18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 MAYIS 2013 PAZARTESİ 2 HEP birlikte kabul edelim ki, şimdi herkesin benimseyeceği bir “anayasa yenileme” işlemi yapmaya elverişli ne zemin var ne de siyasal zemin. Belki işe bambaşka bir yoldan girmek gerekiyor: Partileri teker teker ya da ikişer ikişer ele almak yerine bütün olarak devreye sokup anayasanın yenilenmesini o bütünlükten beklemek daha doğru olabilir. Bunun için de o bütünlüğü gerçekleştirmeye engel olan, onu zayıflatan, yahut bir bölümünü küçültürken bir bölümünü aşırı büyüten kuralları değiştirerek, ona asıl ağırlığını kazandırarak. klınıza hemen milletvekili seçilme barajının yüksekliği gelmiyor mu? Barajı başka sistemlerde rastlanmayan yüzde 10’dan hiç değilse yüzde 5’e indirmek niçin gerçekleşmez? Ulusal veya devletler arası mahkemelerin yüksek barajı falanca sözleşmeye aykırı bulmamış olması, OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Asıl yenilemeyi yapacak olan, genel seçimle yenilenecek TBMM’dir. Önümüzdeki yerel seçimler ve cumhurbaşkanı seçimi dolayısıyla zaten siyasal partiler anayasayı yenileme konusundaki görüşlerini dolaylı olarak ortaya koyacaklardır ama yenileme anayasa gereği “tali kurucu organ” olarak Meclis’in yetkisindedir ve çalışmalar da oraya kaydırılmalıdır. Sorun, Meclis’in böyle bir işlev için bazı konularda tam donanımlı olmayışıdır ama bu giderilemeyecek bir eksiklik sayılmaz. Meclis’in, siyaset dışı bir uzmanlar grubundan yardım alması işi kolaylaştırır ve hatta Meclis dışındaki güveni artırmaya yarayabilir. Tabii, böyle tartışmalar parlamenter sisteme senato ya da korporatif yapılı bir meclis daha ekleme gibi çözümleri de akla getirir ama o tür sorunlar anayasayı yenileme gibi bir temel yetkiyi Meclis’ten almaya kadar gitmemelidir. Aklın Yolu onu kaldırmayı kendi demokrasimiz veya yönetim felsefemiz açısından yararlı bulmamıza engel olmamalı. Çünkü, düşük baraj genellikle sanılanın aksine parlamentoyu küçük parçalara ayırarak zayıflatmak değil, eksiklerini gidererek güçlendirmek ve bütünleşme çabalarına güç katmak demektir. Öyle bir parlamentodan ulusun yararına her türlü çabayı isteyebilirsiniz. Anayasanın özüne uygun yenilenmesini istemek gibi. unu yaptıktan sonra, anayasayı yenilemek kolaylaşır. Barış, Başkanlık ve Baldıran Ü İbrahim TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci A B çü aynı anda gündeme gelmiştir. Önce Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na bir son dakika “pike”si ile “başkanlık sistemi” önerisi dayatılmış, peşi sıra BDP’lilerin kaldırılmasına ramak kalmış dokunulmazlıkları birden gündemden çıkarılmış ve ardından rahmetliden beri Cumhuriyete diklenenlerin diline pelesenk olmuş “kefen” edebiyatına yeni bir boyut kazandıran “baldıran zehri” çıkışı ile Sokratik bir kahramanlığa soyunulmuştur. Daha dün, “millet bizi affetmez” denilerek dağdaki teröristle kucaklaştı diye BDP’li milletvekille rine “yargı yolu” gösterilirken muhalefet BDP’nin vagonu olmakla suçlanırken şimdi birden kimi CHP milletvekili ile MHP Genel Başkanı’nın dokunulmazlığını gündeme getiren, BDP/PKK’nin ipine sımsıkı sarılan bu oyunun stratejisi, “çıkarları dengeleme” stratejisidir. ash dengesi ya da oyun teorisi Ünlü matematikçi John Forbes Nash’a “Nobel” kazandıran teorinin adıdır. Buna göre, her oyuncunun (ister siyasette, ister sporda) kendisine en yüksek kazancı getirecek bir stratejisi vardır. Ancak bu strateji, tek oyuncu o olmadığı için, uygulanamaz. O zaman karşılıklı ödünlerle bir denge durumuna razı olunur (1). Oyun teorisini en iyi anlatan örneklerden biri, “Prisonner’s dilemması”dır. Aynı suçtan fakat ayrı ayrı hücrelerde tutulan iki zanlıya önerilen “ikisinin de susması halinde 1’er yıl, ikisinin de itirafı halinde 2’şer yıl, birinin susup diğerinin itirafı halinde susana 4 yıl ceza” seçenekleri karşısında çıkarları, susup bir yıla razı olmayı gerektirirken, “Ya o beni ele verirse, o zaman 4 yıl yatarım” korkusu ile ikisi de suçu itiraf edip 2 yıla razı olmuştur. Oyun teorisindeki bu noktaya “Nash dengesi” denilmektedir. İktidarın çözüm ya da “barış projesi” dediği süreç, siyasal bir oyundur. Bu oyunun bir tarafında devletin somut varlığı olan siyasal iktidar, diğer yanında PKK ve uzantıları vardır. Bu oyunda AKP’nin stratejisi “başkanlık sistemi”ni uygulatmak, PKK’nin stratejisi “siyasal talep”lerini anayasal güvenceye bağlamaktır. O halde, Nash dengesi gereği, bu çözüm sürecinde öyle siyasal iktidar tarafından söylendiği gibi, “PKK’ye hiçbir vaatte bulunulmamıştır, biz düzenlemekteyiz, onlar başüstüne demekte” ya da “PKK tükendi, geri çekilmek zorunda kaldı” gibi buyurgan bir iktidar iradesi değil, karşılıklı ödünler sürece egemendir. Şimdi iktidara sorulan şudur: Her oyun bir “denge” stratejisi olduğuna göre, nedir dengeyi sağlamak için bu oyunda PKK’ye verilen ödünler? Türkiye elbette bütünüyle barıştan yanadır, farklı inanç ve kökenlerle barış içinde birlikte var olmaya razıdır. “Yurtta sulh, cihanda sulh” bize Obama’dan değil, Atatürk’ten mirastır. Ancak Türkiye, denge uğruna ülkesinin bugünkünden daha azına razı değildir. Türkiye, dilinin “Türkçem, benim ses bayrağım”ın ülkenin her yerinde bugünkünden daha az şakımasına razı değildir. Türkiye, “özdeş” olarak kavradığı, birini diğerinden türettiği kavramların zoraki parçalanmasına, “ulusa Türk denmesin, bayrağa Türk denmesin, devlete Türk denmesin” densizliğine, bunu söyleyenin “akil adam”dan sayılmasına razı değildir. Denge denkleminin öte yanında terörist başı (şimdi bu da suç kılındı) “Ben size otuz yılda kan dökerek ulus olma bilincini, onurunu kazandırdım, şimdi görevim bitti” diyen “Kürt milliyetçiliği”ne bezeli “veda hutbesi”ni meydanlarda okuturken, denklemin bu yanında “Türklüğü, her türlü milliyetçiliği (kastedilip söylenemeyen Atatürk milliyetçiliğidir) ayaklar altına aldım” diyen bir “kompromizm”e (ödüncü barışseverliğe) razı değildir. Türkiye, bu iktidarın doğasında zaten var olan, şimdi “stratejik ortak” terörist başının da dört elle sarıldığı, ancak allahüekber nidaları ile birbirini boğazlamaktan öte bir varlık gösteremeyen hayali bir “İslam kardeşliği” obsesyonu içinde, Cumhuriyetin kurucusu aziz Atatürk’ün adının okullardan, kitaplardan, meydanlardan sinsice kaldırılmasına razı değildir. Bunu uyduruk anketlerle değil, açık açık sorun bu halka, alınacak yanıt, seçimlerde aldığı yüzde elli oyla mağrur olarak herkesi küçümseyen, milleti kendinden ibaret zanneden “Cumuriyet celalileri” için ibret belgesi olacaktır. Baldıran, Sokrates’le özdeşleşmiştir. Biri daima ötekini çağrıştırır. Ancak ölümündeki kahramanlık, Sokrates’in felsefi şöhretinden ayrı düşünülemez. Baldıran zehrini Sokrates, “Prometus’un tanrılardan çalıp özgür olsun diye insanlığa getirdiği” (Macit Gökberk) aydınlanma ateşinin sönmemesi uğruna bir dikişte içmiştir. Baldıran, bir cezanın infazı aracı olmanın ötesinde, bu kararla insanlığın düşünce özgürlüğüne karşı işlemiş olduğu suçun yüklenilmesi, bir tür “kefaret”tir. Baldıran, tarihte ilk ve son kez, o da Sokrates tarafından içilmiştir. Tekrarı mümkün değildir. Çünkü aynı tarihsel koşullar bir daha var edilemez. Bu yüzden tarih tekerrür etmez. Demokrasinin terminolojisi ile değil, dinin terminolojisi ile konuşulan bir Türkiye’de artık Olimpos tanrılarına karşı çıkmakla suçlanan Sokrates’in baldıranı değil, onu din adına ölüme mahkum eden mahkeme hükmü geçerli olmak gerekir. (1)“John Nash: İyi Matematik Bilmeyen Toplumlarda Adalet Yoktur”, Mehveş Evin, Matematik Dünyası, 2012111, Sayı 92 N Asıl kaygı buradadır Baldırana gelince
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle