18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 15 MAYIS 2013 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Yazarımızın yazısı elimize ulaşmadığından yayımlayamıyoruz. Kürt SorunuBarış Süreci ve Sorular... ABD Irak’tan silahlı güçlerini bir süredir çekiyor. İran ve Suriye’nin özel durumları nedeniyle Kuzey Irak daha da önem kazanıyor. Bu noktada PKK Türkiye’den çekiliyor, Kuzey Irak’ta konuşlanıyor ve uluslararası alanda güçlenen bir nitelik kazanıyor. Daha İyi, Yaşanılır Bir İstanbul İçin Ercan KARAKAŞ GÖRÜŞ Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV Thatcher Gerçekten Öldü mü? Bayan Margaret Thatcher etiyle kemiğiyle sizlere ömür ve sanki vatan kurtaran bir kahramanmış gibi, askeri değerler de dahil olmak üzere, Kraliçe İkinci Elizabeth’in de katılımıyla St. Paul Katedrali’nde eşine pek rastlanmayan törenlerle toprağa verildi. Ölmeyip, Küba gibi birkaç istisna dışında, tüm dünyaya yayılan nedir? “Thatcherizm!” 1979’da başbakan olup on bir yıl bu konumda kaldığında, hiçbir zaman oyların yüzde 44’ünden fazlasını kazanmamıştı; daha çok bunun da altında kaldı. Ama Britanya siyasal düzenindeki orantısızlıktan ötürü partisi büyük çoğunlukla Avam Kamarası’na girdi. Ama o meclisin “avamlığı” çoktan yok olmuş, büyük sermayenin sözcüleri sanki tüm halkı simgeler (ve çoğu kez de olduğu) gibi koltukları doldurmuşlardı. Thatcher bir anlamda Britanya’nın “ilk Amerikan başkanıydı.” Öylesine bir tohum geliştirdi ki, önce John Major, sonra Tony Blair ve şimdi de David Cameron da gölge birer ABD başkanıymış gibi siyaset kurguladılar. Her biri, İşçi Partililer de pazar ekonomisi vurgulu değişimleri toplumun her katına sokmada yeni adımlar attılar. Türkiye de ek bir İslam vurgusuyla, varlıklıdan yana Thatcher fırtınasının derin etkisindedir. Ülkemizdeki başlangıç ThatcherÖzal sıkıfıkılığına gider. Bugünlere ulaşan ucunun da Atatürk’ün “sınıfsız toplum” sloganını bir yana itip günümüzdeki ekonomik yarılma ve giderek siyasal tutuklamalar olduğu söylenebilir. HHH Thatcher başbakanlığını emekçi sınıflara, işçi sendikalarına, halkçı devlete ve her türlü sola karşı (neredeyse nefretle karışık biçimde) yürüttü. On bir yıl içinde toplumu derinden böldü, çoğunluğu perperişan etti, kapkaççılığı bir erdem düzeyine çıkardı ve sorumsuzluğu olgunluk saydı. Kuzey Denizi’nde petrol bulunduğunda, o kaynağı kamu harcamalarını sıfıra doğru kısmada, su ve elektrikten halk konutlarına her şeyi özelleştirip para babalarına ucuzundan vermede, sıradan halkı destekleyen ama onun pazar ekonomisinin önünde “engeller” dediği koruyucu önlemleri tez elden yok etmede kullandı. İşsizlik 1930’lardan bu yana ilk kez yüzde 12’ye çıktı. Kimlere zarar verdiğini hiç umursamadı. Dedi ki: “Toplum diye bir şey yoktur. Tek tek insanlar vardır ve onlar, kadın ya da erkek, kendi çıkarlarının peşindedirler; o kadar!” “Güçlü kadın” portresi çizen televizyon ve Rupert Murdock’un “The Sun” gazetesi gibi medya araçları onun, yani para babalarının hizmetindeydiler. Britanya, Avrupa ve ABD’yi yönetenlerin tümü bugün onun “çocuklarıdır.” Tekelci sermayenin kulu Reagan bile ondan öğrendi. Almanya’da Merkel onun yetiştirmesidir. Sanki başka bir seçenek yok. Britanya’yı bugün yönetenler kamu hizmetlerini öylesine budadılar ki, bu “başarıya” Thatcher bile şaşırıp kalır. Sınıf farklılıklarının her yerde uçurumlaşması onların eseridir. Meryl Streep’in “Demir Leydi” filmi Thatcher’in uzun bunaklık aşamasını da içeriyor. Hele son zamanlarında büyüklük deliliğine öylesine tutulmuştu ki, Sovyet düzenini büyük ölçüde kendinin batırdığı kanısındaydı. HHH Thatcher’n dünya görüşü sanki artık tek siyasal gerçek, doğal bir ekonomik yaşam ve her zaman için geçerli ve olağan bir insan ilişkisidir. Yoksullukla kıvranmaya yargılı emekçi çoğunluğun tarihsel görevi para biriktiren varlıklının kulu olmaktır. Bu yolda gösteri, grev, “çatlak ses” olamaz. Thatcher bu yönüyle ölmedi, Çin ve Hint’ten Almanya’ya ve Kanada’ya, ABD’den Avustralya’ya yaşıyor. Fani Thatcher gömüldü ama Thatcherizm savaşını ve otoriter baskısını küre çapında sürdürüyor. A Alev COŞKUN çıkarılıp, uluslararası nitelik ve yeni bir “hüviyet” kazanmasını sağlayan bir hareketti. Öcalan ve Karayılan yeni hedef gösteriyor, Ortadoğu için yeni bir yapıyı işaret ediyor. Her ikisi de TürkKürt kimliğini vurguluyor. Yeni bir kuruluş, yeni bir meclis, yeni bir anayasa, yeni bir Ortadoğu, yeni bir ülke... Özet olarak, özerk bir yerel yönetim, federasyon yapısını öngören bir hedef, Kürt kimliğinin ve ilkokuldan başlayan Kürtçe eğitimin kabul edilmesi ve anayasada yer almasını istiyorlar. çıkça belirtmeliyiz ki Kürt konusu, Türkiye’nin önemli ve en yakıcı sorunudur. Bu sorunun barışçı yollarla çözümünü kuşkusuz herkes istiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir vatandaşı 30 yıldır süren bu terör belasının çözümüne karşı çıkmaz... Ama, “barış” adı verilen süreçte, soru sormak, işin ayrıntısını öğrenmek de herkesin hakkıdır. Soru soranlara, konuyu irdeleyenlere “Sen barış istemiyor musun” diyerek karşı çıkmak, akıl ve mantık dışıdır. Zaten bu biçimdeki ters tavırlar “Ne verildi ki soru sormamız istenmiyor” diye daha fazla kuşku yaratıyor. Kısaca geçmekte olduğumuz sürecin temel noktalarını anımsayalım. Konu önce, İmralı ziyaretleri ve yoğun bir kamuoyu rüzgârının oluşturulmasıyla başladı. Öcalan’ın gönderdiği mektubun büyük Nevruz mitinginde gösterişli bir biçimde açıklanmasının ardından, Karayılan’ın Kandil’de yaptığı basın toplantısı sürecin temel sınır taşlarını oluşturuyor. Öcalan, açıklamasında kamuoyunda tepki çekecek ifadelerden kaçındı, tersine din kardeşliği. Misakımilli, Çanakkale, Kurtuluş Savaşı gibi ortak kavramları kullanmaya özellikle itina gösterdi. Ayrıca, Kürt kamuoyu içinde 30 yıllık çatışmanın boşa gitmediğini, tersine “Kürtlerin öz benliğini, aslını ve kimliğini kazandığını” belirtti. Bunların hepsi doğru. Ama Öcalan “yeni bir dönem”den söz ediyor... daha da önem kazanıyor. Bu noktada PKK Türkiye’den çekiliyor, Kuzey Irak’ta konuşlanıyor ve uluslararası alanda güçlenen bir nitelik kazanıyor. Türkiye’den Kuzey Irak’a geçen PKK unsurlarının Birleşmiş Milletler (BM) koruması ve denetiminde bir kampa yerleştirileceğinden yabancı basında söz ediliyor. Böylece PKK dokunulmaz, uluslararası nitelikte ve BM’nin ilgi alanına girmiş olacaktır. PKK’nin yeni stratejisi, yeni hedefleri daha da etkin bir biçimde yürütülebilecektir. İ federasyon Ulus devlete karşı Her ikisi de Türkiye’nin ulus devlet olgusundan vazgeçmesini istiyorlar. İran, Kuzey Irak, Kuzey Suriye ve Türkiye’deki Kürtlerin dahil olacağı bir “TürkKürt” ya da “KürtTürk” federasyonu istiyorlar... Terör örgütünün askeri kanadının lideri Karayılan, Kandil’de yaptığı basın toplantısıyla terör örgütü niteliğinden, uluslararası alanda “savaşan taraf”, “silah bırakan taraf” statüsünü kazanmak istiyor. Tüm dünya basınyayın kuruluşlarının katıldığı bu basın toplantısıyla, uluslararası hukukun bir “süjesi” durumunu elde etmeye çalışmıştır. Karayılan özenerek hazırlanan uluslararası nitelikli basın toplantısında Türkiye’den gelecek PKK’lilerin Kandil için önemli olduğunu, bunların İran ve Suriye’deki Kürtlere yardımcı olacağını açıkça belirtmiştir. Böylece, daha önce olduğu gibi süper güçlerin himayesinde, Nisan 2013’te PKK yeni bir sıçrama yapmıştır. Daha öncekileri anımsayalım: ABD, 1991’de Irak’a saldırdı, PKK büyüdü. 1992’de ABD himayesinde 36. paralele çizgi çekilmesi sayesinde PKK büyüdü. ABD, 2003’te Irak’a saldırdı PKK yine büyüdü. ABD Irak’tan silahlı güçlerini bir süredir çekiyor. İran ve Suriye’nin özel durumları nedeniyle Kuzey Irak Uluslararası nitelik Zaten BDP ve DTK eşbaşkanları Demirtaş, Kışanak ve Tuğluk’un açıklamalarında bu durumlar açıkça belirtiliyor. Söyledikleri özetle şudur: “Kendi kendimizi yönetmek istiyoruz. Özerk Kürdistan kurulana dek mücadelemiz sürecektir. İçinde bulunduğumuz süreç mücadele sürecidir. İstediğimiz gerçekleşmezse tek bir seçenek kalıyor, direnişimizi yürütmek.” Bu açıklamaya karşı, bütün Güneydoğu Anadolu’da belediyeleri BDP yönetmiyor mu, sorusuna yine “barış” ve “özerklik istemi” ile yanıt veriliyor. Zaten akil adamlardan kimileri de açıkça Türkiye 29 özerk bölgeli cumhuriyet olmalı diye açıklama yapıyor. Başbakan Erdoğan da eyalet sisteminin 2023 yılında uygulanacağını açıkça söylüyor. Tuğluk bununla da kalmıyor. Yaptığı bir açıklamada şöyle söylüyor: “PKK en az 25 yıl Kürtlerin var olduğu her yerde, çeşitli biçimlerde olacaktır. Suriye’de silahlı, İran’da yakın gelecekte tekrar silahlı, Avrupa’da kurumsal...” Bu durumda, Tuğluk’un kafasında “barış” ya da “sorunun çözülmesi” var mı, yok mu? Bu yazıda yapılan analizi, Anadolu halkı kendi kafasında yapıyor. Bu nedenle Anadolu’nun dört bir yanında, akil adamlara sorulan sorular, işte bu “tereddüt” ve “kuşkular”dan kaynaklanıyor. Bu kuşkular, aslında Anadolu halkının ortak korkusudur. Bu da iki soruda ortaya çıkıyor: 1 Bu barış karşılığında ne verildi? 2 Türkiye bölünecek mi? Çok zor, çok çetrefilli, uluslararası aktörlerin etkin rol aldığı bir süreçten geçiyoruz. Başka bir yazıda Suriye konusunu ele alacağız... Direniş yürür stanbul, tarihi ve doğal varlıkları ile hiç kuşkusuz dünyanın en önemli ve en güzel kentlerinden biridir. Marmaray kazılarında yapılan arkeolojik araştırmalara göre başlangıcı 8500 yıl öncesine dayanan ve üç imparatorluğa başkentlik yapan ve öteden beri farklı kimlik ve kültürleri bir arada yaşatan bu büyülü şehir, giderek özgün kimliğini kaybetmektedir. Bunun nedeni, hızlı nüfus artışına karşı gerekli önlemlerin aynı hızla alınamamış olması ve kentin plansız bir biçimde, çarpık olarak gelişmesine göz yumulmuş olmasıdır. Hiç kuşkusuz, ülkemizde ekonomik gelişmenin bir plan dahilinde gerçekleştirilememiş olması da İstanbul’a olan göçü arttırmıştır. Son otuz yıldır Güneydoğu’da yaşanan şiddet ve çatışma ortamı da aynı şekilde, İstanbul’a göçü artıran faktörler arasındadır. Bunlarda şaşılacak bir şey yoktur. İnsanlar; daima işin, ekmeğin ve güvenliğin olduğu kentlere, ülkelere yönelirler. Bu tarih boyunca böyle olmuştur ve böyle olmaya devam etmektedir. Akil adamlara sorular Öcalan bu sürecin “sonuç değil, bir yeni başlangıç” olduğuna işaret ediyor. Şöyle ki: “Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor, siyaset öne çıkıyor.” Bunları söyledikten sonra Mezopotamya halklarının bir araya gelip yeni bir düzen kurmasına işaret ediyor. Kandil’de Karayılan’ın bütün dünya medyasına hitaben yaptığı basın toplantısı, PKK’nin terörist kavramından Yeni dönem Ortadoğu’ya gerekli Balık Baştan Kokar Muhalefetin işi eleştirmektir. Eleştiriler aşağılayıcı ve küçük düşürücü olmadıkça Başbakan, muhalefete laf yetiştireceğim diye uğraşmaktan çok, ülke için yaptıklarını ve yararlı bildiklerini anlatma yolunu seçmelidir. A Prof. Dr. Mustafa ÖZYURT 22. Dönem Bursa Milletvekili vusturyalı mimar Prof. Dr. Clemens Holzmeister, TBMM’nin planlarını çizdiğinde Atatürk sağ idi; büyük önder ön hazırlıkları görmüş ve projeyi beğenmiş. Binanın temeli 1939 yılında dönemin Meclis Başkanı Abdülhalik Renda tarafından atılmıştır. Yapımı İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastladığı için oldukça uzun sürdü ve 1961 yılında Kurucu Meclis toplantısıyla hizmete açılabildi. Tüm yerleşim alanıyla dünyanın en geniş parlamento yerleşkelerinden birine sahip olan TBMM kampusu içinde, Bakanlıklar Sitesi’nin Çankaya’ya doğru en son ve en yüksek noktasında yer alan Meclis binası, şehre hâkim bir konumdadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin gücünü simgeleyecek biçimde, ağırbaşlı, sağlam ve dayanıklı nitelikte tasarlanmıştır. Tüm mekânları anıtsal, dengeli duruşuyla görkemli, çok katlı değil ama Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışan oturaklı bir parlamento binasıdır. Kuşkusuz dönemin yöneticileri, mimara, planlarını yaparken o dönem için sözü bile edilmeyen iki kanatlı bir parlamento düzenine uygun (Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu) bir bina tasarlamasını istemişlerdi. Önde iki kanat görünümündeki yönetim ve şeref salonunun bağlandığı ana binaya yapışık ağırlık merkezi, genel kurul salonu ile ona bitişik hemen sol tarafındaki yarım ay şeklindeki amfitiyatro görünümünde Cumhuriyet Senatosu’nun oturduğu orta bloktan oluşur. Avrupa parlamentolarında çoğunda olduğu gibi heykellerle süslü bir senato salonundan çok, ahşap doğrama ağırlıklı yapısı, koltuklarının koyu yeşil rengi ve kürsünün yerleşimindeki ağırbaşlı görünümüyle tam bir olgunlar meclisi havası vardır. Mimar Celemens Holzmeister, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşlı senatörlerin çalışacağı bu bölüme bilerek, özellikle ayrı bir özen göstermiştir. Günümüzde bu salonun şanssızlığı, hiç yaşamadığı kadar düzeysiz konuşmalara tanık olmasından kaynaklanmaktadır. Her salı günü AKP grup toplantısının yapıldığı Cumhuriyet Senatosu salonu, hiç böylesine basit konuşmalarda alkışa boğulmadı. Sayın Başbakan, yarım daire şeklindeki, ahşap, o güzelim kürsüden ağzına gelen her sözü, bilinç süzgecinden geçirmeden, bağıra çağıra söylemeye devam ederse onu dinleyen partili milletvekilleri de Meclis Genel Kurulu’nda onu taklit etmeye kalkar; iktidar muhalefet arasındaki gerginlik alabildiğine uzar gider. Kötü söz söyleyenleri bağlaması bir yana, vatandaşın gözünde zaten yeteri kadar değer yitirmiş olan milletvekilleri ve parlamenter düzen iyice yıpranmış olur. Başbakan’ın amacı bu yolla parlamenter sistemi kötülemek ve başkanlık sisteminde bunların olmayacağını vurgulamaksa yanlış yoldadır. Kendisini oturduğu koltuğa getiren, anayasal değişikliği gerçekleştiren, bu parlamenter düzendir. Unutulmasın. Muhalefetin işi eleştirmektir. Eleştiriler aşağılayıcı ve küçük düşürücü olmadıkça Başbakan, muhalefete laf yetiştireceğim diye uğraşmaktan çok, ülke için yaptıklarını ve yararlı bildiklerini anlatma yolunu seçmelidir. Sayın Başbakan’a yol göstermek aklımızın ucundan geçmez. Zaten akıl verenleri çok olduğu için, halkımız hasım iki kabile kampına bölünmüş görünümündedir. Ülkemiz bölünecek mi endişesinin kol gezdiği günümüzde daha birleştirici, hoşgörülü ve sevecen konuşmalarıyla örnek olmak zorundadır. Televizyonlarda izleyen partililerine şirin görünmek, ya da şakşakçılarına ne kadar atak ve hazırcevap olduğunu kanıtlamanın yeri, Meclis grup toplantıları değildir. Onu örnek alan partili milletvekilleri de Meclis Genel Kurulu’nda tutanaklara geçen kavga ve ana avrat küfürleriyle anılacaklardır. Tarih Başbakan’ı şunu yaptı bunu yaptı diye övmeyecek, parlamentoda konuşma düzeyini çok seviyesizleştirdiğinden söz edecektir. Sultan II. Abdülhamit ülkeye meşrutiyeti getirdi, ama Meclis’i kapatan padişah olarak anılır. Ne demişler: Balık baştan kokar sayın Başbakan! Nitekim İstanbul’un nüfusu bu göçler nedeniyle sürekli artmış ve son yirmi yılda nüfus iki katına çıkmıştır. 2012 resmi rakamlarına göre İstanbul’un nüfusu 14 milyona yaklaşmıştır. Merkezi siyasetin; tüm ülke sathına yayılan, bölgeler arası gelişmişlik uçurumunu azaltacak planlı bir gelişmeyi sağlayamamış olması, başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerin yaşanamaz hale gelmesinin asıl nedeni olarak görülmelidir. Diğer neden de sağlıklı bir büyüme ve gelişme için bir zorunluluk olan kentsel planlamanın ciddiye alınmamasıdır. İstanbul’u 1994’ten bu yana 19 yıldır AKP çizgisi yönetmektedir. AKP bu sürenin 12 yılında da iktidardadır. Bu süre zarfında İstanbul’un sorunları azalmamış, artmıştır. İstanbul’da yaşam daha kolay hale gelmemiş, daha da zorlaşmıştır. Ulaşım, imar, planlama, çevre, yeşil alan, hava kirliliği, su, deprem riskine karşı korunma, tarihi ve doğal çevrenin korunması, sosyal sorunlar gibi temel sorunlar çözülememiştir. Bunun nedeni, AKP yönetiminin demokrasi ve demokratik kent yönetimi anlayışından uzak olmasıdır. AKP genelde çoğulcu değil, çoğunlukçu bir demokrasi anlayışına sahiptir. O nedenle yönetimde olduğu kentlerde, kentte yaşayan insanların ve uzman kuruluşların görüşlerini, taleplerini yok saymakta ve “Her şeyin en doğrusunu ben bilirim” anlayışıyla hareket etmektedir. Hiçbir ön çalışmaya, araştırmaya dayanmayan Taksim projesi, Çamlıca’ya cami konusu, Gezi Parkı’na topçu kışlasının yeniden yapılmak istenmesi, Emek Sineması’nın yok edilmesi, Kanal İstanbul projesi, 3. havaalanı ve 3. köprü için yer seçimi vb. kararlar, AKP’nin kent biliminden ve demokratik katılımdan, saydamlıktan ne kadar uzak olduğunun çarpıcı örnekleridir. Bugün İstanbul; plansız, programsız bir biçimde neoliberal anlayışla kent arazisinin ranta dönüştürülmesi ve rantın yakınlara aktarılması esasıyla yönetilmektedir. O kadar ki bir kentin sağlıklı gelişmesi için bir zorunluluk olan “çevre düzen planı” tamamen yok sayılıyor ve imar planları keyfi olarak sık sık değiştiriliyor. Emsal artışı yoluyla yandaşlara yeni rantlar dağıtılıyor. Oysa İstanbul Büyükşehir yönetimi plansız olmaz diyerek 2006 yılında yüzlerce uzmanın katılımıyla İstanbul için 1/100.000’lik bir plan çalışması başlatılmıştı. “İstanbul Çevre Düzen Planı” olarak adlandırılan bu plan, 2009 yılında kamuoyuna gösterişli bir törenle tanıtılmıştı. Ancak uygulamada bu plan bizzat İBB yönetimi tarafından yok sayılıyor. Nitekim planda olmayan, 3. köprü gibi birçok proje başlatılırken diğer yandan da Çevre Düzen Planı’na aykırı olarak şehrin siluetini bozan gökdelenler yükselmeye devam ediyor. Yeşil alanların imara açılması sürüyor, dar gelirli insanlar kentsel dönüşüm bahanesiyle doğup büyüdükleri yerlerden sürülüyor; kentsel dönüşüm bir müteahhitlik işi olarak yürütülüyor. Yerel yönetimleri güçlendirme adı altında İstanbul, İzmir ve Bursa’da “kentsel dönüşüm müdürlükleri” kurularak yerinden yönetimin mevcut yetkileri merkeze taşınıyor. Oysa tüm demokratik dünyada olduğu gibi bunun tersine yapılması ve yerinden yönetimin güçlendirilmesi gerekir. Çünkü demokrasilerde kentleri kentlilerin katılımıyla yönetmek esastır. Özet olarak, İstanbul gerçekten de kötü yönetiliyor. Buna “dur” denilemezse, İstanbul’u değerli kılan doğal ve tarihi mirası korumak ve yaşatmak bir yana kentin siluetini korumak bile mümkün olamayacaktır. Önümüzdeki yerel seçimler İstanbul’da ve Türkiye’de değişimin başlatılması için bir fırsat sunmaktadır. Çünkü İstanbul değiştiğinde Türkiye de değişecektir. CHP programında yer aldığı gibi, dünya kenti İstanbul için “yeni bir yerel yönetim modeli”ne ihtiyaç vardır. Çünkü nüfusu 15 milyona yaklaşan İstanbul’u kentte yaşayanların kararlara katılımı olmadan, katılımcı bir planlamayı esas almadan, saydamlığı sağlamadan daha iyi yaşanır bir kent haline getirmek mümkün değildir. Bu husus, yani örgütün, halkın ve uzmanların katılımıyla hazırlanacak bir “Halk İçin İstanbul Programı” belediye başkan adayının kim olacağından daha önemsiz değildir. Meseleye bu anlayışla yaklaşılması ve İstanbul’un somut sorunlarına somut çözümler öneren bu programın seçmenlerle etkili bir biçimde paylaşılmasına öncelik verilmesi çok önemlidir. Bu kez adayların, önseçimle, üyelerin katılımını esas alan bir anlayışla belirlenmesi; seçimlere en az 6 ay kala ilan edilmesi ve güçlü bir kampanya organize edilmesi de kuşkusuz ki başarı şansını yükseltecek önemli unsurlar olacaktır. İstanbul kötü yönetiliyor Halk için belediyecilik
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle