yönetilmesi zordu ve bir uzlaşmadan çok yabancılaşmaya doğru evrildi. Gezi kitlesi, ölüm tehlikesinin kol gezdiği kamusal alanda etkinliğin içinde barındırdığı ve yaygınlaşıp güçlenmesine neden olduğu yaratıcı görsel malzemeyle, son 30 yıldır yerliyabancı sanatçıların kurumsal sergi salonlarında gerçekleştirdiği siyasaltoplumsalekonomikkültürel ilişkili sanat yapıtları ve performansları aratmayacak bir üretim ve etkinlik gerçekleştirdi. Bu etkinliklerle bienal etkinliğinin kesiştiği düzlemi bulmak da ‘İyileştirme’ çabası Yaşar Kemal’in 1960’ların sonlarında yazdığı ‘Tek Kanatlı Bir Kuş’ yayımlandı ‘Ben hep korkudan korktum’ Kültür Servisi Yaşar Kemal’in 1960’lı yılların sonlarında kaleme aldığı, ancak bugüne dek yayımlamadığı “Tek Kanatlı Bir Kuş” adlı romanı Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Halkının neden terk ettiği bilinmeyen, gizemi karanlık bir kasaba, bu kasabaya atandığı halde gidemeyen bir posta müdürü, yalnızlığın timsali bir istasyon şefi ve “Alamancı” bir genç kadının öyküsünü anlatan “Tek Kanatlı Bir Kuş”, “toplumda bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan korkunun destansı romanı” olarak nitelendi. Yaşar Kemal, kitabın ana teması korku ile ilgili olarak, “Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta da u Yaşar Kemal: “Kayseri’de askerlik yaptığım kasabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerlerine düşeceğinden korkuyor, düşmesin diye taşı demir zincirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin derdim. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim.” korkuyu anlattım. Kayseri’de askerlik yaptığım kasabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerlerine düşeceğinden korkuyor, düşmesin diye taşı demir zincirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin derdim. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim” dedi. Romanının başkahramanları olan Posta Müdürü Remzi Bey ve karısı Melek Hanım’ın çileli yolculuğundan ve o dönem için koşulları çok daha ağır olan postacılık mesleğinden söz eden Yaşar Kemal, “O dönemde Anadolu’da postacıdan daha önemli bir kişi yoktu. Özellikle benim için postacı çok önemliydi. O zaman bana mektuplar geliyordu. Bu mektupları benden önce jandarmalar okuyordu. Bazen makale yazar gazeteye göndermek isterdim. Bu makaleler bazen gider, bazen de gitmezdi” diye ekledi. Romanın editörlerinden Güven Turan ise “Tek Kanatlı Bir Kuş”un, şaşırtıcı ve çok katmanlı olay akışıyla, kişilerinin zenginliği ve derinliğiyle, zaman zaman bir röportaj keskinliği kazanan masalsı diliyle tam bir Yaşar Kemal romanı olduğunu vurguladı. Kapak resmi Jak İhmalyan’a ait olan “Tek Kanatlı Bir Kuş” romanı, okuru 1960’lı yılların Anadolusu’na götüren tarihsel bir belge olmanın yanı sıra büyük ustanın edebiyatında önemli bir dönemi de gözler önüne seriyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle