22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 AĞUSTOS 2013 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Türkçenin Öz Türkçesi Türk Dil Kurumu kapatıldı mı? 12 Eylül’cülerin eliyle kapatılmaktan beter oldu? Atatürk adı verilen bir uydurma kuruluşa bağlandı. Özgürlüğünü, değerini yitirdi. Kaç yıldır sesi duyulmaz oldu. İstenen de buydu. Atatürk’ün yaratıcı eylemlerinin tek tek söndürülmesi. TDK böyle oldu? Adı var kendi yok. Ama onun yerine Dil Derneği var. Türk Dili dergisini çıkarıyor. 26 Eylül Dil Bayramları’nda toplantılar düzenleyerek, dil devriminin işlevini yerine getirmeye uğraşıyor. “Türk Dili” dergisi son sayısında Atatürkçü Türk Dil Kurumu’nun başına gelenleri açık açık yazmış, üzücü bir öykü. Bilgi Yayınları’ndan çıkan “Atatürk’ün Türk Dil Kurumu ve Sonrası” kitabında bu tarihsel olay ayrıntılarıyla anlatılıyor. “Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” diyen Atatürk’ten bu yana ne yazık ki Türkçemiz oldukça yalnız kalmıştır. Önce 12 Eylül gerileme hamlesi en çok bu kurumu vurmuştur. Osmanlıca ya da Arap ve Fars sözlüklerini pek seven birtakım sözde bilimciler bugün de aynı yoldadır. Özellikle son on yıldır, yani AKP iktidarından bu yana, gerek basında, gerekse politikacılarımızın konuşmalarında, öz Türkçe denen sözcüklere yer vermemek, ille de işin içine Arapçayı sokmak, gittikçe yaygın bir tehlike oluyor. Diliyoruz ki Atatürk’ün öncülüğündeki Dil Devrimi bugün bir eski masal gibi... Yeni yetişen genç yazarların konuyla fazla ilgilenmediklerini görüyor, üzülüyorum. Nerde Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, Tahsin Yücel’in Türkçesever şairliği, yazarlığı? Nerde gündelik basındaki ille de öz Türkçe düşmanlığı? Hâlâ direnenler var “öz Türkçe de neymiş, var mı öyle bir şey” diye işi alaya almak isteyenler. Nerde dilde Türkçeyi sonsuza kadar yaşatmak çabasındaki genç dilciler, şairler, yazarlar? Edebiyatın temeli dildir. Türkçedir. Hangi yazar Türkçeyi ustalıkla yazmayı başarmışsa apayrı bir değer kazanmıştır. Bilimler Akademisi kuruluyor diye Türk Dil ve Tarih Kurumları ortadan kaldırıldı. Görünüşe göre akademinin bir şubesi oldu. O günden beri kamuoyunda adı geçmez, eski kurumun ne halde olduğu da düşünülmez. Bir ad olarak bir de Ankara’da bir özel bina olarak var sayılır. 1983’te bu iki tarihsel kurum kapatıldığı zaman böyle bir eyleme şiddetle karşı çıkanlar oldu. En başta Nadir Nadi’yi, Şerafettin Turan’ı, Mümtaz Soysal’ı sayabilirim. Şunu da hatırlamalı, bir süre de dilimizdeki öz Türkçe sözcükleri sözlüklerden çıkarıp atmak isteyenler vardı. Ben de o günlerde yazdığım bir yazıda şöyle demiştim: “Yasaklanan sözcükler hangileri mi? Anı, yapıt, bellek, bileşim, deneysel, düşsel, görsel, onursal vb. gibi nice sözcüklerin yerine yine Arapça ya da Farsça olanları getirmek gibi bir gerici anlayışla da karşılaştık. Neyse ki akıl, bilim bu çirkin düşmanlığı yendi. O gün bugün dilimizi kendi öz Türkçemizle konuşuyoruz...” CHP’nin Gezi Direnişinden Alması Gereken Dersler CHP’nin zaman kaybetmeksizin bu gençlerle samimi bir diyaloğa girmesi ve bunları orta vadede partiye kazanmaya çalışması, partinin önemli görevlerinden olmalıdır. Ancak bundan önce CHP’nin gerçek anlamda parti içi demokrasiye işlerlik kazandırması zorunludur. G Prof. Dr. HAKKI KESKİN / Siyasal Bilimci ezi Parkı ve Taksim Direnişi’yle başlayan, haftalardır süren, milyonlarca insanın katıldığı ve ülkenin dört bir yanına yayılan direniş hareketi, Türkiye’nin gündemini belirleyen olay oldu. Başbakan’ın ve kontrolündeki AKP’nin, özgürlükleri, demokrasi ve hukuk devleti kurallarını çiğneyen diktacı yönetimine, “Artık yeter diyen” bir başkaldırış hareketidir bu. Türkiye demokrasisi için yeni bir başlangıçtır bu gelişme. Bu geniş toplumsal katılımlı protesto hareketini siyasi partilerin çok iyi incelemeleri ve bundan Türkiye demokrasisi için gerekli dersleri çıkartmaları gerekir. AKP’nin gösteri yapma hakkını kullanan gençlere uygulanan baskılar gösteriyorki, hükümetin ders alması bir yana, tam aksine daha baskıcı, daha diktacı, daha antidemokratik ve öç alma politikası izlediği açıkça kanıtlandı. Bu baskı ve korkutma mantığı giderek adeta bir hastalık boyutu kazandı. O kadar ki dünyanın en saygın gazetelerinden biri olan Times’ta, dünyaca saygınlığı olan bilim insanları ve Oscar ödülü sahibi sanatçıların, Gezi Parkı ve Taksim’de uygulanan baskıları eleştiren ilanları nedeniyle, başbakan ilanda ismi geçenlere saldırmakta ve gazete aleyhine dava açacağını söylemektedir. İngiltere’yi Türkiye sanan Başbakan, demokratik ülkelerde basın ve fikir özgürlüğünün en temel insan hak ve özgürlüklerinden olduğu konusunda bilgisi olmadığını kanıtlayarak böylece kendini ve Türkiye’yi de çok zor durumda bıraktığının farkında bile değildir. Ne yazık ki bu durumu bilen partili arkadaşları da kendisini uyarma cesaretini gösterememektedirler. Özgürlükleri, gerçek demokrasiyi ve hukuk devletini savunan ana muhalefet partisi olarak CHP’nin, son derece büyük bir potansiyele sahip bu toplumsal olaydan mutlaka alması gereken dersler vardır. Alınacak bu dersler, CHP için büyük bir şans olabilir ve partiye yeni bir dinamizm ve gerekli ivmeyi de kazandırabilir. HP’nin alması gereken dersler Aylardır kararlılıkla protestolarını sürdüren gençler, öncelikle kişisel özgürlüklerin, gerçek demokrasi ve hukuk devletlerinde olduğu gibi, Türkiye’de yaşama geçirilmesini istemektedirler. Gençler son derece ihmal edilen doğanın ve çevrenin korunmasına büyük önem vermektedirler. Gençler artık kendilerinin söz ve giderek karar sahibi olmalarını, görüş ve önerilerinin siyasi partiler tarafından gereğince ciddiye alınmasını istemektedirler. Bu gençlerin güzel ve yaldızlı sözlerle oyalanmaya tahammülleri artık kalmamıştır. Atılmasını istedikleri adımları inanarak görmek istemektedirler. Bunun için CHP’nin zaman kaybetmeksizin bu gençlerle samimi bir diyaloğa girmesi ve bunları orta vadede partiye kazanmaya çalışması, partinin önemli görevlerinden olmalıdır. Ancak bundan önce CHP’nin gerçek anlamda parti içi demokrasiye işlerlik kazandırması zorunludur. Parti içi demokrasi, parti organlarında kararların tepeden gelen talimatlarla değil, demokratik kurallara uygun olarak alınabilmesiyle olasıdır. Partide kararlar, en üst kuruldan aşağıya doğru verilirken en alt parti biriminde de örneğin mahalle, köy, ilçe ve il parti birimlerinde tartışılarak alınabilmelidir. Bu birimlerde demokratik bir biçimde delegeler seçilmeli, mahalle, köy, ilçe ve il parti yöneticileri, parti merkezinin müdahalesi olmaksızın yerel düzeyde demokratik olarak seçilebilmelidirler. Tabii ki bu tür demokrasi anlayışına uygun olarak hazırlanacak yeni parti tüzüğüne, tüm üyelerin uymaları gereklidir. Bu parti içi demokrasi uygulaması, kurultaya gidecek delegelerin, belediye başkanı ve milletvekili adaylarının yerel düzeydeki demokratik tartışma ve yarışma C ortamında belirlenmesine de olanak sağlamalıdır. Bu özgürlük ve demokrasi karar alma ortamı ve mekanizması, hiç kuşku yoktur ki CHP’ye yeni bir dinamizm ve büyük bir ivme kazandıracaktır. Kuşkusuz, CHP merkez yönetimine, parti için önemli kazanım sağlayabilecek milletvekili adaylarının seçilebilmesini de güvenceye alabilmesi için, yüzde 1015’lik bir kontenjan tanınmalıdır. Batılı sosyal demokrat ve sol partilerde de bu böyledir. Gezi Parkı ve Taksim olaylarına katılan gençlerden ancak böyle bir oluşuma ve yenilenmeye ilgi büyük olacaktır. Ne yazık ki CHP’nin bugünkü yapısıyla bu gençleri kazanma şansı yoktur. Bu gerçeği CHP yönetimi zaman kaybetmeksizin görebilmeli ve gerekli düzenlemelere ivedi olarak gidebilmelidir. Aksi halde bu toplumsal potansiyel, yeni bir siyasi oluşumu beraberinde getirecektir. Niçin İlkel ve Kabalar? Önce saptamaları aktaralım: A. Turan Alkan, 19 Ağustos’ta Zaman’da yazdığı yazıda, 2007’ye giden günlerle bugünleri karşılaştırıyor ve fikir özgürlüğü açısından o günleri aradığını belirterek şöyle diyordu: “…Güç odağına yakın gazetelerde yazan arkadaşlar … icraatları savunmak pozisyonuna doğru gerilediler. Kelimeler biberlendi, cümleler keskinleşti…. Buna paralel olarak aniden zuhur eden menşe’i meşkuk tuhaf internet sitelerinde hükümeti savunmak adına ağır şeyler yazan bir tetikçi esnafı belirdi; mail grupları organize edildi. Tehdit ve hakaretler sistematik karakter kazandı...” Cengiz Çandar da dün, Başbakan’ın iddialarının gerçeklere uygun olmadığını belirtiyor ve şöyle diyordu: “…Elbette, Başbakan’ın aklına ve ağzına geleni söyleme fütursuzluğunda, kendisini kim eleştirecekse, anında onun namına bir ‘linç kampanyası’ başlatacak medyada hatırı sayılır bir yandaş topluluğuna sahip olma rahatlığı da söz konusu. Yazılı basının yanı sıra bir dizi, dizginlenemez bir iftira makinesi olarak çalışan internet siteleri, içinde her türlü farklı kökenden gelmekle birlikte ‘iktidara sadakat’ ve ‘iktidar paylaşımından yararlanma’ ortak paydasında buluşmuş kalem sahiplerine uzanan geniş bir yelpaze, ‘Başbakan tetikçileri’ne dönüşmüş halde.” Bu saptamalara bir de “sosyal medyayı” ekleyin… Durumun vahameti ortaya çıkar! HHH Neden bu kadar kabalar, en ufak bir zekâ ve espri kırıntısından bile yoksunlar, niçin sadece küfür ediyorlar, linç kampanyaları düzenliyorlar? Bulabildiğim muhtemel nedenler şunlar; hangisi daha geçerlidir veya daha baskındır bilemiyorum: 1) Birikimleri, eğitimleri, zekâları yetersiz… 2) Kişilikleri ve kafa yapıları dogmatik… 3) Çıkarları öyle gerektiriyor… 4) Özgür iradeleri yok, emirle, işaretle iş görüyorlar… 5) Saldırganlıkları ve küfürleri teşvik ediliyor… 6) Siyasetteki rol modelleri örnek oluyor… 7) Bürokrasinin ve yargının kendilerinden yana olduğunu düşünüyor, yasalardan korkmuyorlar… 8) Evrensel ahlak ve demokrasi ilkelerine değil, kendi gruplarının kin ve nefrete dayalı alt kültürlerine bağlılar… 9) Savundukları sözler ve düşünceler gerçeklere uygun değil ve kendileri de bunun farkındalar… 10) Haksızlıkları ve yanlışları savunduklarını bildiklerinden, önyargılara ve duygulara hitap ediyorlar! arklı eğilimleri kucaklamak Öte yandan CHP yönetiminin partideki farklı eğilimleri ve kesimleri kucaklaması gerekmektedir. Bu da yönetimde bu eğilimlerin görev alabilmeleriyle olasıdır. CHP’nin önemle ve sürekli olarak işlemesi gereken konular arasında, Toplumda Sosyal Adalet, Toplumsal Barış, bu bağlamda Kürt Sorununa Çözüm, Sosyal Devlet, İssizliğe Çözüm, Parasız EğitimÖğretim, Yenilenebilir Enerji, Doğanın ve Çevrenin Korunması bulunmalı, bunlar CHP’nin markası ve onu diğer partilerden ayırt edici kimliği olmalıdır. Bu kimlik içerisinde amblemindeki 6 oka da gerçek anlamda sahip çıkarak bu ilkeleri bilimseltoplumsal anlamda günün koşullarına uygun olarak doldurması gerekmektedir. CHP yetkililerinden bu konulara ivedi olarak eğilmelerini ve samimi bir tartışmayı kamuoyuyla paylaşarak yapmalarını diliyorum. Önümüzdeki gün ve haftalarda belirlenecek belediye başkan adayları ve belediye meclis üyeleri adayları bu konuda güzel bir şanstır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi ve çok partili demokrasiyi Türkiye’ye getiren CHP’nin, parti içi demokrasiye de öncülük yapması ona yakışır. Hadi kollar sıvansın! F Bir Belediye Cinayeti B Prof. Dr. ÇAĞATAY GÜLER süpürmeyeceği hangi yığın vardır ki! Bütün bunlara toplum olarak alıştık. Hatta böyle davranan belediyelerin görevini yaptığını bile varsayanlarımız olabiliyor. Ama şimdi yeni bir tutum sergilenmekte... Birden bir anons duyuyorsunuz sonuna kadar açılmış hoparlörden, pürüzsüz bir hanım sesi: “Saygıdeğer kent halkı! Sizlerin sağlığı için ekiplerimiz ilaçlamaya başlamak üzeredir. Bebek ve yaşlıları koruyunuz!” Anons biter bitmez püskürtme aracının homurtusu devreye girer. Nasıl olsa seçmenlerin aklına “damardan” girilmiştir. Bir kez ne yapılıyorsa “saygıdeğer halkımızın sağlığı için” yapılmaktadır! Püskürtülen meğer zehir değil “ilaçmış”! Sonra gerekli koruma uyarısı da yapılmış bulunmaktadır! Halkımız ilaçlama bölgesindeki kahvelerin önündeki masalarda çaylarını yudumlarken “Çalışıyor abi bu adam!” diyecektir. İlaçlama personeli saçma sapan bir bez maske takmış olarak havaya püskürte püskürte dolaşmaktadır. Bu maskelerin insanı kuş gribinden, püskürtülen ilaçtan, “her türlü görünmez beladan ve belki de nazardan” koruduğunu biz keşfettik. Takan işçi korunduğunu zanneder. Buna “yalancı güven duygusu” denir ve çok tehlikelidir. Maskeye rağmen zehri solumaktadır. Püskürttüğü ilaç saçına başına yağmaktadır ve zehri akşama evine taşıyacaktır. Geri kalan bir metre uzaktaki masada çayını yudumlayanların üzerine ve çayına yağacaktır. O sırada herhalde yaşlılar, bebekler, hamileler özel koruyucu maskelerini takmışlardır! İkincisi sağa sola püskürtülen zehir parklardaki çimlerin üzerine yağmaktadır. Diğer ülkelerde çok özel durumlar nedeniyle böyle bir ilaçlama yapıldığında, ilaçlanan bölge sarı bir şeritle çevrilir ve uyarı tabelasında “Dikkat ilaçlama yapılmıştır. İkinci giriş zamanı şu gün şu saattir” yazar. “İkinci giriş zamanı” insanların o bölgeye girebileceği tarihtir ve püskürtülenlerin “en zararsız” sanılanı için bile en az kırk sekiz saattir. Oysa on dakika sonrasından itibaren orasının ilaçlandığından kimsenin haberi olmayacağı için anneler çocuklarını çimlerin üzerine bırakacaktır. Kimi emeklesin, kimi koşup oynasın diye. Küçük çocuklar ellerini çok sık götürürler ağızlarına, ize özgü uygulamalar geliştirme huyumuz vardır. Sözgelimi arabasının dörtlülerini yakan, özel bir park ayrıcalığı kazandığını düşünür ve yakar dörtlüleri kaçar. Akıllılarımız oturur, bilim harikası bir “Gürültü Yönetmeliği” hazırlar; uygulanması mümkün olmayan karmaşık kurallar getirirler, kendilerince ağır yaptırımlar da ekleyip. Oysa sonunda anlaşılır ki duvara “Bu işyeri işitme sağlığınıza zararlıdır” levhası asarsanız yönetmeliğin hiçbir hükmü kalmayacaktır. Görme engelliler ne yapacak deseniz onun da çaresi vardır. Kapıdan girerken bir de sesli uyarı sistemi eklersiniz “Görme engelli vatandaş senin de işitme sağlığına zararlıdır!” Belediye başkanlarımız iyi kötü dünyayı gezerler. En azından “kardeş kentleri” görmüşlerdir eninde sonunda. Böylece “Verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz” açıklaması keşfedildi. Bu çağcıl yaklaşım kısa süre sonra “sürekli taciz hakkı” olarak algılanır oldu. Asın o tabelayı ondan sonra açtığınız çukuru haftalarca kapatmayın. Yığdığınız molozu yele sele emanet edin gidin. Akıp giden ayların üfürüp Püskürtülen zehir bulaşan avuç avuç zehirle birlikte. Bu uygulamaya “belediye cinayeti” demem abartı mı? Otuz yıldır bütün bilimsel kaynaklar söz konusu püskürtmelerin ne sinek üremesine ne de başka bir şeye etkisi olduğunu söylüyor, ne söylemesi bağırıyor! Kısa sürede gelişen direnç de cabası. Giderek daha tehlikelisini, daha tehlikelisini püskürtmeleri bu nedenledir. İki çaresi var. Kapaklı çöp bidonları ve çöplerin en geç kırk sekiz saatte toplanıp uzaklaştırılması. Lokanta ve hastane atıkları için bu süre yirmi dört saattir. Neden kırk sekiz ya da yirmi dört saat? Sinek larvaları uygun ortamda bu süre içinde yumurtadan çıkarlar. Püskürtülenlerin sadece sinek ve böceklere zarar verdiğini ileri sürenlere söyleyeceklerimiz gazetenin tamamını bu yazıya ayırmamızı gerektirecektir. Belediye Başkanlarının bütün bunlara rağmen bu cinayete neden engel olmuyorlar? Bir Başkan bana bunu şöyle açıkladı: Eğer ilaçlamazsak gördükleri her sineği bizim çalışmadığımıza yoruyorlar! İlaçladığımızda, etraf sinek kaynasa bile “elimizden geleni” yaptığımızı düşünüyorlar! “Getirisi” her neyse bu cinayete değer mi?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle