27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 AĞUSTOS 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ‘Büyük Taarruz’ ve ‘Sevr’ İdeolojik Saçmalama ve Tarih DÜŞÜNMEDEN suçlanan kavramlardan biri de “ideoloji” kavramıdır. “Yazı çok ideolojik olmuş, hep ideolojik düşünülüyor” gibi eleştirilere çok sık rastlarsınız; yalnız bir ideolojininin kavramlarına ve terimlerine boğulmuş yazılar ya da düşünce açıklamaları için değil, bazen sadece bir düşüncenin yardımıyla çözülmüş tutumlar, yapılan açıklamalar için de bu tür eleştirilerle karşılaştığınız olur. Sanki feci bir suç işlenmiş gibi. Tutumların çözülüşüne, açıklamaların yapılışına teşekkür yerine suçlama aldığınız bile olur. rneğin “ulus devlet” ideolojisine inanmanız sayesinde “ulus” kavramını insancıl, barışçıl, eşitlikçi, dayanışmacı, yapıcı nitelikleri size yardımcı olup yol göstermiş ise bunda ille kötü ve zararlı bir yan aranabilir mi? Bir ideolojinin temel kavramları kendi açınızdan sizi doğru, iyi ve yararlı bir sonuca götürmüşse bunda zararlı bir yan mı aramak gerekir? Başka bir açıdan bakıldığında ideoloji kavramı, Latince bir deyimle “per se”, yani “kendiliğinden” kötü müdür? Yoo, sadece her şey gibi ideolojinin iyisi de vardır kötüsü de. nsanların yerinde saymaları, geride kalmaları, gelişmemeleri için uydurulmuş o kadar çok engel var ki, yine insanların büyükçe bir bölümü bunları ortadan kaldırmak için zamanlarını, hatta canlarını vermek zorunda kalmışlar. Bu büyük saçmalığı sona erdirmek ancak akılla bilimin bir araya getirilmesiyle başarılabiliyor. Ne yazık ki, bu kadar doğal bir adımın atılması bile ancak devrimlerle sağlanabilmekte. Tarih, özellikle devrimlerin ve hele Türkiye Cumhuriyeti’ni doğuran devrimler gibi atılmaların tarihini bilmek, bu konuda unutulmaz örneklerle dolu. Bu bakımdan ilkokul sıralarından başlayarak tarih öğretimine önemli yer verilmesi, ulusal eğitim programlarımız en önemli parçası sayılmalı ve gerekli ders kitapları ciddi bir titizlikle hazırlanmalıdır. Ama usandırıcı bir yavanlıkla ya da iyi ayarlanmamış bir bilgiçlikle değil, en usta ve en deneyimli eğitimcilerin çalışmalarıyla, çocukların yaşlarına ve donanım yeterliklerine bakarak en anlaşılır basit ve temiz bir Türkçeyle. 2630 Ağustos 1922 tarihleri arasındaki “Büyük Taarruz” görkemli bir zaferle sonuçlanarak 9 Eylül’de İzmir’e girilir. Ama İstanbul hükümetinin sesi “Alemdar” gazetesi 10 Eylül’de: “Yunanlılar yenilmediler, manevra yapıyorlar. Yeniden saldırıya geçecekler” der. Emperyalizmle işbirliğindeki bu yaklaşımla, şimdilerde; “Lozan geçici ve gerçeklere uygun değildir” diyerek “Sevr’in iadesini” içlidışlı isteyenler, aynı amaçta değiller midir? 1 Ertuğrul KAZANCI EğitimciHukukçu 919’larda başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yolun her aşaması destansı mücadelelerle doludur. “İnönü ve Sakarya” savaşları sonrasındaki “Büyük Taarruz” 91 yıl önce başarıyla gerçekleşti. “Hıyanet erbabının” asla sanmadığı antiemperyalist başkaldırı kazanıldı. “Mazlum” uluslar, örnek alacakları bir direnişe Anadolu’da tanık oldular. “Lozan” antlaşması da, kıvanç duyuran bağıtlanmış bir hukuk belgesi olarak tarihe geçti. Egemenlik erkini ele geçiren ulus, özgüvene kavuştu. Geçmişin enkazından, yepyeni bir devlet doğdu. Kamu yararını hedefleyen “sürekli devrim” rejimin esas ivmesi oldu. Ülke; başı dik, sözü geçen ve “namerde” avuç açmamaya kararlı şekilde tarih sahnesinde yer aldı. Ama Lozan’da “yüzyılların hesaplaşmasıyla” yapılan antlaşma, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” ve bölücü siyasetlerle “Batı” dünyasınca bozulmaya çalışıldı. Bir kısım sapkın iç zihniyet de hiç kaybolmadı, dışa destekler sundu. Ulusal kimlik, “tam bağımsızlık” ilkesiyle özdeştir. Emperyalizme kulköle olanların böylesine bir dilekleri yoktur. Boyun eğici, teokratik ve kapitalist dünyaların ufkunda ne özgürlük duygusu ve ne de saygın toplumsal ilkeler bulunur. “Hurafe ve safsatalara” yapışık, maddesel hesaplarla bezeli, insanlığa ilgisiz ve dışa bağlı tutkular kuvvetlidir. Anadolu ihtilalcileri karşısında Lozan’da saf tutan emperyalist dünyanın temsilcisi İngiliz Lord Curzon’un sözü bilinir: “Koşullar lehinizdedir ama ülkeniz harap ve para gereklidir. Para bir bende bir de Amerika’da vardır. Size verdiklerimizi cebimize atıyoruz. Bir gün tek tek karşınıza çıkaracağız.” İnönü’nün bu söze yaklaşımı yalındır: “Siz istediklerimizi veriniz. O yeterlidir.” Lozan antlaşması imzalanmıştır ama Sevr’in içler ürperten içeriğine özlem çeken görüşler, yerli ve yabancı bağdaşıklarca sürekli dile getirilmiştir. Ayrıca, Curzon’un mensup olduğu sömürgeci bloktan, Lozan sonrasında “medet” umanlar da az olmamıştır. ABD Başkanı Coolidge’ye hitaben 13 Mart 1924 günü “Mehmet Vahdettin” imzasıyla kaleme alınan mektup “ibret” vericidir. Yazıda: “Ankara Meclisi gibi isyancı bir fitnenin alacağı kararların, geçersiz olacağını bildiririm” denilmektedir. Türkiye’yi “şer zümresinin” yönettiği nitelemesinden sonra: “Sürgün, bireysel emlake el koyma ve Hilafet’in ilgası” konularında önleyici yardım istenmektedir (*). İngiliz zırhlısıyla ülkeyi terk eden kişinin ifadesiyle; “isyancı fitne” mensupları olarak tanımlananlar, Kurtuluş Savaşı kahramanlarıdır. Başta Atatürk, İnönü ve Çakmak olmak üzere nicelerinin göğüslerinde, ABD başkanından “pek değerli sayacağı” yardımlar dileyen Sevr’ci halifenin idam fermanları vardır. 23 Mayıs 1950 günü cumhurbaşkanlığını ve tedavüldeki paranın hazinedeki karşılığı olan 127 ton altını Demokrat Parti iktidarına devreden İnönü, gelecekteki rehin olayını bilemezdi. Ama 1953’te “TC” ibareli sandıklar dolusu altın, borç alma karşılığında Lord Curzon’un memleketi İngiltere’nin başkentine indirilmişti (**). Hani Türkiye, kapitülasyon ve benzerlerinden kurtulmuştu? Hani Osmanlı’ya uygulanan “Duyunu Umumiye” denilen genel borç batağına yeniden düşülmeyecekti? Ya işin uluslararası derinlikte yer eden onurlu özeni nerede kalmıştı? O bölüm “Kore” savaşında Mehmetçiğin canı pahasına emperyalist cephede Bir başvuru: Ö Sonrası: İ mevzi almanın ödülü olarak NATO’ya girerek feda edilmemiş miydi? Atatürk’ün: “Bizi yutmak isteyen kapitalizme ve bizi mahvetmek isteyen emperyalizme” karşıt tavrı çiğnenmiştir. 30 Ağustos zaferiyle elde edilen tam bağımsızlık, Türkiye’nin artık geçmiş sayfalarındadır. ABDAB kaynaklı “GOP” Türkiye’den “eş” yandaşlar bulmuştur. Evrensel alanlardan, Ortadoğu’ya kadar dış politika, yanlı ve öngörüsüzdür. “Uzlaştırıcı hakem” rolü üstlenilecek zeminlerde, yanlışlıkları eleştirilen bir ülke konumuna düşülmüştür. Ekonomi; liman ve iskelelere, yeraltı servetlerine, bankalara, tütün ve pamuğa kadar çokuluslu şirketlere ihale edilmiştir. Kamu mallarının, iç ve dış sermayeye çok elverişli şekilde sunulan özelleştirme furyasında, Mili Piyango ve köprülere kadar inilmiştir. Cari açık dizginlenemez şekilde büyümüştür. Ülkesel kültür miyarı ve ulusal birlik bileşkesi terk edilerek, sosyal doku heba edilmiştir. Mısır’da ve Suriye’de Siyasal İslam “S Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV Sonuç: “Alemdar” gazetesi düşünce paydaşları, Türkiye’de kol gezmektedirler. Ama bilinmelidir ki, 30 Ağustoslara saygın, Cumhuriyetçi ve devrimci varlık güçlüdür. Bu güç, Sevr’e karşı Lozan’ı imzalayan İnönü’nün deyişiyle: “Namusluların, en az namussuzlar kadar cesaret sahibi” olmaları gerektiği bilincindedir. (*) Açıklanan ABD arşivi, No: 86700/1788 (**) M. Toker, İsmet Paşa’lı Yıllar. Çağın Ruhunu Kavra(ma)mak... Dünyada, değişmeyen tek şey “değişim”. Onun dışında her şey sürekli değişiyor. Demokrasi bile… Örneğin evrensel demokrasi artık sandıktan, oydan ibaret değil. Herkesin, zamanın ruhunu, değişim olgusunu anlayıp iyi yorumlayarak ona ayak uydurması gerekiyor. G Doğan HASOL ünümüzde genç kuşaklar pek çok ülkede politikacıların, merkezi ve yerel yöneticilerin ilerisinde. Son zamanlarda başta Ortadoğu’da olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde görülen çatışmalar daha çok bu farktan ileri geliyor. Çoğunun kökeninde kuşak çatışması var. Klasik politikacı, sandıktan çıkmanın her istediğini yapmaya yeteceğini sanıyor. Oysa bugünün demokrasisinde sandık ve oy yeterli değil, bütün bireylerin hakkının korunduğu, katılımcı ve paylaşımcı bir demokratik düzen söz konusu. ye olduğu gibi Türkiye’ye de sıçrayacaktı. Gelişmiş ülkeler o dönemde, çözümü daha kısa zamanda buldular: Yeni toplumsal kurallar, özerklik, yaratıcılık, bireye önem verilmesi gibi değerler ön plana geçti. Bizde ise dönemin siyasal liderleri durumu bir türlü kavrayamadılar, o nedenle de haklı istekler karşısında, gerekli çözümleri üretemediler. 1968 olaylarının ardından 70’li yıllar hep sağsol çatışmaları ve politikacıların darbelere davetiye çıkarırcasına kısır çekişmeleriyle geçti. Önce 12 Mart 1971 askeri müdahalesi, sonra da yitirilen on yılın ardından 12 Eylül 1980 darbesi geldi. Darbe kendi baskıcı düzenini kurdu; ülke yıllarca büyük kayba uğradı. Normalde, 25 yıllık dönemlerin bir kuşağa karşılık olduğu kabul ediliyor. Bu, dedeoğultorun farkı gibi… 1968 yılı “sanayi çağı”na rastlıyordu. Bugünkü durum çok farklı… Artık çağ değişti: Bilişim ve hiper enformasyon çağındayız şimdi. Bugünün gençleri, örneğin Taksim Gezi Parkı Direnişi nedeniyle çok fazla dile getirildiği gibi, 90’lar kuşağı gençleri, 68 kuşağı gençlerinden de farklı. Aslında benzer bir durum yıllar önce Mayıs 1968’de yaygın olarak yaşanmıştı. 1968 toplumsal patlaması ilkin Fransa’da Nanterre Üniversitesi’nde başgösterdi. 1968 kuşağının ana sloganı, “Yasaklamak yasaktır!”dı. Başı çekenler 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında doğmuş, üniversite çağındaki öğrencilerdi. Fransa’nın başında ise Cumhurbaşkanı olarak De Gaulle vardı. Hedef, hiç kuşkusuz, ulusal kahraman De Gaulle değildi; asıl neden, kuşaklar arası anlayış farkıydı. Genç kuşak daha çok özgürlük istiyordu, yönetime katılmak istiyordu; en azından üniversite yönetimine… İşçilerin de katılımıyla gösteriler bütün ülkeye yayıldı. Göstericilerin saflarında ünlü düşünür Jean Paul Sartre’a bile rastlanabiliyordu. Yaşlı kurt De Gaulle başkaldırının niteliğini ilkin kavramayacak, hatta “chienlit” (maskaralık) olarak tanımlayacak, bir türlü içine sindiremeyecek, ne var ki sonuçta seçimlere gitmeye razı olacaktı. Olay Fransa’dan sonra birçok ülke ‘Yasaklamak yasaktır!’ leriyle övünedursunlar, genç kuşak bilgiyi alıyor; aklın süzgecinden geçiriyor, sosyal medyada paylaşarak tartışıyor. Sonuç: Doğruya ulaşmakta gençler daha becerikli, daha avantajlı. Eski kuşaklar bilgisayara tedirginlikle yaklaşırken bilgisayar çocukların oyuncağı oluverdi. Durum kişiler için böyle de kurumlar için farklı mı? Kurumlar da kişilere bağlı; onlar ne durumda? Demokrasilerde “4’üncü erk”in hangisi olduğu tartışılırken, kabul gören ilk 3 “erk”in, Yasama, Yürütme ve Yargı’nın durumu nedir? Kendilerini çağın yeniliklerine ve yeni anlayışlara ne kadar uyarlayabildiler? Dil ve Tarih kurumları, TÜBİTAK, TÜBA, 12 Eylül’ün armağanı(!) YÖK ve ona bağlı üniversiteler ne durumda? İlk ve orta öğretimin hali nice?.. Eğitimde biz hâlâ bilimsel doğrulara, gerçekliklere göre çözümler üretmek yerine, akıl dışı denemeyanılma yöntemleriyle, çağdışı sistemlerle öğrencileri perişan ediyoruz. Bu gidişle geleceğimizi tehlikeye atıyoruz. ısır’ı Türkiye ile kıyaslamayın Şu günlerde kaynayan Mısır’a bakalım… Mursi de, onun başarısız iktidarını devirenler de, olan biteni kavrayamadıkları ve hırslarını aşamadıkları için Mısır’ı felakete sürüklediler. Hiç kimse, Mısır’ı Türkiye ile kıyaslamasın. Türkiye, Atatürk aydınlatması sınavından geçti hiç değilse… Çocukluk hastalıklarını aşmıştı; yine aşar. Dünyada, değişmeyen tek şey “değişim”. Onun dışında her şey sürekli değişiyor. Demokrasi bile… Örneğin evrensel demokrasi artık sandıktan, oydan ibaret değil. Herkesin, zamanın ruhunu, değişim olgusunu anlayıp iyi yorumlayarak ona ayak uydurması gerekiyor. Bugünün uygar dünyasının bireyleri daha çok özgürlük, evrensel demokrasi ve insanca yaşam istiyorlar… İstedikleri, temel insan hakları… Güdülmek değil, yönetime katılmak, yönetimin paydaşı olmak… M 90’lı yıllarda doğanlar, yaşam tarzlarına müdahale edilmesinden, dayatmalardan, baskılardan, eşitsizlikten, sertlikten hoşlanmıyorlar. Onların haklı ve barışçıl istekleri ne yazık ki anlayışla değil, şiddetle karşılandı. Bugün bilişim ve hiper enformasyon çağında, elverişli teknik altyapı sayesinde bilgi ve haber, bütün dünyaya bir anda yayılabiliyor. Eğitimli çoğunluğun artık her şeyden haberi var. Eskiler tecrübe Yaşam tarzlarına müdahale iyasal İslam” tartışması Mısır ve Suriye’de akan kanla dünya gündemine iyice oturdu. Bu kavram, vuruşkan dincilik ve İslamcı uygulama her yerde aynı değil. Ne tarihte, ne şimdi. Körfez’de Vahabilik, Şii İran, Filistin’de Hamas ve Lübnan’da Hizbullah birbirlerine benzemezler. Batı’daki “İslam korkusu” gerçekte iki tarafın da işine yarıyor. Batı’nın muhaliflerini böldüğü için emperyalizmin ve emperyalizme karşıymışlar gibi bir maske taktırdığı için İslamcıların ekmeklerine yağ sürüyor. Siyasal İslam önderleri genelde “çağımız emperyalizmi” olan küreselleşmenin ve “eşitsizliğin güvencesi özelleştirmenin” tırmandırdığı yağma fırtınasının destekçileridir. Mısır’daki sözde dinciler, (Hıristiyan) Kıptilere karşı ne denli acımasız olduklarını son haftalarda da kanıtladılar; kendilerini Müslüman sayan Şii, Alevi ve Ahmedilere karşı da acımasızdırlar; insanlığın yarısını oluşturan kadınları ikinci sınıf saydıklarını herkes bilir. Ancak laik siyasetle solun çözemediği sorunların yarattığı kızgınlığı siyasal (aynı zamanda kişisel) kazanca çevirmesini bilmişlerdir. Bu sorunların çözümünün din kitabında olduğunu tüm köktendinciler, yani Yahudi, Hıristiyan ve Hindu bağnazlar da savunuyorlar. Oysa küresel ısınma gerçeğinin çözümü Şiiliğin “Saklanan İmamı”nda mı, Brahmanizmde mi? Doğa kendinin kimya, fizik ve matematik kurallarını herhangi bir duanın okunması nedeniyle değiştirmez. Teknolojiyle gelişen makinelerin büyüttüğü işsizlik sorununun çöABD Suriye’de zümü İncil’de mi, cişimdi kendi hatçıların söylemleyaratığı “El rinde mi? Kişi başına en yüksek gelir yaKaide”cilerden bancıların çıkardıkları ürküyor. Libya petrolden zenginleşen ve Irak’taki gibi Birleşik Arap Emirlikleri’ndedir; ancak sivil hedefleri de bu ülke müspet ilim bombalayamaz. Bir lerde öne fırlayan tek umudu Şam’da bir bir bilim adamı yetiştirmedi. general kümesinin Siyasal İslam, önünvarlıklı sınıflar deki engelleri Nasır, yararına Esad’dan Burgiba, Bin Bella ve da kurtulmasıdır. Esad gibi temelde laiklerin başarısızlıkları ve ABD’nin desteği sayesinde aştı. Afgan savaşında mücahitleri uluslararası sahneye sokan Vaşington yönetimiydi; Pentagon’un silahları, büyük bankaların paraları ve Friedman’ın neoliberal ekonomi düşünceleriyle. Uluslararası büyük sermayenin dünyayı ele geçirmesinde “ilk darbe” alanı, petrolü bol ve konumu uygun Müslüman kuşağıdır. Üstelik Çin, Rusya ve öteki olası rakiplerine karşı bir fırsatlar diyarıdır. Ayrıca bölge jandarması, nükleer İsrail de oradadır. Yeni bağlaşığı petrole ve DicleFırat sularına egemen konuma geçebilecek Kürtlerin bir bölümüdür. ABD’nin Mısır ve Suriye ile ilgisi bu yüzdendir. Tunus’un soysop hırsız başkanı Bin Ali halka kurşunlarla ateş ederken, Obama’dan bunu kınayan tek bir söz gelmemişti. Mısır’da emperyalizmin ve İsrail’in dostu Mübarek’ten memnundu. Müslüman Kardeşler’in desteğiyle seçilen Mursi’nin kısa sürede peş peşe demokrasi karşıtı kararlarıyla İslamcıların saygınlığı önemli ölçüde azalmıştı. Adaleti ve içişlerini kendi baskısı altına aldı, yandaşı olmayanlara kapıları kapattı. Halktan kaçırır gibi hazırlattığı anayasaya ekmeği, elektriği ve benzini olmayan çok sayıda yurttaş karşıydı. ABD siyasal İslam seçeneğinden bu nedenle uzaklaşıp Mübarek dostu generallerle konuşmaya başladı. ABD’nin “ırkçı İsrail”le özel ilişkileri vardır, anayasası bile olmayan Suudiler’le onun peyklerine ses çıkarmaz, ama yandaşı olmayan Esad’a karşı çıkmıştır. Kuşku yok ki, Mısır’da bir “darbe” oldu. İktidarı alanlar “Arap Baharı”nın başlangıcında alanlara sığmayan milyonlarca yurttaş değil, sömürgen sınıfın koruyucusu, ABD emperyalizminin uygulayıcısı ve şahlanan emekçilerin önünü kesmek isteyen varlıklı generallerdir. Mısır ordusu (ve Suriye’de İslamcılar) ne işsizliği azaltır, ne halka hizmet götürür, ne de demokratik hakları sayar. Yapacağı “halk devrimi”nin boğazını sıkmak, Esad’ın ordusunu kendine karşı çevirmektir. O devrimi ne Mursi yandaşları ne de generaller yaşatır. Her ikisi de halkın çoğunluğunun karşısındadırlar; ikisi de iktidarlarını savunmak için dişlerini tırnaklarına takarlar. Sıradan insan da (generallerden ve dinci geçinenlerden) haklarını almak için dişlerini tırnaklarına takmak zorundadır. ABD Suriye’de şimdi kendi yaratığı “El Kaide”cilerden ürküyor. Libya ve Irak’taki gibi sivil hedefleri de bombalayamaz. Bir umudu Şam’da bir general kümesinin varlıklı sınıflar yararına Esad’dan da kurtulmasıdır. Ne Fransız mandasının iktidara hazırladığı bu Alevi azınlığın üst kaymağı, ne de ABD emperyalizmi Suriye’de halk denetiminde bir demokrasiye yanaşır. Vaşington her ikisinde de kendine “kulköle” olacakları arıyor. Mısır’da “general atı”na oynadı; Suriye seçeneklerinde o da var.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle