28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 TEMMUZ 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Darbeye ‘Darbe’ Diyemeyenler… Eksilişler ve Özgüvenler BİRKAÇ gün ya da bir iki hafta için de olsa bir yerlere gidip döndüğünüzde yeniden göreceğinizi düşündüklerinizden eksilen olmuşsa tuhaf bir duyguya kapılırsınız; giden tek kişi de olsa, bazen ortalık tenhalaşmış gibi gelir size ve yerini nasıl dolduracağınızı bilemezsiniz. Profesör Alpaslan Işıklı gideli kim sahip çıkacak şimdi “tüm öğretim elemanları”na? Kabul edelim ki doktorasız asistanından yıllanmış profesörüne kadar “tüm öğretim elemanları”na bir bütün olarak bakmak ve böylelikle akademisyen bilimciliğe değişik ve şatafatlı unvanlar yerine tek bir ortak kişilik tanımak onun buluşudur. Ayrı bir sınıf yaratmak mı? Yeni bir aristokrasi kurma hevesi mi? Hayır, bütün bunların yerine, insanları “özerklik” kavramının derinliğine çağırmanın bir başka yolundan başka bir şey değil bu. sterseniz, üniversite özerkliği kavramını göz önüne alarak girelim konunun tartışılmasına: Acaba sözcüğün sonuna eklenen “erk” neyin nesidir? Hükümdar sülalelerinin hanedanlık tafrası mı? Tarihin ve talihin desteğiyle ayakta tutulan, ama somut ve gerçek kudretten yoksun uyduruk bir kudret mi? Yasalarla, geleneklerin ağırlığıyla inşa edilmiş, tahtlarla, taçlarla oluşturulan yapay bir varsayım mı? ayır, bunlarla ya da benzer “değer”lerin ya da sıradan yaşantıların değerli saydığı nesnelerin ve mevkilerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir kutsallık mı? Hayır, öyle de değil. Yanıt, basit yaşamların, sıradan insanların, “halk” yığınlarının atasözlerinde, tam anlamını bile bilmeden ezberlenen duaların özündeki iyilik, doğruluk inançlarından süzülen bir beğenişin, “takdir”in ve kolay ifade edilemeyen bir güvenin sonucu. Kim ne derse desin, insanımız bilime, bilene, bilgine ve bunlara ilişkin mesleklere içten içe çok derin bir saygı besler. Gereğini tam yerine getirmeden, ama bu yerine getiremiyişin ezikliğiyle ve saygısını hiç eksiltmeden. “Parası bizim vergilerimizle karşılanıyor; çocuklarımıza bizim istediklerimizi öğretin” baskısı halkımızdan gelmez, insanımız çocuklarının kendisini geçmesini ister. Bu özelliği bilinirse, bilimsel özerklik, en kolay uygulanabilecek bir yönetim ayrıcalığıdır. Alpaslan bunu bildiği için özerkliğin korunmasını yasa kurallarına değil, tüm öğretim elemanlarının özgüvenlerine dayandırmaktan yanaydı. Darbeye karşı güvenlik, kuşkusuz, halkın iradesi ya da ulusal bilinci olmalıdır. Oysa unutmayalım, darbelerin en etkili, öfkeli ve şiddetlisi olan 12 Eylül cuntasının, ABD destekli lideri Evren Paşa’nın Cumhurbaşkanı olmasına büyük çoğunlukla oy vermiştik. M Bozkurt GÜVENÇ “darbe’ ilan etti. İnsan hakları, milli irade, demokrasi sanki tümü bahane. Güç, benden yana kullanılırsa “adalet”, bana karşı kullanılırsa demokrasiye “darbe” (adavet/savaş) oluyor. İ ısır’da Silahlı Kuvvetler, seçimle gelmiş Cumhurbaşkanı Mursi ’yi görevden aldılar, yerine Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı atadılar. Bölünmekten şaşkına dönen küreselleşen dünyamızı ve ülkeleri bir daha böldüler: Darbeye “darbe” diyenler ve diyemeyenler. Olay yeni veya özgün değil. Güçlü olan kişi ve kurumlar bunu dener, yaparlar da... Demokrasiyi savunan Batı ülkelerini çoğu zaman karşılarında bulurlar. “Seçimle gelen seçimle gider...” Kural, gelenek, ideal böyle diyor da dünya işleri ideallere göre değil güçlülerin çıkarlarına göre yönetiliyor. Güçlülerin güçlüsü Başkan Obama, suskunluğunu açıklamak zorunda kaldı: “Mısır’daki olaylarda kimsenin yanında değilim!” Büyük Ortadoğu Projesi, demokrasi, özgürlük, insan hakları ve dünya barışı için milyarlar harcayan ABD, darbeye “darbe” diyemiyor; çünkü darbeye “darbe” demesine “ulusal çıkarlar” ve siyasal dengeler izin vermiyor. Sessiz kalıyor. H İkilem, ABD ve AB ile sınırlı değil. İki yıl önce Başkan Mübarek’i ideviren Tahrir halk hareketini “demokrasinin zaferi” olarak destekleyen AKP, Başkan Mursi’nin görevden alınmasını Politik ve ideolojik ikilem Mısır’da örgütlü iki büyük güç var. Silahlı Kuvvetler ve Müslüman Kardeşler. Kardeş kavgasını önlemek amacıyla yıkılan son despot Firavun’un yerine kim gelecek veya getirilecek? Görünürde iki aday var. “Egemenlik milletindir!” diyen “Demokrasi”, “Egemenlik Allah’ındır” diyen “Teokrasi” (Tanrı yönetimi). Batı toplumları bu iki gücü, sekülarizm (çağdaşlık) ve laiklik devrimleriyle ayırarak uluslaştı. Sağladığı ateşkesi, anayasal kurum ve güvencelerle koruyor. Oysa, ilahi bir vahiyle dünyaya gelen İslam toplumu, dindevlet birliği (tevhit) ilkesinden kurtulup uluslaşamıyor. Laik Türkiye Cumhuriyeti “Hâkimiyeti Milliye” ilkesiyle kurulmuştu; İslam dünyasında ilk ve tek demokrasi oldu. İç ve dış güçlerin ittifakına karşı eksiği ve kusuru ile direndi, ayakta kaldı. Demokratik Batı’nın çıkmazı burada. Darbeye “darbe” dese, müdahale etmesi gerekecek; demese, liberal demokrasiye, çıkar ortağı Müslüman Kardeşler’e nasıl hesap verecek? Suskun kalıyor. Benzer bir çelişkiyi bugün Türkiye’de yaşıyo Liberal demokrasinin çıkmazı ruz. Batı liberalizmi, laik TSK’nin kışlaya çekilmesine demokrasi adına destek oldu ama siyasal (barışçı) İslamdan yola çıkıp militan (uzlaşmaz) Müslüman Kardeşler’e yaklaşan AKP iktidarına sağladığı desteği geri çektiği işaretlerini veriyor. Sayın Başbakan’ı kızdıran, çileden çıkaran çelişki de buradadır. Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarını savunurken, Suriye’de Esad’a karşı Türkiye’yi yalnız bırakan Batı’yı, “ikiyüzlülükle, çıkarcılıkla, vefasızlıkla” suçluyor. Haklı görünüyor ya, uluslararası ilişkilerde hak, adalet ve sadakat ne zaman vardı ki şimdi olsun! Gezi Parkı olaylarının hemen ardından patlak veren Tahrir bunalımını Taksim üzerinden yorumlayan uzmanlarımızın görüşleri de bu yönde değil mi? Darbeye karşı güvenlik, kuşkusuz, halkın iradesi ya da ulusal bilinci olmalıdır. Oysa unutmayalım, darbelerin en etkili, öfkeli ve şiddetlisi olan 12 Eylül cuntasının, ABD destekli lideri Evren Paşa’nın Cumhurbaşkanı olmasına büyük çoğunlukla oy vermiştik. Güçlünün kanunlarına karşı hukukun gücü öyle bir iki kuşakta sağlanamıyor. Osmanlı’nın görkemli yüzyılları hayalinden uyanabilirsek, yakın tarihimizden hatta siyasetin uzun bir gününden çıkaracağımız nice dersler olacaktır. Özetle bilge kişiler çağlar boyunca hep şöyle buyurmuşlar: “Tarihinizi okuyun, yeniden yazın ama değiştirmeye, yaşamaya kalkmayın sakın.” Zaman Tüneli ve benzeri belgesel dizilerden alacağımız tarih dersi de belki böyle okunabilir. Değişim, bugün inşa etmekte olduğumuz gelecektir. Onu geçmişte aramayalım. Bağlaşma Ü Sönmez TARGAN nlü bir bilim ve siyaset insanı bağlaşma (ittifak) konusunda, “Bağlaşma çok ustalık isteyen bir siyaset sanatıdır” diyor. Konuyu olabildiğince derinleştirmeden önce bu sözcüğün dar anlamda neyi içerdiğine bakalım. Amaçları ortak olan kişi, grup ya da toplulukların birleşmeleri, bir araya gelmeleri biçiminde yorumlanabilirse de siyasal ve toplumsal açıdan daha geniş bir anlam içerir. Özellikle siyasal bağlaşmalar, çok karmaşık sınıfsal kökleri olan tarihsel buluşmalardır. Başka bir anlatımla siyasal bağlaşmalar, tek bir sınıfın kendi içinde güç birikimi sağlamak amacıyla yapılan toplumsal genişlemeler hiç değildir. Tersine gerek öğretisel, gerekse siyasal bakımdan birbirinden çok farklı hatta taban tabana zıt sınıf ve katmanların birbirine yakın ortak çıkar ve amaçlar paydasında bir araya gelmeleridir. Siyasal bağlaşmaları ulusal ve evrensel olmak üzere iki başlık altında toplayabiliriz. Yine bunları kendi içlerinde taktik ve stratejik bağlaşmalar olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Şimdi, bu anlattıklarımızı, yaşanmış tarihsel örnekleriyle açmaya çalışalım. Gerek ulusal, gerekse evrensel bağlaşmaya en açık ve net örnek bizdeki “Anadolu İhtilali”dir. Yazımızın başındaki alıntıda da vurguladığımız gibi, Anadolu bağlaşmasının gerçek ustası da Mustafa Kemal’dir. Emperyalizme karşı bağımsızlık savaşımı yürüten Mustafa Kemal, bu savaşı başarıya ulaştırabilmişse, bunun birinci koşulu içte tüm sınıf ve katmanları “milli mücadele” temelinde bir araya getirebilmesi becerisinde aranmalıdır. Bunu daha iyi anlayabilmek için birinci meclisin milletvekili bileşenlerinin sınıf kökenlerine bakmak yeterlidir. Anadolu Bağlaşması’nın ikinci ve evrensel diğer ayağı ise Sovyetler Birliği ile yapılan yardım ve dayanışlarda kendini açıkça gösterir ve yine her iki ülke için bu bağlaşmanın hem taktik, hem de stratejik önemi vardır. Anadolu bağlaşmasının ortak paydasını oluşturan ana amaç, Anadolu’nun emperyalist işgalden kurtarılıp bağımsızlığa ulaşmasıdır. Bu da ülkede yaşayan tüm sınıf ve katmanların ortak sorunudur. Ve böylesi bir bağlaşmada hiçbir sınıf ya da katman, “sen varsan ben yokum!” deme lüksüne sahip değildir. Bağlaşma politikası konusunda verilecek bir başka örnek de Çin’den. 1937 yılında Japonlar Çin’i işgal edince, işgal öncesi Çin komünistlerine karşı acımasız bir savaş veren Çan Kayşek, düşmanı saydığı komünistlerle bağlaşma kurma yolunu seçmişti. Çünkü bağlaşma, öznel niyetlerin değil, nesnel koşulların dayattığı zorunlu bir sonuçtur. Ve şimdi birleşenlerin ortak hedefinde olan işgalci Japonya’ydı. Çoğu eleştirilere karşı, Mao bu bağlaşmayı doğru, yerinde bir politika olarak savundu. Uzak Asya’dan ayrılıp biraz da kıta Avrupa’sında dolanalım. Alman faşizminin tüm Avrupa’yı kasıp kavurduğu yıllar. Fransa işgal altındadır ve başta Fransız komünistleri olmak üzere tüm yurtseverler direniş saflarında omuz omuzadır. Balkanlar keza... Yugoslavya’da Tito’nun önderliğinde kurulan partizan örgütlenmesi antifaşist cepheyi oluşturarak Almanlara ve İtalyanlara karşı savaşmaktadır. Bu bağlaşmanın doğal bir sonucu olarak Tito’nun birleşik Yugoslavya’sı doğacaktır. Bulgaristan’da Dimitrov önderliğinde “Vatan Cephesi” kurulacak ve hem Alman işgalinin hem de Alman işbirlikçisi krallığın da sonunu getirecektir. Örnekleri çoğaltmak olası. Ama biz bu örneklerle yetinip günümüze dönelim. Bugün Türkiye AKP siyasal erkinin elinde Cumhuriyet tarihinin en karanlık günlerini yaşıyor. Ne hukuk kaldı, ne yargı; hepsi Başbakan’ın emrinde. Basın ve medya kuruluşlarının önemli bir bölümü satın alınmış durumda. Üniversiteler, bilim yuvaları susmuş, medrese mantığı ile yönetiliyor adeta... Devlet kadroları AKP ve yandaşlarıyla doldurulmakta. Ordu dersen, içindeki yurtsever subaylardan temizlenerek polisle birlikte hükümete kulluk etmektedir. Dağlara taşlara korku salınıp tüm muhalefet odaklarına baskı uygulanmaktadır. Bu siyasal iktidar döneminde yaşananların daha da acı ve düşündürücü yanı, bu hükümetin tam bağımlı ve gerçekten Amerikancı bir yapıya sahip olduğu gerçeğini bizlerin kitlelere yeterince anlatamamış olmamızdır. Yüzde elli oyum var, safsatasının arkasına sığınarak topluma adeta şantaj yapan Başbakan anımsamalıdır ki, bu oyları alan partisi değil, başta Amerika olmak üzere dünya emperyalist dizgesidir ve Türkiye’yi de yöneten kendisi değil Obama’dır. Bu bağlamda bir başka gerçeği daha değinmek gerekirse, bugünkü dağınık ve güçsüz yapılarıyla muhalefet partilerinin AKP karşısında başarı kazanmaları oldukça zor görünüyor. O zaman tüm muhalefet partilerinin ve toplumsal güç odaklarının tıpkı Anadolu İhtilali örneğinde olduğu gibi sağlam bir bağlaşma temelinde güçlerini ve tarihsel birikimlerini bir araya getirmelerini yaşam dayatıyor. Bugüne değin bunu örgütlü güçler gerçekleştiremediği içindir ki, halk Gezi Parkı’nda kendi göbeğini kendi kesmek zorunda kalmıştır. Ancak Taksim Gezi Parkı olayları nedeniyle oluşan bu kendiliğinden bağlaşma taktik bağlaşmadır ve herhangi bir nedenle dağılma risklerini de içinde taşımaktadır. Bunun kalıcı ve sürekli olabilmesinin olmazsa olmaz koşulu, bu yapıyı taktik alandan alıp stratejik bir alana çekmekle olasıdır. Bu görev de bağlaşma içinde yer alacak siyasal partilere düşmektedir. Özetle Lozan Barış Antlaşması 60 Yaşında Lozan Barış Antlaşması’nın 100. yılının, 75. yıl kutlamaları için düşünüp gerçekleştiremediğim şekilde Birleşmiş Milletler’ce bir örnek barış olayı olarak benimsenip kutlanmasını temenni ederim. Bunun için hükümetimizin konuyu benimseyip şimdiden teşebbüse geçmesi gerekir. 24 Taner BAYTOK doğdu. Bu başarının belirgin nedenleri vardır: 1 Mustafa Kemal’in Türkiye barışı konusundaki görüşlerini kapsayan Misakı Milli belgesi, bağımsızlık savaşı başlamadan çok önce hazırlanmıştır. Savaşın kazanılmasından sonra da değişiklik yapmadan bu esaslar Lozan’da da Türk heyetinin müzakere pozisyonu olmuştur. Heyetimiz, harp kazanmanın avantajını, daha fazlasını istemekte değil, eşit koşullarda görüşme sağlamakta ve makul tekliflerini daha kolay kabul ettirmekte kullanmıştır. 2 Birinci Dünya Harbi’nin yorgun kıldığı Müttefikler, arkasından bir de 4 sene sürecek Türkiye ile barış sürecine katlanamamışlar, yeni riskleri ise hiç göze alamamışlardır. Bu sürecin uzaması aralarında görüş ayrılıklarının doğmasına neden olmuş, Atatürk de bundan en iyi şekilde yararlanmasını bilmiştir. 3 Mustafa Kemal, Osmanlı kötü örneğini dikkate alarak yani devletin kuruluşunda din ve devlet işlerinin ayrılmasına öncelik vermiştir. Bunun için hilafeti kaldırmayı, tekke, zaviye, tarikat yollarını tıkamayı planlarken Hıristiyan dininin Türkiye’de dış baskının aracı olarak kullanılmasını engellemeye de önem vermiş, Hıristiyanlara ayrıcalık sağlayan kapitülasyonların kaldırılması için Lozan’da ısrar etmiştir. 4 Milli Mücadele için Anadolu’ya geçenlerin çoğunluğunun asker kökenli olduğu dikkate alınırsa bağımsızlık savaşındaki başarı anlaşılabilir. Ama Ankara hükümeti, Lozan görüşmelerini de aynı askeri kökenli temsilcilerle yürütmüştür(**). Dili ve yeri farklı, teknik ve mesleki bilgi ve protokolü gerektiren bu diplomatik görüşmelerdeki başarıda İsmet İnönü’nün üstün kişisel yeteneklerinin, bitmez tükenmez enerji ve sabrının elbette büyük katkısı olmuştur. Konferansın ağır koşullarına ek olarak, zaman zaman kendi hükümeti ve heyet arkadaşları tarafından yalnız bırakılan İsmet Paşa’nın gerektiğinde en büyük destekçisi ve sığınağı Mustafa Kemal olmuştur. Lozan Barış Antlaşması Türkiye açısından olabildiğince başarılı olmuştur. 1 Misakı Milli hudutları birkaç istisnası ile kabul ettirilmiştir. 2 İmparatorluğun asırlardır çektiği içten ve dıştan kaynaklanan sorunlardan kurtulunmuştur. Türklerin ve Anadolu’nun Selçuklulardan beri itibarı ilk defa iade edilmiştir. 3 Türkler, Müttefiklere ve onların Temmuz’da Lozan Barış Antlaşması’nın 90’ıncı yılı yaşanacaktır. Lozan Antlaşması Birinci Dünya Harbi’ni sona erdiren antlaşmalar arasında geçerliliğini bugünlere kadar koruyabilen tek belgedir. Çünkü diğerleri harbi kazananın kaybedenene zorla kabul ettirdiği metinler olmasına rağmen Lozan Antlaşması, tarafların eşit koşullarda yaptıkları kıyasıya müzakereler sonucunda ortaya çıkarılmış, herkesi memnun ve tatmin eden, dengeli ve adil bir belge mahiyetindedir. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’nı yenik bitirmiştir. Acımasız ve insafsız Sevr hükümleri ve onların kabul ettirilmesi için Anadolu’ya salıverilen Yunanlıların giriştikleri katliam, Türkleri tamamen yok etmek ve yerine Anadolu’da Rum ve Ermeni devletleri kurmak plan ve projelerinin son aşaması olarak düşünülmüştür. Türk bağımsızlık savaşı sonunda imzalanan Lozan Barış Antlaşması, bu gidişe “dur” diyen belgedir. Bunun başarılması kolay olmamıştır. İlk zorluk karşıdaki düşmanın dünya savaşı kazanmış devletlerden oluşmasından kaynaklanmıştır. Siyasi, ekonomik, silahsal her türlü üstünlüğe sahip olan morali yüksek bu devletler bir de Rumları, Ermenileri, Arapları ve hatta Kürtleri taşeron olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir. Asıl güçlük vatanı düşmanlardan kurtarmak için mücadele eden milliyetçi hareketin, İstanbul’daki padişah hükümetinden destek yerine köstek görmesi olmuştur. Milliyetçi hareketin liderleri padişah fermanları ve hoca fetvaları ile vatan haini ilan edilmiş, haklarında “görüldüğü yerde vurula” emirleri çıkarılmıştır. Birinci İnönü Savaşı’nda Yunan kuvvetlerinden önce “Hilafet ordusu” ile mücadele etmek zorunda kalınmıştır. İngiliz Büyükelçisi De Robeck’i ziyaret eden Sadrazam Damat Ferit, milliyetçi hareketin üstesinden gelebilmek için ‘ya Türklerin İngilizlere ya da İngilizlerin Türklere yardım etmesini’ önermiştir. Her iki şık da reddedilince bu kez ‘O zaman Yunanlıları Anadolu’ya çıkarın’ önerisini getirmiştir. İngiliz Büyükelçisi, Osmanlı sadrazamını “Ülkenizi felakete götürecek bu gibi düşüncelerden kendinizi kurtarın” demek suretiyle kibarca azarlar(*). Sonunda Türkiye’yi parçalamak için birleşenler kendi aralarında parçalandılar. “Ne mutlu Türküm diyene” mottosu etrafında birleşmiş yeni bir Türk devleti taşeronlarına iyi bir ders vermişler, ayrıca itidalli ve hoşgörülü davranışları ile ileride onlarla yapılacak işbirliğine zemin hazırlamışlardır. 4 Ankara hükümeti, bağımsızlık mücadelesinde Rusya’daki Bolşevik yönetiminden maddi manevi destek sağlamasına rağmen Boğazlar üzerindeki emellerine alet olmamıştır. Daha da önemlisi, Anadolu Halk Devrimi, komünizme dönüşmemiştir. Atatürk, Lozan Antlaşması’ndan sonra TBMM’de yaptığı konuşmalarda hep “Lozan’dan arta kalan sorunlar” konusuna değinmiştir(***). Bu sorunlardan kastı “Boğazların statüsü”, Hatay ve Musul meseleleridir ve Atatürk bunların hepsinin çözümünü görmüştür. 20 Temmuz 1936’da Montreaux’de imzalanan Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki mutlak egemenliği tanınmış oldu. Hatay 1938’de ilhak edildi. Musul konusunda, 1926’da Ankara’da Türkiye, İngiltere ve Irak arasında bir anlaşma yapıldı. Bu sayede sağlanan mali destek Cumhuriyetin ilk yıllarında bütçeye ve ekonomik kalkınmaya katkıda bulundu. 19961998 seneleri arasında Türkiye’nin İsviçre nezdindeki büyükelçisi görevinde bulundum. 20 Temmuz 1996’da Boğazlar Sözleşmesi’nin 60’ıncı yılını, imzalandığı Montreaux Palace’ın salonlarında seçkin konukların katıldığı bir anma tören ve balosunda kutladık. Daha sonra 24 Temmuz 1998’de Lozan Barış Antlaşması’nın 75’inci yılını, antlaşmanın imzalandığı Palais du Rumine’de bir anma töreni ve arkasından Beaux Rivage Oteli’nde bir balo ile kutladık. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve İsviçre Parlamento Başkanı, seçkin davetliler arasında bulundu. İsviçre hükümetinin çıkardığı akıl almaz güçlüklere ve sözde sosyal demokrat Dışişleri Bakanımızın sahiplenmemesine rağmen Türkiye için kutsal iki belgenin imzalandıkları mahallerdeki bu başarılı kutlamalarını ilk kez akıl ve organize eden bir kişi olmanın gururunu taşımaktayım. Lozan Barış Antlaşması’nın 100. yılının, 75. yıl kutlamaları için düşünüp gerçekleştiremediğim şekilde Birleşmiş Milletler’ce bir örnek barış olayı olarak benimsenip kutlanmasını temenni ederim. Bunun için hükümetimizin konuyu benimseyip şimdiden teşebbüse geçmesi gerekir. (*) İngiliz Büyükelçisi De Robeck, daha sonra Yunanlıların Anadolu’ya çıkarılmasına hükümetine İstanbul’dan gönderdiği telgraflarda ağır ifadelerle karşı çıkar. Bakınız: İngiliz Belgeleri ile Sevr’den Lozan’a. Taner Baytok. Doğan Kitap (**) Lozan müzakarelerinde Osmanlı’nın Avrupa’daki büyükelçilikleri kullanılmamıştır. (**) Atatürk’ün 1 Mart 1923 TBMM açış konuşması, Atatürk’ün 13 Ağustos 1923 TBMM II. Dönem I. Yasama Konuşması gibi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle