18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 2 MAYIS 2013 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Davullar Çalıyor Bir ülkenin genelkurmay başkanı tutuklu olarak yıllardır hapiste olursa? Olmuş ama... Türkiye Cumhuriyeti’nin orgeneral rütbeli Genelkurmay başkanı dört yıldır tutuklu!.. Yadsınacak bir gerçek mi bu? Evet, ama doğru!.. Koskoca orgeneral tutuklanmış, yargılanıyor ve ömür boyu hapis cezası verilmek isteniyor... Neyse ki daha beteri yok, müebbet hapis var, dört derece ağır olarak... Nasıl bir kör çıkmazda çırpındığımızı anlamıyor musunuz? Bizi, sizi, hepimizi ite ite getirmişler içinden çıkılmaz bir dar sokağa!.. Her şeyi anlatmaya yeter!.. Kaç yıldır ülkenin generalleri, ileri gelen aydınları, bilimcileri, edebiyatçıları “içerde” yatıyor. Dört yıl geçmiş... İşte Mustafa Balbay. Adı en çok geçenlerden biri. Mehmet Haberal. Profesör doktor, o da yıllardır içerde. Daha nice aydınımız var. Adlarını sıralasam sayfalar yetmeyecek! Ya onların eşlerinin, çocuklarının durumu, çektikleri acılar... Kim yapıyor bunu? Kim, kim? Başımızda bir hükümet var, on yıldır var. Tek partinin hükümeti. Seçim mi kazanmış? Evet, ama yeterli mi bir dikta yönetimi kurmaya, uygulamaya? Silivri’ler, Hasdal’lar, bilmem nerelerde yüzlerce insan... Bekliyor, bekliyor, bekliyor!.. Neyi, kimi? Bir kurtarıcı mı? Öyle biri gelecek herkesi kurtaracak, kendisi de ülkenin baş yöneticisi, yani diktatörü olarak tahta kurulacak! Bir daha seçimmiş, unutun diyecek. Koltuğunda yerleşip bu ülkeyi padişah örneğince yönetecek. Ki yönetiyor!.. Yönetiliyoruz, bir de demokrasi var diyoruz. Demokrasi tek bir partinin on yıl kesin saltanatı mıdır? İnsanoğluna yakışan bir uygarlığın ortadan kayboluşu mudur? Uygarlık, çağdaşlık, aydınlık!.. Bir ulusun yirmi birinci yüzyılın uygarlığından koparılması!.. Bizler bu durumdayız. Gün geçtikçe her türlü umut yok olmakta. Gide gide bir bataklığa doğru... Tek adam yönetimi isteniyor. En önce başbakan istiyor. Kimin için? Kendisi için!.. Açıkça söylediği görevler dağıtılmamalı! Çok kişi işin içine karışmamalı... Her şey bir tek adama bağlanmalı... Davullar çalıyor! Duyuyor musunuz? Heyyy... İstanbul’un Yeşili, Silueti, Depremi Acaba “kentsel dönüşüm”örneğinde yaşadığımız gibi, yine deprem tehlike ve risklerini gerekçe göstererek yönetimlerimiz İstanbul’da (ve başka kentlerimizde) “açık alan dönüşüm” girişimlerine de sahip çıkabilirler mi? Y Prof. Dr. Murat BALAMİR ODTÜ konuların giderek yerel ve merkezi eşilköy’den havalandıktan sonra yönetimlerce de önemsenmeye pilot, uçağı bir sağa bir başlanması, umarız etkili bir sola yatırdı. Bu bize doğrultuda gelişmelere yol açar. alıcı gözle İstanbul’a On yıl önce İstanbul Deprem yukarıdan bakma fırsatı verdi (Eylül Master Planı (2003) çalışmaları 2005). Yanımda oturan Polonyalı kapsamında da bu dev yerleşim tarih profesörü ciddi bir tepkisini dile coğrafyasının açık alan yetersizlikleri getirircesine başını sallayarak “Bu ne ve fiziki düzeni, “keyfe keder” çirkinlik, ne iş bilmezliktir” gibi bir bir özellik olarak değil, “olmazsa şeyler geveledi. Henüz tanışmamıştık olmaz” bir risk sektörünün bile. Ama benim de derin bir yarama planlanması gereği ele alınmıştı. tuz biber ekmiş oldu. Sohbet sonra İstanbul’un yapılaşmaya açılmış gelişti. Ben şehircilik açısından, o bir bölgelerinde açık alan yetersizliği bir tarihçi ve görgülü bir insan olarak gerçekliktir. Bu, yaşam kalitesinin İstanbul’un yerleşimini, yapılaşma iyileştirilmesi, estetik ve sağlık biçimini, yeşil alan yoksunluğunu, doğal güzellik ve ekolojik değerlerini açılarından yalnızca bir eksiklik değil, deprem ve afetler güvenliği kaybedişini yol boyunca konuştuk. açısından da bir zorunluluktur. Onun anlattıklarından aklımda kalan bir konu, belki ima yoluyla gönderme Genel şehircilik ölçütleri ile bu yaptığı, “herhalde bugün Viyana da yetersizlik tanımlanabilir. Ancak İstanbul için daha yaşamsal değerde bu halde olurdu” düşüncesidir. Yol arkadaşım tarih profesörü, Viyana’yı olan, deprem tehlikesi karşısında bu risk sektöründe nelerin yapılması savunan Polonya ordusunun St. gerektiğinin ortaya konulmasıdır. Stephan gibi bir katedrali camiye dönüşmekten kurtarmakla kalmayıp akınım’ planı şehir ve doğayı da Türklerden Deprem tehlikesi kapsamında korumuş olduğu hipotezini dolaylı Yunanistan’da öngörülen ölçüt, biçimde açığa vurdu. Benzer iddiaları yıkılma olasılığına sahip yapılardan Londra’da öğrencilik yaptığım yıllarda da (19667) duyduğumu, AA en fazla 350 m. uzaklıkta ve barınma olanaklarından yoksun kalacak Mimarlık Okulu’nda tarih profesörü nüfusa yetecek yüzölçümüne sahip Ginsburg’un da Türkleri doğa ve uygarlık yağmacısı topluluklar olarak bir açık alanın ayrılmasıdır. Bu tanımladığını unutmam. Önyargılı düzenleme, şehir planları üzerinde değerlendirmeler ciddiye alınmamalı hesaplanarak her bölgede yeterli ama galiba bunlara fırsat ve ortam alanların kamu yararına ayrılması hazırlamakta geri kalmıyoruz. sağlanabilir. Ancak bu, yalnızca acil duruma ilişkin bir önlem, yani iyasa ilişkileri deprem sonrasında kolaylıklar Bugün pek çok Anadolu kenti hazırlama açısından tamamlayıcı bir eskisine göre çok daha yeşil ve işlem olur. İstanbul Deprem Master bakımlı durumda. Bunun değerini Planı çalışmaları ise uluslararası kavrayan yerel topluluklar afetler politikasındaki devrim da genişlemekte. Gücünü niteliğindeki yeni gelişmelere dizginleyemediğimiz vahşet (1990) uyumla, deprem öncesinde Türklerden değil, öncelikle piyasa “risk azaltma” çabalarını ön plana ilişkilerinden kaynaklanıyor. almıştır. Bu bir “sakınım” planıdır. Ülkenin her köşesinde doğayı Bu planda hem olası kayıpların örseleyen girişimlerle madenler azaltılması hem de acil durum ve su varlıkları üzerinde kazanç gereksinmeleri birlikte irdelenmiştir. sağlama, yerleşim alanlarında ise Sakınım planı, öncelikle yüksek kamu yararını örseleyen yoğunluk riskli ve özel tehlikeler gösteren artışlarıyla rant edinme güdüleri sınır yapılaşmış alanların tanımlanmasını tanımaz kimlikler kazanmışlardır. gerektirir. Tepelere, dik yamaçlara Burada sınırlar belirleme ve bir o kadar da derin vadilere sahip yetkileri yönetimlerimizindir. Bu İstanbul’da buna çok sayıda örnek gösterilebilmektedir. Yapılaşmasına izin verilmemiş olması gereken alanlar heyelan, sıvılaşma, yerel faylar, su baskını gören ve baraj altında kalan havzalar, dolgu alanları, tsunami dalgalarına hedef olacak kıyılardır. İstanbul’da bu tür alanların çokluğu yanında, bu alanlarda en olmaması gereken kullanımlara yer verildiği de görülür. Çoğunluğu konut olmakla birlikte, kamu yapıları, hiç yer almaması gereken okullar, tehlikeli kullanımlar, özel koruma gerektiren tarihi eserler ve önemli altyapı birimleri bu nitelikteki alanlarda bulunmaktadır. İstanbul Deprem Master Planı, önceliklerine göre bu alanların boşaltılması, taşınması, seyrekleştirilmesi, kullanım değişikliğine gidilmesi gibi önlemler yanında, yerleşim alanının bütününde bir açık alanlar sisteminin kurulmasını gözetmiştir. Boşaltılması gereken bu alanların, mekânda sürekliliği olan ve yer yer genişleyen bir yeşil alanlar zinciri oluşturması, yaya ve bisiklet yolları sistemi ile birlikte düşünülmesi, bu yolla birden fazla amaca hizmet edilebilmesi öngörülmüştür. İstanbul Deprem Master Planı kapsamında dile getirilmekle birlikte o dönemde göz ardı edilmiş olan bir başka öneri de risk azaltma amacıyla tekil yapıların güçlendirilmesi ile yetinmek yerine, asıl stratejinin kentsel alanlarda toplu yenilemeler (kentsel dönüşüm) olacağı, bunun daha güçlü bir ekonomik altyapısının bulunduğu tartışması olmuştur. Bu yaklaşım, o dönemde Zeytinburnu ilçesinde örneklenerek olabilirliği kanıtlanmıştı. On yıl sonra (yanlışlarla da olsa) bu yönde “dönüşüm” uygulamalarına geçildiği görülmektedir. Acaba “kentsel dönüşüm” örneğinde yaşadığımız gibi, yine deprem tehlike ve risklerini gerekçe göstererek yönetimlerimiz İstanbul’da (ve başka kentlerimizde) “açık alan dönüşüm” girişimlerine de sahip çıkabilirler mi? Yönetimlerimiz, kentsel açık alan sistemleri oluşturmak üzere, “kentsel dönüşüm” süreçlerinde sağlanan rantı bir ölçüde olsun meşrulaştırmak ve yoğunluk artışlarını bir ölçüde dengelemek üzere, kendilerini açık alan sistemleri oluşturmaya adayabilirler mi? Pax Romana’dan Pax Americana’ya! “1 Mayıs 2013’te ülkemizde ve bölgemizde neler oluyordu” diyenler için… Kısa bir dünya tarihi ve gelecek kehaneti: Pax Romana Pax Mongolica Pax Ottomana Pax Britannica Pax Americana Pax Sinica HHH Pax Latince “Barış” demek… Roma İmparatorluğu’nun, Birinci Yüzyıl’ın başından İkinci Yüzyıl’ın sonuna kadar süren içteki ve dıştaki çatışmasızlık, savaş yokluğu durumuna işaret ediyor… Ünlü Roma tarihçisi Gibbon’la başlayan ve sonra başka tarihçi ve siyaset bilimcilerce de kullanılan ve zaman içinde yeni anlamlar kazanan bir deyim… Günümüzde artık, “Dünya egemenliği” anlamına geliyor: Bir ülkenin, silahla dışa vurulan büyük gücünün dünyayı yönettiği döneme işaret ediyor. Roma İmparatorluğu, büyük uygarlığını, “Barbar kavimlere(!)” karşı, çelik zırhlı, miğferli ve kalkanlı askerlerini yan yana dizip bir buldozer gibi yürüterek kurmuş ve genişletmişti… Bu taktiğin modern tanklara ilham kaynağı olduğu söylenir! Elbette sadece askeri güç de yeterli değildir bir dünya egemenliği için… Ekonomi, hukuk, sanat, edebiyat da gereklidir… Roma İmparatorluğu kendi döneminde bütün bunların da simgesiydi. HHH Arkadan bütün Avrasya’yı etkileyen Moğol istilası… Derken görkemli Osmanlı İmparatorluğu… Amerika’nın keşfi ve Endüstri Devrimi’yle İngiltere’nin İmparatorluk olarak yükselişi… ABD’nin, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra onun yerini alışı… Ve gelecekteki Çin egemenliği! HHH Daha 1 Mayıs bayramını bile barış içinde kutlamayı beceremeyen ülkemizde, Pax Ottomana rüyasından uyanıp bizi de içeren Ortadoğu’daki gelişmeleri, yukarda açıkladığım çizgi bağlamında görmeye başlarsak, geleceği daha gerçekçi olarak kestirebiliriz sanıyorum! Açık alanlar sistemi ‘S P Sürecin Adını Kim Koyacak? Bugün yaşadığımız esas sorun “ötekileştirme” sorunudur. Farklı etnik, mezhepsel, dini, siyasi görüştekileri tanımlarken AİHS kriterlerine yaklaşabilecek miyiz? Bu fikri evrimsel süreci yakalayabilecek miyiz? Bu ülkede ortak yaşama iradesini nasıl oluşturacağız? Asıl süreç işte bu zihni değişimin adıdır. Mete YARAR Güvenlik Politikaları Uzmanı ürkiye’nin içinden geçtiği süreci herkes farklı tanımlıyor. Kimisi süreci PKK’nin silah bırakması olarak yorumluyor, kimisi sınır dışına çıkmasına önem veriyor. Kimisi Türkiye’nin demokrasi yolculuğu olarak niteliyor. Bazılarımız ise hiçbir şey anlamıyor. Tanımlaması doğru yapılmamış olan bir şeyden verim beklemek çok sağlıklı değildir. Yıllardır bu konuyla yaşamış birisi olarak bana göre artık amacın ve hasılanın ne olacağını bilmek gerekiyor. Türkiye’nin Kürt sorunu ile ilgili algıladığı tek şey PKK midir? Türkiye’nin demokrasi yolculuğu olarak algıladığı şey sadece PKK sorunu mudur? Hiç değil. Çünkü 30 yıldır PKK’nin silahlı eylemlerinin yansımaları sadece Güneydoğu ile sınırlı kalmadı. Yaşanan acılar ve demokrasiye getirilen kısıtlamalar bütün coğrafyada hissedildi. Bugün yaşadığımız pek çok antidemokratik uygulama, gözaltılar vs. mevcut Terörle Mücadele Yasası’ndan kaynaklanıyor. Ve belki de en derindeki bölünme ve toprak kaybetme korkusu... 1915’lerde Balkanlar’la başlayan, dev bir coğrafyadan misakımilli sınırlarının bile bir kısmının feda edildiği bir nihai vatana sıkışmış olmanın yaşanmışlığı var. Kışı yaşarken buğday ekebilir misiniz? PKK’nin yıllardır yaşattığı bu “bölünme korkusu” ikliminde de demokrasi yeşeremiyor. Türkiye, demokrasi anlamında bir kış iklimi yaşıyor. Önce bunun bahar olması gerek. Bunun için önce PKK’nin silah bırakması gerektiğini düşünüyoruz. Oysa bu, bütünün belki de sadece yüzde birlik bölümü. PKK ile ilgili temel sorun iklimin bahar olmasına izin vermemesidir. Anadilinde eğitim denince, yerel yönetimlere yetki denince herkesin derininde bölünme korkuları uyanıyorsa bunun sorumlusu PKK’nin yıllardır yürüttüğü silahlı ayrılıkçı eylemlerdir. İsviçre’de farklı diller ve kantonlara rağmen insanlar bölünme korkusu yaşamıyorken, Türkiye’de algı tamamen bölünme üzerineyse bu algıyı yaratan PKK’nin işte tam da bu nedenle sınır dışına ve denklem dışına çıkarılması gerekiyor. Güvenlik güçleri ve TSK, Güneydoğu’da fiziki mücadele verirken, ülkenin kalan kısmında insanlar fikri mücadele veremiyor. Sadece bu konuları konuşabilmemiz için bile PKK sorununun olmaması gerekiyor. Örgüt varlığını bu haliyle sürdürdüğü sürece normalleşme anlamsız hale geliyor. Bazıları bunun adını “Barış” koyduğunda da bu yanlış anlaşılıyor. Bahsettiğimiz ve bir türlü uzlaşamadığımız şeyin adını koyalım: Türkiye’nin tam demokratikleşme süreci. Türkiye’de birlikte yaşama iradesine sahip olan vatandaşların önce bu iradeyi ortaya koyabilecek bir serbestliğe, fikri mücadeleyi yapabilecek bir iklime ihtiyacı vardır. Aslolan budur. Habur’da yapılan ve çok da küçümsenen “kıyafet değiştirmeme” hatası bu ülkeye ve sürece tam üç yıl kaybettirdi ve o üç yıl içinde yüzlerce can yitirildi. Süreç işte bu kadar hassas dengeler üzerinde yürüyor ve bu yüzden de adını doğru koymak gerekiyor. Bence bugün yaşadığımız esas sorun “ötekileştirme” sorunudur. Farklı etnik, mezhepsel, dini, siyasi görüştekileri tanımlarken AİHS kriterlerine yaklaşabilecek miyiz? Bu fikri evrimsel süreci yakalayabilecek miyiz? Bu ülkede ortak yaşama iradesini nasıl oluşturacağız? Asıl süreç işte bu zihni değişimin adıdır. T İHS madde 9: Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, açıkça veya özel tarzda ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir. A özgürlüğü AİHS madde 10: İfade Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle