23 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 13 MAYIS 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Siyasal İktidarın Avukatla ‘Mücadelesi’ Üniversite Enflasyonu YÜKSEKÖĞRETİM kurumlarının çoğalmasına kim karşı çıkabilir? Anaokulundan başlayıp en yüksek düzeyde bilimsel öğretim ve araştırma olanaklarını yurdun her yanına yaymak elbet doğru bir ulusal eğitim politikasıyla mutlaka erişilmesi gereken bir hedeftir. Ama, eğitim piramidini düzenli yükseltmek ve zirvedeki her bilim dalını yeterli olgunluğa gelecek biçimde planlamak koşuluyla. Milli Eğitim Bakanlığı ile YÖK, yani Yüksek Öğretim Kurulu bu sürecin iki ucunda yer alıyorlar. Acaba uçlar arasında yeterli ilişki, iletişim, uyum ve eşgüdüm var mı? Bu sürecin ulusal ekonomik ve sosyal gelişme içindeki yeri, rolü ve etkisi nedir? Konuya bir bütün olarak bakan sorumlu kurumlar belirli mi? Yoksa tam bir karmaşa, amaçsızlık, dağılma ve israf mı hüküm sürüp gidecek bu alanda? lkokul düzeyindeki kısmen dinci düzenlemeye, ciddi ortaöğretimin parasızlıktan gitgide pahalılığa kaymasına ve yükseköğretimdeki sınavlar hengâmesine bakınca üniversite sayısının artması hiç de sevindirici gelmiyor insana. Özellikle, sağlık ve eğitim gibi aslında yüzde yüz parasız olması gereken etkinliklerin kamu hizmeti olmaktan çıkıp kazanç alanlarına dönüşmesi gitgide yüz kızartıcı bir hal alıyor. Buna bir de çocukların ve gençlerin sistem içinde yükselmeleri için neredeyse bütün ailelere ağır yük getiren dershaneler furyası eklenince eğitim tablosu “sosyal” olması gereken bir cumhuriyet devletine hiç mi hiç yakışmayan bir durum ortaya çıkıyor. Bu tablo çerçevesinde eksik donanımla ve yetersiz akademik kadrolarla açılan vakıf üniversiteleri övülmesi gereken çabaların ürünü olmaktan çıkıp zaten eleştiri konusu olmuş bir alana değer azaltıcı bir enflasyon havası getirmiş olmuyor mu? ışsatımdaki kazancı artıracak yüksek teknolojili bir ülke olup öne çıkmak isteniyorsa, sosyal yapıyı düzeltmenin yanında araştırmacı bilim kurumlarını da geliştirmekten başka çaremiz yoktur. Siyasal iktidar kendi kontrolünde olmayan neredeyse hiçbir alan bırakmamak niyetindedir. Tüm iktidar alanlarını kontrol etme çabası, bugün en önemli hükümet icraatı halini almıştır. Bu noktada hukukun işlevi son derece ön plandadır iktidar alanlarına müdahale edilirken hukuk enstrümanı kullanılmaktadır. Av. Güçlü SEVİMLİ ÇHD İstanbul Şube Sekreteri “G İ D eçmişin zorbalık hukuku da bir çeşit hukuktu. Ve zorbanın hukuku, kendi hukuk devletlerinde de değişik bir kılıkta bile olsa, pekâlâ varlığını sürdürmektedir.” Hak ve özgürlükler alanında çalışmalar yürüten bir avukat olarak bu yazıyı Kandıra 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nden yazıyor olmam yukarıdaki alıntının içeriğini kanıtlar mahiyettedir. Bilineceği üzere 21 Ocak 2013 tarihinde 9 ÇHD’li avukat olarak tutuklandık. Bugün siyasal iktidarın avukatlarla derdi/mücadelesi olması, kendi iktidarının bekası için tüm muhalefet unsurlarını yok etmek ya da kendisi açısından kabul edilebilir bir seviyeye çekebilmekle alakalıdır. Ekonomi, hukuk, ordu, kültür ve sanat, din ve spor gibi birçok kurum ve alanın siyasal iktidar tarafından sürekli ve hatta hiç durmaksızın reorganizasyon faaliyetine tabi tutulduğunu görmekteyiz. Siyasal iktidar kendi kontrolünde olmayan neredeyse hiçbir alan bırakmamak niyetindedir. Tüm iktidar alanlarını kontrol etme çabası, bugün en önemli hükümet icraatı halini almıştır. Bu noktada hukukun işlevi son derece ön plandadır; iktidar alanlarına müdahale edilirken hu kuk enstrümanı kullanılmaktadır. Bu kullanım; kolluğun başlattığı “büyük operasyonlarda startını almakta, özel yetkili savcı ve hâkim aşamalarından sonra da sürecin kendisi kitlesel tutuklama tedbirlerinin uygulanmasıyla nihayetlenmektedir. “Türkiye’de hukuk bir aksiyon ve gerilim türünün adı oluyor her geçen gün. Hukuk operasyonla yürüyebilir durumda sadece.” Artık; mahkemeler, hâkimler, savcılar ve yüksek yargı şekillendirme noktasında “çıta” sürekli yukarıya taşınmış ve bugünlere gelinmiştir. Bu noktada “iş” hemen hemen bitmiş görünmektedir. Başka bir ifade ile bu bağlamdaki mevcut vesayet şimdilerde zirve yapmıştır denebilir. Siyasal iktidarın yargı organları üzerindeki doğrudan etkisi bugün inanılmaz noktalara ulaşmıştır. ‘Siyasal unutkanlık’ Hukuk alanındaki reorganizasyon faaliyeti bakımından 12 Eylül referandumunun oldukça önemli olduğunu görüyoruz. Referandum ile birlikte yargı kurumları, hâkim ve savcılar yeniden şekillendirmenin hedefindeki başaktörler olmuşlardır. Öte yandan yargı kurumları, hâkim ve savcılar açısından durum bu merkezdeyken avukatlar “ihmal” edilmiştir. Böylece hukuk alanında ki AKP vesayeti avukatlar konusunda “siyasal unutkanlık” içinde kalmıştır. Bugün ise sisteme muhalif olan pek çok avukat, hukuk dernekleri, mevcut konsepte muhalefet eden barolar, siyasal iktidarın hedefinin merkezine girmiştir. Bu durum ÇHD’ye yapılan son operasyonda ve İstanbul Barosu’na yönelik artan baskılarda açıkça görülmüş, gün yüzüne çıkmıştır. Siyasal iktidar tam anlamıyla hâkim olmak istediği hukuk alanındaki tüm pürüzleri gidermek çelişkileri ortadan kaldırmak, steril bir ortam yaratmak istemektedir. Bu noktada yargı kurumlarının halihazırdaki pozisyonları ile sisteme açıktan muhalefet eden avukatların durumu ciddi bir uzlaşmazlık oluşturmaktadır. “Modern bir devlette hukukun salt genel ekonomik duruma uygun düşmesi ve onu yansıtması yetmez. Hukukun bir de iç çelişkilerinin yanağına dokunmamak için kendi içerisinde tutarlı bir bütün oluşturması gerekir.” Çağdaş Hukukçular Derneği’ne yönelik operasyon ile 9 avukatın tutuklanması ve İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyeleri hakkında açılmış olan dava nedeniyle görevlerinin düştüğüne yönelik süreç, siyasal iktidarın avukatla “mücadeleye” nasıl bir anlam yüklediğini ve mevzunun kendisi açısından ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. rasyonun arkasında siyasal iktidarın durduğunu göstermiştir. ÇHD’li avukatların tutuklanması sürecinde Başbakan’ın doğrudan olaya müdahil olması, avukatlar hakkında gerçeğe aykırı beyanlarda bulunması ve avukatları açıkça yasadışı örgüt üyesi olarak ilan etmesi kabul edilebilir değildir. Anlaşılmaktadır ki artık avukatlık mesleği yeni bir kalıba dökülmek istenmektedir. Buna göre, avukatlık yapma anlayışı “suya sabuna dokunmayan” bir mahiyette cereyan etmelidir. Tutuklanan ÇHD’li avukatlar özelinde, aslında avukatlık yapma anlayışı ile “mücadelenin” söz konusu olduğu görülmektedir. Sonuç: Gelinen noktada ÇHD’li avukatların tutuklanması ve İstanbul Barosuna yönelik baskılar, siyasal iktidarın avukat muhalefeti “sorununu” geri dönüşümü olmayacak şekilde “çözme” noktasında attığı adımlardır. Mesleğin ne şekilde nasıl ve hangi sınırlar içinde yapılacağının tamamen siyasal iktidar tarafından belirlenmek istendiği bir durumla karşı karşıyayız. Bu belirlenen sınırlar içinde kalan her avukat muteber kabul edilecekken, sınırların dışına çıkan avukatlar ise “terör örgütü üyesi” olabileceklerdir. Bu sürecin bugünkü hali ile sınırlı kalmayacağı da kanaatimce açıktır. Bugün ÇHD’li avukatlar tutuklanmışken sıranın nereye gideceği belirsizdir. Bu bakımdan avukatlık mesleğinin geleceği için mevcut fütursuz saldırı karşısında avukatların seslerini yükseltmeleri ve bu kabul edilemez durum açısından hep birlikte tavır alarak hareket etmeleri gerekmektedir. Kabul edilemez ÇHD’nin özellikle son iki yıl içerisindeki faaliyetlerinin kollukta yarattığı ciddi rahatsızlık son avukat tutuklamalarında etkili olmuştur. Diğer taraftan Başbakan’ın 9 tutuklu avukat hakkındaki yorumları ope Türkiye’nin ‘Batı’nın Sözcüsü’ Konumu Değişti mi?.. T Doç. Dr. Hüner TUNCER diğer devletlerin iradeleri ve istekleri doğrultusunda biçimlendirebilir?.. Atatürk’ümüzün “tam bağımsız” olarak nitelendirdiği Türkiye Cumhuriyeti, nasıl olur da, bağımsız statüsünü bir yana iterek, kendini yarı bağımlı bir duruma getirmeyi yeğleyebilir?.. Böyle bir dış politika anlayışını anlayabilmek ve böyle bir politikayı hoşgörüyle karşılayabilmek mümkün olabilir mi?.. Devlet bakanı ve başbakan yardımcısı konumunda olan Fatin Rüştü Zorlu’nun yukarıda yer alan sözleri, devletin en üst kademelerinden birinde bulunan bir yetkilinin “vatan haini” olarak nitelendirilmesine yetmez mi?.. Türkiye’yi, Bandung’da, devlet bakanı ve başbakan yardımcısı Fatin Rüştü Zorlu’nun başkanlığında bir heyet temsil etti. Zorlu, 21 Nisan tarihli toplantıda yaptığı konuşmada, özellikle komünizm tehlikesi üzerinde durmuş ve tarafsızlık politikasını kınamıştı. Zorlu’nun bu açıklaması, hemen hemen tümü tarafsızlık politikasını benimsemeyi amaçlayan devletler nezdinde son derece olumsuz etki yarattı. Konferansta Türkiye, NATO’yu ve Batı Bloku’nu savunmakla, NATO’yu yenisömürgeciliğin bir aracı olarak gören, her türlü blokun aleyhinde olan ve tarafsızlığı dış politika ilkesi olarak kabul eden devletlerin karşısında yer almıştı. Bu devletler, Türkiye’yi Batı’nın sözcüsü olarak algılamıştı. Fatin Rüştü Zorlu’nun kendisi de, Türkiye’nin, Bandung’a Batı’nın sözcülüğünü yapmak üzere ve Batı’nın diretmesi üzerine gittiğini açıkça söylemişti. Türkiye, Batılı devletlerin sömürgesi olan ülkelerin bağımsızlık savaşımlarına ilişkin BM’de yer alan görüşmelerde de, ne yazıktır ki, Batılı devletlere karşı verdiği Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı unutarak, sömürgeci konumunda olan Batılıların yanında yer almıştı! Örneğin, Türkiye, 1955 yılında BM Genel Kurulu’nda, AsyaAfrika devletlerini karşısına alarak Cezayir’in bağımsızlığı konusunun gündeme alınmaması için oy kullanmıştı. Öte yan ürkiye’nin ilk kez “Batı’nın Sözcüsü” olarak nitelendirilmesi, 18 Nisan 1955’te Bandung’da toplanan “Bağlantısızlar Doruğu”nda gerçekleşmişti. O zamandan bu zamana acaba Türkiye’nin bu konumu değişmiş midir yoksa yine birçok devletin gözünde ülkemiz “Batı’nın uydusu” olarak görülmeyi sürdürmekte midir? 1950’li yıllara kısaca dönerek geçmişi biraz anımsayalım. İkinci Dünya Savaşı ertesinde, Avrupa devletlerinin sömürgesi olan birçok Asya ve Afrika ülkesi bağımsızlığını kazanmış ve bunlar, yeniden büyük devletlerin nüfuzu altına girmemek için kendi aralarında işbirliği yapmak istemişti. Asya ve Afrika’da bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerin iki blok (Batı Bloku ve Sovyet Bloku) karşısındaki tutum ve davranışlarını saptamak, bu devletlerin aralarındaki örgütlenmeyi sağlayabilmek ve bağımsızlığını henüz kazanmamış ülkelerin bağımsızlık savaşımlarına yardımcı olabilmek amacıyla, Asya ve Afrika devletleri 18 Nisan 1955’te Bandung’da toplandı. Bu konferansa Türkiye de çağrılmıştı. Türkiye’nin Bandung’a çağrılması, dış politikadaki tutumu yüzünden değil, yalnızca Asya’da geniş topraklarının bulunması nedeniyleydi. dan, Aralık 1958’de BM Genel Kurulu’nda, Cezayir halkının bağımsızlık hakkının tanınması ve Fransa ile Cezayir Cumhuriyeti Geçici Hükümeti arasında görüşmelerin gerçekleştirilmesi çağrısına yer veren kararın oylamasında da, Türkiye ve ABD çekimser oy kullanmıştı. Oylamada Türkiye’nin çekimser kalması, hem Fransız hem de Cezayirli liderler tarafından Fransız tutumuna verilen diplomatik destek olarak algılandı. Bu sığ görüşlü dış politika, ilerideki yıllarda Kıbrıs konusunda BM’de yapılan görüşmelerde ve oylamalarda, Türkiye’nin AsyaAfrika devletlerince yalnız bırakılması sonucunu doğuracaktı. Atatürk’ün sözleri Burada, Mustafa Kemal Paşa’nın, 23 Ocak 1923 tarihinde “The New York Herald” isimli gazeteye verdiği röportajda, dünyadaki sömürgekarşıtı ve ulusal bağımsızlık hareketlerine ilişkin söylediği sözleri anımsatmakta yarar olacağı görüşündeyim: “Sürekli barış ve silahsızlanmanın gerçekleşebilmesi, ancak büyük güçlerin devlet adamlarının, tüm ulusların, küçük ya da büyük, bağımsızlığa ve kalkınmaya eşit haklarının olduğunu kabul etmeleri durumunda mümkün olabilir.” Büyük Atatürk’ün bu sözleri sarf etmesinden 20 yıl sonra ise, Türkiye, Cezayir’in bağımsızlık savaşımına karşı Fransa’nın yanında yer almayı yeğlemişti. Oysa, Cezayir ulusal kurtuluş hareketi liderleri, hareketlerinin başlangıcında Türkiye’nin verdiği ulusal bağımsızlık savaşını kendilerine örnek almıştı. Cezayir kurtuluş hareketinin önderlerinden Messali Hadj, Mustafa Kemal Atatürk’ün Müslüman dünyası için bir ilham kaynağı olduğunu dile getirmiş ve kendi hareketlerinin Atatürk’ün yolunu izlediğini belirtmişti. Demokrat Parti döneminde uygulanan Batı yanlısı dış politika, Türkiye’de dış politikayı oluşturanların ulusal çıkarlardan çok, Batı’nın çıkarlarını gözettiklerinin açık bir göstergesiydi. Ne yazık ki, 1950’li yıllardan bugüne değin Türkiye’yi yönetenler, dış politikada aynı yanlış tutumu sürdürmüş ve devletimizin ulusal çıkarları ikinci plana atılmıştır! Türkiye’nin tutumu DP yönetimi Türkiye, başlangıçta Bandung Konferansı’na katılmak niyetinde değildi ve kendisine yapılan daveti reddetmişti, çünkü Demokrat Parti yönetimi, tarafsız ve bağlantısız bir dış politika izlemenin mümkün olamayacağını düşünüyordu. Ancak müttefiklerinin ve özellikle ABD’nin baskısı sonucunda, Türk hükümeti 1955 Mart’ında konferansa katılma kararı aldı. Başbakan yardımcısı Fatin Rüştü Zorlu, 1956’da TBMM’de şöyle bir konuşma yapmıştı: “Biz Bandung’a son dakikada gittik. Bu iştiraki müttefiklerimiz çok arzu ettiler, aman gidin dediler, siz gitmediğiniz takdirde, çok fena olacak dediler.” Şimdi sizlere sormak isterim: Bir hükümet, nasıl olur da, bir başka devletin ya da başka devletlerin kararlarıyla kendi kaderini çizebilir ve dış politikasını,
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle