15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 HAZİRAN 2013 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Duran Adam – Giden Adam Asker Çağırmak ürk politika GEÇENLERDE, sahnesinin T Gezi Parkı ve Topçu sık seyrettiğimiz Kışlası tartışmalarının şiddete dönüşmeye yüz tuttuğu günlerden birinde radyo ya da televizyonla haber dinleyenler neredeyse kulaklarına inanmıyorlardı: “Olaylar böyle sürerse ordunun devreye girmesi kaçınılmazlaşır!” diyordu. Daha doğrusu, açıkça o anlama gelen bir şeyler söylemekteydi. Konuşan, rastgele biri değil, hükümetin 2 numaralısı Başbakan yardımcısıydı ve ağzını açmadan önce ciddi düşünerek konuşur diye bilinirdi. Acaba ne olmuştu? Yoksa, öğrenci çatışmaları yüzünden ortalık karışıp polis yetersiz kalınca iktidarın askerleri göreve çağırdığı günler bütün sonuçlarıyla yine mi yaşanacaktı? Yani, askerle üniversite gençliği birbirine girip kıyamet kopacak, örneğin silahlı bir süvari birliğinin Ankara’daki Hukuk Fakültesi bahçesine at sürmek zorunda kalışı gibi olaylar yeniden yaşanarak “27 Mayıs’lar” geri mi gelecekti? Bereket, yeni kargaşa sona erdi de korkulanlar olmadı. Dilimizin mantığında, ‘durup durma’nın karşıtı, kalkmak değil, “geçip gitmek”tir. Kimi gitmiş, kimi gidiyor, kimi er geç gidecek, dünya kimseye kalmayacaktır. Bugün dünya, dev adam Mustafa Kemal ile dev adam Mahatma Gandhi’den sonra, “duran adam” Türk’ün ne düşündüğünü, ne yapacağını merak ediyor. D “klasik”lerinden biridir bu: Yönetim beceriksizlikleri, yanlışları, hatta yolsuzluklarıyla devlet işlerini yüze göze bulaştırıp toplumu batırma sınırına getiren iktidarlar ülkeyi ve kendilerini kurtarmak için sistemin sağlam kalmış en güçlü kurumuna tutunup onun ününe ün katarlar ama sonra aynı kurum devlet tekrar zora sokulmasın diye farklı bir düşünce ileri sürünce bunun adı “askeri vesayet” girişimi olur ve girişimciler suçlanır. Yaşanan darbelerin ve tepkilerinin çoğu bu klasikle ilgilidir. Aynı mekanizmanın tersine işlemesi ve rollerin değişmesi de klasiğin bir başka şeklidir. olayısıyla, her işte olduğu gibi aynı klasiğin tekrarını önlemek için de akılcı çabalarla geliştirilen “kamu yönetimi” biliminin kurallarını ve insanlığın ortak vicdanından süzülen “insancıl felsefe”nin değerlerini öğrenip benimsemek ve öğretip benimsetmekten başka çare yoktur. A Bozkurt GÜVENÇ eylem sayılıp yasaklanınca, ayakta durmaktan başka seçenek kalmadı; ‘duran adam’ Türk, küresel umut simgesi oldu. Ege ağzında, hali vakti sorulan yaşlılar için, “N’apsın, n’ossun, durupduru” derler, çok şükür, iyidir anlamında. Durupduran adam, geçip gitmemişlere bakıp, gidip gideceklere soruyor, nereye? Dilimizin mantığında, ‘durup durma’nın karşıtı, kalkmak değil, “geçip gitmek”tir. Kimi gitmiş, kimi gidiyor, kimi er geç gidecek, dünya kimseye kalmayacaktır. Bugün dünya, dev adam Mustafa Kemal ile dev adam Mahatma Gandhi’den sonra, “duran adam” Türk’ün ne düşündüğünü, ne yapacağını merak ediyor. Duran adam, “Durmak yok, yürüyelim” deyip giden adama, nereye gittiğini soruyor; hele bir dur, düşün ve söyle bakalım: “Nereye gidiyorsun?” “Ben, kimseyi tanımam, dinlemem, dilediğimi yaparım” diyen giden adama, yolun ve yolculuğun sonunda nereye varacağını soruyor. “Ben ötekiyim” diyen Kartacalı Terence, bildiği Elen dünyasını Romalılara yorumlarken; “İnsanca şeyler bana hiç yabancı gelmiyor” sözüyle tanınmıştı; binlerce yıl sonra bugün hâlâ saygıyla anılıyor. Doğulu ve Batılı akiller ile makuller, mutluluk konusunda uzlaşmış görünüyor: Mutluluk, bir yere, bir hedefe varmak değil, o yönde güvenle yürümektir. Var vrupa medeniye tinden kaçıp Okyanusya’daki Tahiti Adası’na sığınan Gauguin, yüz yıl önce sormuş: “Kimiz, nereden gelmiş nereye gidiyoruz?” Bir Anadolu köyünün misafir odasında ağırlanan kişi benzer soruyla karşılaşır: “Ey yolcu, kimsin, nesin, necisin; Nereden gelmiş nereye gidersin?” Yanıtlar farklı olsa da soruların evrenselliği tartışılmaz. Bu iki soru, çağımızın “kimlik sorunu” araştırmalarını başlatmıştır. Zaman boyutunda geçmişten geleceğe uzun bir yolculuk. Gelmekle gitmek arasındaki üçüncü şık, hiç de imkânsız olmayan ‘durup oturmak’tır. Yorulan durup oturur, dinler ve dinlenir. Biz Türkler oturmayı, oturumları severiz. Evlerimizde oturma odaları vardır. Yalnız dinlenmek değil, çalışmak, iki çift laf etmek, iş yapmak, iki tek atmak, hatta yasa çıkarmak için numaralı oturumlar… O kadar ki kendisini “saldırgan bir gezgin” olarak tanıtan Pritchett, 50 yıl önce çizdiği Türk portresine “Oturan Türk” adını vermişti: Anadolu medeniyetleri üstünde, hiç kalmayacakmış gibi oturan Türk! Mustafa Kemal, “yürüyelim arkadaşlar” deyip Türk’ü ayağa kaldırmıştı ya, o gidince “Otur oturduğun yerde” dediler, biz de oturduk ve oturakaldık. Oturmak da yürümek gibi dıktan sonra n’apacaksın, mutsuz olmaktan başka. Pazar bunalımlarına çözüm olarak devlet müdahalesini gösteren Keynes’e sormuşlar: Ya uzun vadede? “Uzun vadede” demiş Keynes, “hep öleceğiz”. Umutsuzluğa kapılmayalım, Keynes kuşağı öldü, 68 kuşağı yaşlandı ama “küreselleşen dünya”nın 90 kuşağı yaşıyor. Neron, Roma’yı yakmıştı ama İtalya yaşıyor. “Benden sonra tufan!” diyen Kral XV. Louis geçti gitti ama Fransa yaşıyor. Mağrur padişahlar gitti ama kulları ve tebaları yaşıyor. Mustafa Kemal’in bedeni toprak oldu ama Türkiye Cumhuriyeti yaşıyor. Doğu Romalı bir oturan adam ayakta dimdik duruşuyla demir gibi ağır bir soru soruyor: Ey Dünyalı nereye? Orhan Pamuk’un adaylığı ve ödülü belki tartışmalıydı ama duran adam, Nobel Barış Ödülü’ne küresel bir aday olabilir. Nâzım Hikmet ile Yaşar Kemal’in adaylıklarını ciddiye almadık, desteklemedik. Bu kez konuşup yazmayan, sağcı mı solcu mu olduğunu belli etmeyen Nobel Barış adayımızı “pasifist eylemci” deyip dama atmayalım. Çağdaş uygarlığa özgün ve kalıcı bir katkımız olabilir. Duran adam, Yunus nefesiyle sesleniyor: Durup izler olduk / Yapıp ettiklerini / Nerelerden gelip / Nereye gittiğini… / Sorup sorgular olduk / Durup durdurarak. / Özendik insanlığa // Uyandırdık Dünyayı / Okuyup yazmayan / Dur durak tanımayan. / Yazar olduk bunları / Koşa koşa gidene / Oturup dinleyene / Dinleyip anlayana. Senin, “eski hava” deyip yakındığın; “Tencere tava, kimler için çalınıyor? Hele bir durup dinle, ey Giden Adam!” Üniforma ve Emirle Bireysel Özgürlük Olur mu? Sözünü ettiğim üniforma asker üniforması değil… Polis üniforması da değil… Sözünü ettiğim üniforma, tek tip insanı, tek tip yaşamı, tek tip ideolojiyi simgeleyen, tek tip giyim… Hani şu Taksim Meydanı’nda 8 kişinin giydiği, üzerinde “Duran adama karşı duran adam” yazılı, bir bira markasından alındığı iddia edilen kırmızı bir el amblemli, üniforma biçimindeki fanilalar gibi! HHH Totaliter ideolojilerin en büyük tehlikesi, “vatan”, “ırk”, “millet”, “din”, “iman”, “insanlık” gibi yüce değerler adına kurdukları baskıcı ve bunaltıcı modellerin hep “birörnekliğe” yani “üniformiteye” dönük olmasıdır! Son yıllarda, dünyada ve Türkiye’de bu “yüce değerler” arasına “demokrasi ve insan hakları” da katılmıştır. Her türlü dinci, mezhepçi, ırkçı ve milliyetçi totaliter hareketler, başlangıç aşamalarında kendilerini demokrat ve insan haklarına saygılı olarak tanımlıyor. Onların gerçek yüzünü anlamak istiyorsanız farklı düşüncelere, farklı inançlara, farklı yaşam biçimlerine, farklı cinsel tercihlere karşı tutumlarına bakınız: Derhal maskelerinin arkasındaki totaliter, monist, tekçi, tekilci, birörnekçi üniformayı göreceksiniz! Taksim’de yaşanan olay da böyle: Çok farklı insanların, buyurganlığı, yaşam biçimlerine müdahaleyi protesto için, kendiliklerinden gerçekleştirdikleri özgürlükçü “Duran adam” eylemine karşı, üniforma gibi aynı fanilaları giymiş 8 kişi “Durma” eylemi yaptı. Elbette AKP iktidarı elindeki bütün olanakları kullanıyor, kullanacak da… Ama özgürlük ve demokrasi emirle olur mu? AKP yandaşları twitter’daki “gezi parkı” havasını da kırmaya çalışıyorlarmış: Bakınız attıkları tweet’lere, sadece küfür ve hakaret… Nerede kabalık, hakaret var, yandaşlar orada… Nerede espri, zekâ var, Gezi Parkı orada! Olmadı işte, olmuyor, çünkü üniforma ile, emirle bireysel özgürlük eylemi olmuyor! Tarihte de öyle: Üniforma, özgürlüğün değil, özgürlük karşıtı eylemlerin simgesi olmuş! Önemli not: Sevgili okurlarım, benim Facebook veya Twitter hesabım yok! Sanal âlemdeki tek varlığım, www. kongar.org adresindeki internet sitem. Orada da bunu belirttim zaten. Adıma bazı hesapların açıldığını ve oralardan bazı mesajların verildiğini duyuyorum. Onlarla hiçbir ilgim olmadığını tekrar vurgulamak isterim. Twitter ve Facebook kullanan okurlarım lütfen bu gerçeği yaysınlar! B ir şarkının sözlerinde olduğu gibi “Bir gamlı hazanın seherinde ısrara ne hacet?’’ Sabahın alaca karanlığında yalnız demokratik haklarını kullanmaktan başka hiçbir amacı olmayan gençlerin üstüne TOMA’lar ve zırhlı araç destekli, sırtında çelik yelek, başında kask ve zehirden koruyucu maskeli polisleri salmak, çadırlarını yakmak, üzerlerine biber gazı ve basınçlı su sıkmak, dövmek, sövmek, saçlarından tutup yerde sü Israra Ne Hacet? Mustafa ÖZYURT / 22 Dönem Milletvekili rüklemek orantısız güç kullanmak değildir. Bunun karşılığı tek yanlı şiddet, vahşet ve zulümdür. İlle de Taksim Gezisi’ne Topçu Kışlası’nı yapacağım diye körü körüne inatlaşmak, insanın aklına ister istemez başka olasılıkları getiriyor. Bu inatlaşmanın nedenlerinden birincisi, bir iki resimden başka elde geçerli hiçbir verisi bulunmayan Topçu Kışlası’nı Gezi Parkı’na oturtarak alanı iyice küçültmek ve 1 Mayıs’ta olduğu gibi Taksim’in meydan olarak, toplanmaya uygun olmadığına gerekçe hazırlamaktır. Diğer yandan Taksim Gezisi’ni özelleştirme ya da yapişletdevret modeliyle birilerine AVM ve rezidans yapma sözü verilmişse, Topçu Kışlası ile göz boyamak, çalınan minarenin kılıfa sığmadığını gösterir. Hele daha önce pazarlanmış ve para konusunda anlaşmaya varılmışsa iyice batağa saplandığının resmidir. Bundan sonra AVM ve rezidans yapmaktan istediğiniz kadar geriye adım atın, iş işten geçmiştir. Bir şeyin şuyu vukundan da beterdir. Çünkü er geç su yüzüne çıkacak, üç beş kuruş için halkına, gençliğe yapılan bu zulmün, vebalin altından kimse kalkamaz. Hikmetyar’ın dizinin dibinde çektirdiği resim gibi, Topçu Kışlası’ndan çıkanların soyundan gelen bir büyüğünden feyz aldığı akıl hocasının vasiyeti varsa Başbakan, aşağıdaki gerçeği bilmelidir. Çünkü Taksim Topçu Kışlası, 31 Mart ayaklanmasını yapanlar açısından da anıtsal değer taşımaz. 13 Nisan 1909 (31 Mart 1325), ayaklanmasının sembolü olarak yeniden yapılmak istenilen Topçu Kışlası’nın 31 Mart irtica ayaklanmasındaki rolü onların deyimiyle tali, yani ikincil konumundadır. Aslında olayın başladığı yer Taş Kışla, günümüzde İstanbul Teknik Üniversitesi’nin kullandığı görkemli yapıdır. Yandaşlarına, o günlerin anısına bir şeyler yaptığını kanıtlamak istiyorsa Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nı yapmak yerine, Taş Kışla’yı baştan aşağı, aslına uygun şekilde restore ettirmekle daha çok gözlerine girer. Bu arada Taş Kışla, hem günün birinde otel yapılmaktan kurtulur, hem de varsa vasiyet yerine gelmiş olur. Başbakan’ın, getirilerini hiç düşünmeden ve yaşanan olaylara gözlerini, söylenenlere kulaklarını kapatarak “ben yaptım oldu, istediğimi yaparım” dayatması, anlaşılır gibi değil. Gençliğin demokratik hakkını kullanmak için ortaya koyduğu tepkiye karşılık durduk yerde “Milli İradeye Saygı” adıyla bölücü mitingler düzenlemeye kalkması ülkeyi kaosa, kargaşaya sürükler; başka bir işe yaramaz. Anadolu’da bir tekerleme vardır: Memuru süslü avrat, zengini hayırsız evlat, siyasetçiyi de körü körüne inat batırır…
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle