18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 15 ARALIK 2013 PAZAR 12 PAZAR YAZILARI Kilisenin Virajı döndün mü kumarhane umudu reklam K H er ne kadar, sevgili ozanımız Ahmed Arif, “Asfalttan yürüsün aralık / Sevmem, netameli aydır” dese de, Avrupalıların en sevdiği aydır aralık. Hele de Hollandalıların... Kasım ayı ortalarında başlayan Saint Nikolas çocuk bayramı 6 Aralık’ta bitti. Hemen ardından Noel coşkusu başladı. Yollar, sokaklar, caddeler her yer ışıl ışıl. Bütün Avrupa’yı kasıp kavuran ekonomik kriz bile engel olamıyor ışık denizinin çoğalmasına. Noel ağaçları süslenmeye başladı. Birçok Hollandalı, akşam perdelerini açık tutuyor, Noel ağacının yaşama sevinci veren ışıltılarını herkes görsün diye. Yakında 2 haftalık tatil başlayacak. Okullar, fabrikalar, resmi daireler yılbaşı sonrasına kadar kapanacak. Kimileri tatile gidecek, kimisi sıcak aile ortamında Noel’in keyfini çıkaracak. Yani kısaca Noel coşkusu her yeri sarmış durumda. Herkes halinden memnun. Memnun olmayanlar sadece kiliseler. Garip geldi değil mi, Hıristiyan dünyasının en önemli dini bayramı olan Noel’de kiliselerin mutsuz olması... Dinsel baskının yaşamın her alanında hissedildiği o eski “altın çağlar”daki gibi insanlar artık kiliseleri doldurmuyor. 16 milyonluk nüfusunun yaklaşık 1.5 milyonu Müslümanlardan oluşan Hollanda’da inananların oranı yüzde 40 civarında. Kiliselerin büyük bölümü boş ve bu yüzden satılığa çıkarılmış. Sadece kilise satan emlakçılar bile var. Kimi kilise konser salonu olmuş. Kimi eğlence merkezi ve bar. Bazılarının ise dış cephesine dokunulmadan içi lüks konuta dönüştürülmüş, öyle pazarlanıyor. Oysa çok değil daha 1960’ların sonunda, pazar günü kazara kiliseye gitmemişseniz pazartesi sabahı hesap sormak, fırça atmak için papaz kapıya dayanırmış. Kadınlar başını örtmeden sokağa çıkamaz, sokakta sigara içemezmiş. Hamilelik “utanç verici” olarak görülürmüş, kadınlar karınlarını saklamak zorunda kalırmış. İşte, eğitim alanında kadınların sayısı yok denecek kadar azmış (günümüzde de hâlâ Hollanda iş dünyasında kadınlar “2. sınıf” muamelesi görmeye devam ediyor.) O muhteşem “68 baharı” ile başlayan uyanış, kilisenin hayat üzerindeki baskılarını sıyırıp atmaya başlamış. Giderek daha çok Hollandalı dini ve dinsel dayatmaları yaşamından çıkarmış. “İncil Kuşağı” adı verilen koyu dindar bölgelerde hâlâ eski yaşamın izleri devam ediyor. Örnek vermek gerekirse, bu bölgelerde yazın başlayan kızamık salgını artarak sürüyor. Geçenlerde 17 yaşında bir kız öğrenci yaşamını yitirdi kızamıktan. Nedeni, “Tanrı’nın emrine karşı gelmemek için” dindar kesimin aşı olmayı reddetmesi... Kendisi de koyu bir dindar olan Başbakan AMSTERDAM Mark Rutte, sonunda din adamlarına adeta yalvardı, “Cemaatinizi aşı olmaya ikna edin” diye. Ama sert tepki gördü. Rahipler, “Sen kendi işine bak Allah’ın YUSUF işine karışma. Aynı ÖZKAN hassasiyeti, baskıyı niye fuhuşun, uyuşturucunun yasaklanması için göstermiyorsun” diye azarladılar. Bu tür bağnazlıklar, toplumda kilise ve tutucu kesime yönelik tepkiyi, eleştiriyi daha da artırıyor kuşkusuz. Ve yansıması kiliselerin giderek daha da boş kalması olarak ortaya çıkıyor. Durum böyle olunca da kilise yönetimleri mutsuz hissediyor kendini. Hollanda Protestan Kilisesi, bu mutsuzluğu önlemek ve kiliseleri hiç olmazsa Noel’de doldurabilmek için ilginç bir yönteme başvuruyor. Reklam yapacaklar. Evet, evet... 18 Aralık’tan itibaren resmi ve özel ulusal kanallarda kilisenin reklam filmleri yayımlanmaya başlayacak. Noel’in içecek firmalarından süper marketlere kadar birçok kesim tarafından “reklam” amaçlı sahiplenildiğine dikkat çeken kilise sözcüsü Marloes Nouwens, “Noel’in gerçek yeri kilisedir. Gelin kilisede birlikte kutlayalım” çağrısı yapılacağını söylüyor. İşin bir başka ilginç yanı da reklam filmlerinde “haydi kiliseye” çağrısı yapacak olanların kimlikleri. Birbirinden ünlü isimler var. Aktris Gerda Havertong, şarkıcı Sharon Kips, Hıristiyan Demokrat Parti (CDA) lideri Haersma Buma bu isimler arasında. Yıllarca Hollanda’nın en büyük partisi olan CDA, son birkaç yıldır epey kan kaybetti. 5. sıraya kadar geriledi. Şimdi Hollandalılar, CDA’yı henüz toparlayamayan Buma’nın Noel’de halkı kiliseye çekip çekemeyeceğini merak ediyor. imilerine göre Akdeniz’in tatil başkenti... Kimilerine göre “özgür” kumarın cenneti... Kimilerine göre JetSosyete’nin cirit attığı “ülkecik”, kimilerine göre de Formula 1 Dünya Şampiyonası’nın “en can alıcı” parkuru... 35 bin nüfusa sahip Vatikan’dan sonraki en ufak 2. bağımsız devlet olarak kabul edilen Monaco’da her şey “turist”e endeksli. 1297 yılında Cenevizlileri yenip Monaco sahilini ele geçiren Francois Grimaldi, günün birinde bayrağını diktiği kayaların dünyanın en önemli turizm merkezi olacağını bilemezdi ama konum itibarı ile bu küçücük devlet Avrupa’nın en can alıcı merkezi. Öncelikle İtalya ile Fransa arasında doğal bir sınır; denizden doğru geldiğinizde sol tarafı Fransa, sağ tarafı ise İtalya. Monaco tam ortada tek taş yüzüğün göbeğindeki pırlanta. İşin aslına bakarsanız “turizm cenneti” yakıştırması yaptık Monaco’ya ama öyle ahım şahım bir sahil şeridi yok; eğer milyon Avro’luk bir yata sahip değil ve illa ki denize girecekseniz otellerin ve plajların iskelesinden mavi sulara “çivileme” atlamak zorundasınız. Böyle olunca da doğal olarak insanlar turizmin deniz, kum ve güneş dışındaki öğelerine yönleniyor. Örneğin kumar... Dünyanın yetişiyor. Yok işi biraz renklendirip Las Vegas ile birlikte “kumar” cenneti. İrili, ufaklı birçok kumarhane, dünyanın en eski cafelerinden Cafe de Paris’de zaman geçirmek isterseniz sadece dünyanın dört bir yanından kendisini gerçekten 1900’lerdeymiş gelen turistleri ağırlamıyor, hafta sonu gibi hissediyorsunuz. Çünkü bundan kafa dağıtmak için gelen Fransız ve 100 yıl önce ne varsa Monaco’da hepsi İtalyanları da konuk ediyor. Gerçi aynen duruyor. Kimse, tarihi yapıtların “kumar” meraklıları son yıllarda kimyası ile oynamamış, AVM telaşına yaygınlaşan elektronik makinalardan düşmemiş; yeni ve lüks bina yok mu? biraz şikâyetçi ama Büyük Casino, Var elbette ama onlar da gözünüzü hâlâ canlı oyun tutkunlarının gözde rahatsız etmiyor; örneğin 2. Louis mekânı. Kurallar önceki yıllara Stadı’nın bulunduğu alan göre biraz esnetilmiş doldurma ve residance’lar var ve artık gömlek, tişört MONACO ama onlar bile doğal görünüm ve benzeri giysiyle de adına tavanlarını, balkonlarını girebiliyorsunuz. “yeşertmişler” ekilen canlı Kumar merkezi çim ve süs bitkileriyle... olmasının dışında Monaco turunu biraz dünyaca ünlü İtalyan, renklendirip Formula Fransız ve ABD’nin ARİF 1 yarışlarının yapıldığı lüks giyim firmaları KIZILYALIN caddelere geldiğinizde Monaco’da krallığını ise şaşırıyorsunuz. Çünkü ilan etmiş durumda. yarış zamanı gördüğünüz tribünler, Elbette fiyatlar da doğal olarak garajlar, cepler yok. Sanki İzmir yüksek. Ancak, Monaco’ya gidip Kordon’da yürüyorsunuz. Örneğin alış veriş yapmaktansa o vakti cafe kalmış ve bitişlerin gerçekleştiği ve müzelerde değerlendirmek daha padok alanı, yılın 11.5 ayı boyunca mantıklı. Örneğin dünyanın en büyük insanların turladığı, dondurma sualtı müzesini içinde barındıran yediği, kahve içtiği sahil. Hatta tam Kraliyet sarayı sadece genel kültür “start”ın verildiği noktada durup, değil, yüz yıllarca orada yaşayan “Şimdi ışıklar yanıyor ve yarış tarihi dokuyu da aksettiriyor size. başlıyor voooov” diye bağırmaktan Yorulduğunuz anda, yat limanına da alamıyorsunuz kendinizi eğer bakan cafeler, barlar imdadınıza Formula 1 yarışlarına azıcık merakınız var ise. Sonra yarış parkurunda biraz yürüyeyim dediğinizde tünellerle burun burunasınız ki yaya giremiyor, daracık. “Bu kadar dar bir yerde saatte 300 km. giden araçlar nasıl yarışır” derken karşınıza en sert viraj çıkıyor. Sahille Büyük kumarhanenin merkezini birbirine bağlayan yolun virajı abartısız 180 derece. Zaten bu yüzden Monaco Grand Prix’si için “dünyanın en yavaş pisti” diyorlar. Hatta bundan 6070 yıl önce bariyerler şimdiki kadar güvenli değilken dönemeci kaçırıp denize uçan Formula 1 sürücülerinin varlığından bile söz ediliyor. Söz Formula’dan açılmışken, bu mevsimlerde özgürce yürüdüğümüz kaldırımlarda yarış günlerinde durmanın büyük bedelleri var. Kaldırımda yarış izlemek 50 ile 150 Avro arası. Caddelere bakan ev ya da cafe’lerden yarış izlemenin bedeli 1000, otellerden bu zevke ortak olmanın karşılığı ise en az 5 bin Avro. Ve Monte Carlo, her yıl yarıştı, kumardı, kayalıklardan deniz keyfiydi, jetsosyete merakıydı derken yılda neredeyse 10 milyon turist ağırlıyor; ama gelip kalanı, ama evi olanı, ama yatıyla limana yanaşanıyla... [email protected] P NOT: Milletvekilliği, temsilcilik, yazarlık... Bütün sıfatların ötesinde o benim ağabeyim, arkadaşımdı. Saçma kurgularla hazırlanmış siyasi bir intikam davasının kurbanı oldu. Davayı ciddiye almadım. O süreçte en çok üzüldüğüm Yağmur ve Deniz’den uzak kalmasıydı. 9 Aralık’ta bu özlem bitti. Ama işi daha zor. Yağmur ve Deniz’den zorla çalınan o 5 yılın açığını kapatmak için, her kapıdan çıkışında Deniz’in “yine mi gidecek” korkusunu yenmek için çok çaba harcaması gerekecek. Anacığımın deyişiyle, o güzel çocukların babasız geçirdiği günlerin ahı, bu zulmü hazırlayanları ondurmayacak hiçbir zaman. Özgürlüğe hoş geldin Mustafa Ağabey. [email protected] ISA fırtınasıyla, uzman. Yıllık raporları Sven fırtınası çok yankı yaratıyor ve bu beraber geldi. Sven raporlara önem veriliyor. yapacağı hasarı yaptı Raporunu sunması için gitti. Yıkılan ağaçlar, de çok davet alıyor. evler, devrilen elektrik Zaten daha önce dokuz direkleri falan maliyeti ülkeden üst düzeyde bir milyar kron. Şimdi takdir nişanı almış Ivar bekleniyor. O da biraz tahribat yapacaktır olması çalışmalarına verilen önemi gösteriyor. mutlaka. Doğal afetlere alışıyoruz da Birol madalyasını aldığı gün İsveç PISA fırtınası gibi insan ahmaklığının Parlamentosu’nda raporuyla ilgili bir STOCKHOLM yol açtığı felaketlere alışmak sunum yaptı. 2013’ü değerlendirdi, kolay değil. OECD ülkelerinde 15 gelecek yıla ilişkin öngörülerini anlattı. yaşındaki öğrenciler arasında yapılan Çevreci gazeteci Guardian’dan George araştırmadan söz ediyorum. Türkiye Monbiot, Fatih Birol için şöyle yazdı: de araştırma kapsamında olduğundan “Biz çevreciler ne söylersek söyleyelim haberleri okumuşsunuzdur. Orhan dikkate alınmıyor ama Fatih Birol’un OSMAN İKİZ Bursalı da geçen hafta Bilim ve söyledikleriyle hükümetler enerji Teknoloji dergisinin başyazısında politikalarını değiştirebiliyor.” O gün bu konuyu ele almıştı. Türkiye’nin parlamentoda Fatih Birol’un sunumuna durumu parlak değil ama “Beterin beteri var” katılanlara baktım; başta bakan olmak üzere derler ya, İsveç’inki tam öyle. O yüzden PISA enerji bakanlığının üst düzey bürokratlarıyla fırtınasının sarsıntısı geçmedi ve geçeceğe sektörün önde gelenleri oradaydı. “Bomba gibi” de benzemiyor. Kara tablo şöyle: İsveçli 15 denir ya, sunum tam öyleydi; ama asıl bomba yaşındaki dokuzuncu sınıf öğrencileri okuduğunu tartışma bölümünde patladı. Moderatör birden, anlamada OECD ülkeleri içinde sondan dördüncü. Matematikte sondan altıncı. Fen derslerinde de sondan yedinci. Herkesin gözünde büyüttüğü İsveç’in gerçek ve acıklı durumunun resmi bu. Oysa 12 yıl önce PISA araştırmaları başladığında İsveç tepedeydi. Ama düşeceği belliydi... Okullar iki kez dinamitlendi. Affedilmeyecek ilk dinamiti Sosyal Demokrat hükümet koydu. Öğretmenler sendikasının protestosuna rağmen hükümet, Sol Parti’nin de desteğiyle 1989’da okulların belediyelere devri kararını parlamentodan geçirdi. Ve tökezleme başladı. 2006’da iktidara gelen gözü telefonunun ekranında “Mr. Birol haber sağ partiler koalisyonu ise özel okul açmayı geldi GS 10 galip. Turu geçti” diye bomba kolaylaştırdı. Böylelikle tökezlemekten haberi verdi. Fatih Birol’un sevinci görülmeye düşüşe geçildi. Öyle bir düşüş ki, açılmayan değerdi. “Gelecek yıl enerji sorunu Avrupa’yı paraşütle yere çakılma gibi. Kısacası PISA’nın sıkıştıracak’’ uyarısıyla biraz karamsarlığa ortaya çıkardığı sonuç şamar gibi patladı. kapılan dinleyiciler de bu sevinç karşısında Şimdi neredeyse koro halinde “okul devlet gevşedi. Aynı salonda ertesi gün Nobel Barış denetiminde olmalı” sesleri yükseliyor. Ödülü’nü kazanan Kimyasal Silahları Denetleme “İnsan ahmaklığı” dediğim de bu. Bu düşüşün Organizasyonu’nun başkanı Ahmet Üzümcü yolunu Sosyal Demokratlarla daha soldakiler konuştu. Tam bir yıl önce de yine aynı salonda açtı. Sağcıların zaten umurunda değil. Onların Hayrettin Karaca’ya Alternatif Nobel Ödülü çocukları zaten disiplin altında ve okuyorlar. verilmişti. O sırada diz boyu kar yüzünden Okul tahribatından zarar görenler işçi sınıfıyla, uçak seferleri aksamış, Hayrettin Karaca törene orta sınıfın çocukları oldu. Onlar da okulda gelememişti. Ödülünü Tema Yönetim Kurulu başarı aramak yerine, televizyon kanallarında Başkanı Deniz Ataç almıştı. Bir yıl içinde aynı yarışma ve eğlence programlarını seyredip salonda çok önemli ödüller alan dünya çapında Zlatan İbrahimoviç’in attığı gollere sevinip üç Türk için etkinlik düzenlenmesi anılarımızda mutlu oluyorlar. PISA ile içimiz kararmışken, iki yer edecek kuşkusuz. Aslında o salonda ödüllüler Türk’ün hafta içinde aldığı ödüllerle gururlandık. geçidini 2000’de çevreci Birsel Lemke’nin Uluslararası Enerji Ajansı’nın direktörü Fatih başlattığını belirtmek gerekiyor. O da siyanürlü Birol’a çarşamba günü İsveç Kraliyet Nişanı altıncılığa karşı verdiği mücadeleyle Alternatif verildi. Bu tür nişanların derecesi oluyor. Fatih Nobel Ödülü’nü kazanmıştı. Hepsinin ortak yanı Birol’a verilen nişanın derecesi “Komutan”. da Cumhuriyetin yetiştirdiği çocuklar olmaları. “Şövalye”den iki derece yüksek olan bu nişan Sevinmeyelim mi? ancak çok başarılı kişilere veriliyor. Birol, enerji konusunda bütün dünyada saygınlığı olan bir [email protected] Düşüş... 13. yy’nin şatosunu inşa etmek F ransızların tarihi kültürlerine olan bağımlılıkları asırlar geçse de kaybolmadığı gibi nesilden nesile de yaşatılıyor. Her ne kadar İngilizler kültürlerine çok düşkün bir millet olarak biliniyor olsalar da Fransızların da onlardan geri kalan pek bir yanları yok gibi. Bu kültür aşkları öyle bir boyuta vardı ki 1230 yılında Fransa Kralı Philippe Auguste tarafından yaptırılan “Chateau de Guedelon”nun (Guedelon Şatosu) aynısını o dönemin tekniğini, malzemelerini kullanarak, çalışma koşullarını uygulayarak inşaya başladılar. Mimar Jacque Moulin tarafından yapımına 1997’de başlanan şatonun 2025 yılında bitmesi amaçlanıyor. İnşaat yapımında iki arkeolog, bir tarih profesörü ile birlikte şato uzmanı da görev yapıyor. 13. yy. koşulları içinde şato yaptıracağını duyuran mimar ve mal sahibi olan Michel Guyot’a bunun bir deli saçmalığı olduğunu söyleseler de bugünlerde şatonun ikinci katı bitmek üzere... Davet üzerine “Chateau de Guedelon” inşaatının nasıl yapıldığını görmek amacıyla iki günlük ziyaret için Paris’e 350 km. uzaklıktaki Bourgogne bölgesine doğru yola çıktık. Şatolarıyla bilinen bölge aynı zamanda şaraplarıyla da ünlü. Üç buçuk saatlik kara yolculuğundan sonra çevresi ormanlarla kaplı Treigny kasabasına varıyoruz. Bizleri burada şato inşaatının müdüresi Marlyline Martin karşılıyor. Çoğunlukla inşaat alanına girmek yasak, yalnızca haftanın belirli günlerinde ziyarete açık. Giriş ücreti, 12 Avro. Binlerce turist bu inşaatı görmek için bölgeye akın ediyor. Guedelon Şatosu’nun PARİS yapıldığı alana girdiğinizde kendinizi sanki 13. yy. içerisinde yaşıyormuş gibi hissetmeye başlıyorsunuz. Şatonun yapımında kullanılan her şey tamamen o dönemSÜLEYMAN deki inşaat malzemelerinin TOSUNOĞLU örnekleri. Atlı arabaların tekerlekleri bile ağaçtan. Bilgisayar ve cep telefonları kullanılmıyor, çalışanların giysilerinden, akşamları kaldıkları yatakhanelere, yemek yedikleri kaplara kadar her şey o döneme ait. İnşaatı yapan özel ustaların sayısı elli kadar. Gönüllü çalışanların sayısı ise 700’ü buluyor. Gönüllüler başta Fransa’dan olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden, farklı mesleklerden. Siz de gönüllü olmak isterseniz, bir miktar para ödeyerek çalışma iznine başvurabilir, 13. yy. koşulları altında nasıl çalışıldığı merakınızı da gidermiş olursunuz. Keyifle çalışan insanların bir kısmı taş oymaları yapıyor, bir kısmı topraktan harç yaparken diğerleri ise at arabalarıyla ağaç getiriyor. Kış sezonu geldiği için şantiyeye birkaç ay ara verilecek. Akşam olduğunda bu inşaatı başlatan Guyot’un bir diğer şatosunda misafir ediliyoruz. Davetimizin ikinci gününde tekrar şato şantiyesine gidiyoruz, bu kez bizler de 13. yy. elbiselerini giyerek çalışıyoruz. Şatonun pencerelerini takmaya başlıyoruz, diğerlerine göre daha hafif bu iş bile bizi yoruyor ama mola çağrılarımıza şantiye şefinden izin yok... Ardından 13. yy.’dan çıkıp tekrar 21. yy.’da yaşamak üzere Paris’in yolunu tutuyoruz. Şato inşaatıyla Fransızlar dünyada yine bir ilke imza atmışlar. Neredeyse bedavaya getirilen bir Şato projesi, kültür, turizme katkısı... Bu fikrin gerçekten bir deli saçması mı yoksa bir Fransız zekâsı mı olduğuna siz karar verin. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle