17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 KASIM 2013 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Dönüşümün Özü SAYIN Başbakan’ın son günlerde söylediği sözler arasında en geniş açıklama gerektirici olanı kısacık bir tümceydi: “Cumhuriyeti özüne döndürüyoruz.” Yeni yasama yılının açılışı vesilesiyle parti grubunda yaptığı uzun konuşmada çeşitli konulara dokunurken, iktidarın son dönemde politikada ve medyada büyük propagandalarla ülke gündemine getirdiği “demokratikleşme” paketindeki bazı adımları Cumhuriyet karşıtlığıyla ilişkilendirenleri eleştirmiş ve cahillikle suçlamıştı. 23 Nisan 1920 günü Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılışı dolayısıyla “ellerini semaya açmış” kurucuların dua edişlerini anıtlaştıran ünlü fotoğraf da gösteriyordu ki Cumhuriyetin kuruluşunda din ve iman da vardır. ksini söyleyen, “yoktur” diyen, yahut bunu ciddi bir sorun düzeyine çıkaran ve kendi görüşlerini başka kanıtlarla da desteklemek için çırpınanlar var mı? Sorun olmayan durumları yapay ve gereksiz zorlamalarla sorunlaştırmak, asıl yapılması gerekenleri yapmayıp hedef şaşırtarak insanları yanlış yönlere sevk etmek mutlaka çapraşık gerilimlere ve cepheleşmelere bile yol açar. Şimdiki iktidarın yaptıkları veya yapmak istedikleri “Cumhuriyetin özü” gibi son derece abartılı ve iddialı bir terim yerine daha ölçülü ve alçakgönüllü deyimlerle ifade edilemez miydi? Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, yaptıklarının temelini her fırsatta akılcılık ve bilimsellik olarak özetleyip bu kavramları bayraklaştırırken, iktidarca yapılanları Cumhuriyetin özü olarak nitelendirmek bir bakıma taşkın bir karşıtlık ve ölçüsüzlük sergileyen bir tutum sayılmaz mı? Kaş yapalım derken göz çıkarmak değil midir bu? n doğrusu, Sayın Başbakan’ın ağzından çıkan “Cumhuriyetin özüne dönme” biçimindeki tümce parçasını “cumhur”un yani halkın siyasal egemenliğine dönüş biçiminde yorumlamaktan başka çare yoktur, ama bu da ülkemizde şimdi yaşanan gerçek duruma pek uygun düşmez. AB NATO Denkleminde Türkiye AB ile katılım müzakereleri ise 2005’te, AKP iktidarı döneminde başladı. Bugün itibarıyla aldığımız yol “bir arpa boyu” denilse yeridir. Sebep? Avrupalılar farklı söylemlerle “kültür farkı” sorununa işaret ediyorlar. Sömürgecilik ve Türkiye A ALİ TUYGAN YUSUF BULUÇ A E lmanya seçimleri Şansölye Merkel’i üçüncü kez iktidara taşıdı. Anlaşılan kendisinin “balık tutmaya gideceği günler” henüz gelmiş değil. Merkel’in ilk kararlarından biri, AB’nin Türkiye ile donmuş bulunan müzakere sürecinin bir faslın daha müzakereye açılmasıyla “canlandırılması” oldu. Daha sonra AB, Türkiye İlerleme Raporu’nu açıkladı. Bu arada Türkiye’nin Çin’den füzesavar sistemi almak girişimi TürkiyeNATO ilişkilerinde bazı soru işaretleri yarattı. Genel bir gözlemle başlayalım: Brüksel’de birbirine birkaç kilometre mesafede iki örgüt bulunmakta: NATO ve AB. Bunlardan birincisinde müttefiklerimizle beraberiz, ikincisinde ise biraz abartı ile hasımlarımızla… Oysa NATO’nun 28 üyesinin 21’i aynı zamanda AB üyesi. NATO, 1952’den bu yana Batı ile kurumsal ilişkilerimizin ve güvenlik politikamızın temel taşıdır. AB ile katılım müzakereleri ise 2005’te, AKP iktidarı döneminde başladı. Bugün itibarıyla aldığımız yol “bir arpa boyu” denilse yeridir. Sebep? Avrupalılar farklı söylemlerle “kültür farkı” sorununa işaret ediyorlar. Zamanında Sovyet tehdidine karşı birlikte durmamızın, daha sonra aynı evde oturmak yolunda bir taahhüt içermediğini anlatmaya çalışıyorlar. Bizim buna yanıtımız “Müslüman olduğumuz için istenmediğimiz”dir. Bir başka deyişle “kültür farkı” ile “din farkı”nın aynı şey olduğudur. Oysa gerçek şu: Din farkı kültür farkı algılamasının en ağırlıklı öğesi ama kültür farkı bunun yanında başka unsurlar da içermekte. Hep “ileri demokrasi”den söz ediyoruz. Batı’da böyle bir kavram yok. Sadece demokrasi var. Bunun ötesinde, uzun ömürlü kaldırımlar, bilinçli şehircilik, trafik kurallarına saygı da var. Elbette sorumluluk sadece bizde değil. AB ülkeleri de belirli alanlarda kendini geliştirme ihtiyacına rağmen demokrasi yolunda yeterince mesafe almış bir Türkiye’yi aralarına almanın küresel değerini kavrayamadılar. Arap Baharı ve özellikle Suriye’deki gelişmeler, Batı’daki Türkiye algısını çok daha olumlu kılabilirdi ama tersi oldu. Zira Türkiye, Arap Baharı’nı, yönünü Doğu’ya çevirmek için bir fırsat olarak gördüğü izlenimini yarattı. Suriye ve Mısır’da radikal bir noktaya kaydı. Gezi olayına gösterilen aşırı tepki ise “yarı demokrat” imajımıza darbe indirdi. Pek farkında olmadığımız bir husus, Suriye’deki şiddetin Batı’da İslam dünyasına iyi gözle bakmayanların davasına ne denli hizmet ettiğidir. Televizyonlar aracılığıyla evlere taşınan vahşet görüntülerinin esasen mevcut önyargıları, derin kuşkuları nasıl açığa çıkardığıdır. Biz, “Bunu yapan Müslüman olamaz” diyoruz. Buna karşın Batı medyasında, radikal İslamı “başlıca yeni tehdit” olarak niteleyenlerin sayısı artmakta. Böyle bir ortamda, yeni bir faslın açılmasını ileri bir hamle olarak takdim etmek maalesef bir kandırmacadır. AB’nin bununla güttüğü amaç, Türkiye’nin Batı’dan tamamen kopmasını önlemektir. İlerleme Raporu da bu anlayışla kaleme alınmıştır. Hükümetin istediği ise AB sürecinin devam etmesinin siyasi getirisinden asgari bedelle istifade etmek ve AB mevzuatını yeni düzenlemelere, yeni yasalara “ihtiyaca göre”, “seçici biçimde” dayanak olarak kullanmaktır. Özetle, gerek AB’de gerek hükümette Türkiye’nin üyeliği konusunda kalıcı bir siyasi iradenin varlığı tartışmalıdır. Şimdi buna Çin füzeleri nedeniyle TürkiyeNATO ilişkilerindeki kontrollü gerilim eklendi. Her iki örgütle ilişkilerimiz farklı mecralarda ilerliyor görünse de bunlar arasında Avrupa siyasi tarihinin şekillendirdiği bir bütünlüğün mevcudiyeti yadsınamaz. AB’nin NATO ile karşılıklı tamamlayıcılık temelinde geliştirmekte olduğu dış ve güvenlik politikası da bu bütünlüğü güçlendirmektedir. Hal böyle iken Türkiye, hava savunmasını Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) üretimi füzelerle sağlamaya yönelmekle Batılı müttefik ve ortaklarıyla ilişkilerini bu kez NATO zemininde zora sokacak bir adım atmıştır. Her şeyden önce açıklığa kavuşturulması gereken, Çin füze sistemine neden ihtiyaç duyduğumuzdur. Patriotların Türkiye’de olduğu bir konjonktürde bile ittifaka güvensizlik mi duymaktayız? Kendi başına bu tür yeteneklerini geliştirmekte olan komşumuz İran’a mı özenmekteyiz? Bu sistemlere sahip olmayı küresel bir güç veya “dünyanın merkezi” olmanın koşullarından biri olarak mı görmekteyiz? Bu tür pahalı ve yüksek teknoloji içe ren savunma sistemleri üreticilerinin ve bilhassa müttefiklerimizin, fiyat konusunda fırsatçı bir tüccar gibi hareket ettikleri, teknoloji paylaşımında ise hasis davrandıkları bilinmektedir. İhaleye katılan Rus ve Çin kökenli tedarikçilerin de bu konuda Batılılardan daha cömert olamayacaklarını varsaymak durumundayız. Onların “fiyat indirimleri” daha çok siyasi getiri amaçlıdır. Bizler füze teknolojisi uzmanı olmadığımız cihetle, Çin sisteminin teknik özelliklerini irdelemek yerine genel bazı kıstaslar üzerinden bir değerlendirme yapabiliriz. Savunma dünyasında FD2000 olarak bilinen bu sistem sadece ÇHC Silahlı Kuvvetleri tarafından kullanılmaktakdır. Teknoloji paylaşımında Çinli üreticinin yüzde 50 gibi yüksek bir ortak üretim vaadinde bulunmasının füze teknolojisi arayışındaki Türk yöneticelere cazip gelmesi doğaldır. Teknolojinin en yaşamsal malzeme ve yazılım unsurlarını dışarda tutarak söz konusu orana ulaşmak mümkün olmakla birlikte, böyle bir düzenleme Türkiye’nin beklentilerini karşılamayacaktır. Bunun yanında, Çinli üreticinin, Türkiye’nin de taraf olduğu Füze Teknolojisi Kontrol Rejimi’nin (MTCR) rehber ilkelerine ve kitle imha silahlarının yayılmasının yasaklanması konusundaki önlemlerine uygun olmayan girişimleri nedeniyle ABD’nin yaptırımlarına muhatap olması ise hükümetin tercihini en hafif deyimle “tartışmalı” kılmaktadır. Çin sisteminin, yekpare bir sistem olan ve doğal olarak ülkemizi de kapsama alanına dahil eden NATO hava savunma şemsiyesine entegre edilebilmesi, teknik deyimiyle “interoperability” (birlikte çalışabilirlik) konusunda da NATO makamlarıyla Türk yöneticiler arasında bir sağırlar diyaloğu yaşandığı görülmektedir. Burada söylenebilecek olan, entegrasyon ve birlikte çalışılabilirliğin, bir mühendislik işi olduğundan daha çok birer siyasi olgu olduklarıdır. NATO hava savunma örtüsüne ne yazık ki Türkiye komuta etmemektedir. Dolayısıyla NATO’nun kapsayıcı bütünlüğünden kopmuş bir hava savunma sisteminin kendi başına değeri söz götürür. Bütün bunların anlamı, TürkiyeBatı ilişkilerinin temelini oluşturan NATO ve AB sütunlarının bir dayanıklılık sınavıyla karşı karşıya bulunduğudur. En azından, NATO ortaklarımıza ait Patriot füzeleriyle ülkemize güvenlik sağladığımız mevcut konjonktürde, bu son sorunu ittifakla ilişkilerimizde bir bunalıma dönüştürmeden düzlüğe çıkarmanın yolu, herhalde Sayın Cumhurbaşkanımızın konuya ilişkin açıklamasında yer verdiği esneklik unsurlarını akılcı ve zamanlıca kullanabilmemizden geçecektir. G Dr. Ayşe Atalay Türkiye’nin beklentileri Çin füzeleri üzel ülkemiz çağdaş uygarlığın gerisine düşürülmek istenmekte, her geçen gün evrensel değerlerden uzaklaştırılmak istenmektedir. Türkiye en başta kültürel açıdan sistematik bir kuşatma içindedir. Lozan utkusunu bir türlü içine sindiremeyen Batılı sömürgecilerin asıl amacı da genç Türkiye Cumhuriyeti’ni ve onun kuruluş ilkelerini Türk ulusuna unutturmak ve bu ilkeleri dumura uğratmaktı. 1950’den sonra demokrasi adına izlenen aymazlık politikaları ekonomik, siyasal ve toplumsal sonuçlarıyla Türkiye’yi bugünlere getirmiştir. Bu karşıdevrimin acı sonuçlarını ülkemiz gittikçe derinleşen adaletsiz gelir dağılımı sonucu cehaletin, boş inançların korkunç bir şekilde yaygınlaşması ve niteliksizliğin, bayağılığın, yüzeyselliğin, seviyesizliğin adeta ödüllendirildiği, başkasının hakkına tecavüz etmenin açıkgözlülük, akıllılık sayıldığı, uygarca her davranış ve sözün aptallık olarak görüldüğü, altta kalanın canı çıksın deyişinde kendini gösteren bir vicdansızlığın, güçlünün daima haklı görüldüğü orman kanunlarının bir ahtapot gibi toplumun kolektif bilincini kuşattığı bir değerler yitimi ile beraber yaşamaktadır. Türk halkını kültürel açıdan çökertmek amacını güden bu planların ne yazık ki gerçekleşmekte olduğu yaşadıklarımızdan yola çıkılarak ileri sürülebilir. Atatürk’ün genç Türkiye Cumhuriyeti için belirlediği ilkeler, başta ulusçuluk ve laiklik olmak üzere sömürgeci güçlerin sürekli önlerine çıkan başlıca engellerdi. Bütün bunlara ek olarak Türkiye’nin sömürgeci devletler açısından yaşamsal önem taşıyan jeopolitik konumu da Türkiye üzerine oynadıkları oyunların nedenlerini görmemizi kolaylaştıran unsurlar olarak görülebilir ve görülebilirdi. Asıl amaç Türkiye’yi jeopolitik konumundan gelen gücü kullanmasına engel olacak konuma getirmektir. Bunun için belirli çevrelerde ulusdevlet, tam bağımsızlık, laiklik gibi Cumhuriyetimiz için yaşamsal öneme sahip ilkelerin içi boşaltılarak, yerlerine ılımlı İslam, küreselleşme gibi son amacı güzel ülkemizi yeniden ve eskisinden daha vahim sonuçlara yol açacak biçimde sömürgeci devletlerin kucağına atmak olan gayretler görülmekte ve bu yönde politikalar izlenmektedir. Ulus bilincinin yerine ümmetçilik konulmak istenmekte, birey yerine kul arzu edilmekte, halkın ancak akşamını ya da sabahını düşünecek bir ekonomik düzende yaşaması gayreti içine girilmekte, kişilikli, onurlu, dürüst, ülkesini seven insanlar çeşitli biçimlerde sistemden dışlanmakta ve cezalandırılmakta; özgür usla, bilimsel verilerle düşünen toplum yerine kör inancın, bağnazlığın derin karanlıklarında bocalayan, uyuşuk bir toplum istenmektedir. Sömürgeci gücün en korktuğu silah us, en çok desteklediği payanda ise körü körüne inançtır. Çünkü inanç körü körüne boyun eğmeyi öngörürken, us her zaman özgürlüğe ve aydınlığa giden yolun anahtarı olmuştur. Sömürgenler ve onların yerli işbirlikçileri her zaman özgür ustan ve onun beraberinde getirdiği aydınlıktan korkarlar. Kısacası amaç toplumun kolektif bilincine ve kimliğine neşter vurmak, kolektif bilinci kendi istedikleri doğrultuda şekillendirmektir. Gerek türbanın kamuda serbest bırakılması gerekse okullardan Andımız’ın kaldırılması hep Türk toplumunun kolektif bilincini şekillendirmek amacını gütmektedir. Bundan ötürü de Atatürk sömürgen devletlere göre tehlikeli bir önderdir. Çünkü o her zaman özgür usun ve bilimin önderliğini yeğlemiştir. Makyavelist dünya görüşünün toplumda egemen kılındığı, usa, bilime düşmanca yaklaşıldığı, her türlü değer yitiminin egemen olduğu bir toplumda tarih bilinci, yurtseverlik, insan sevgisi, bağımsızlık gibi bir toplumu ayakta, dipdiri tutan değerleri yerleştirmek ve bu değerleri korumak ne ölçüde olanaklıdır? Bir toplumu bir arada tutan bağ dokusu bir kez zedelendiği takdirde o bağ dokusunu onarmak çok zor olabilir. Atatürk’ün önderliğinde onca yoksunluğa karşın kazanılan utku ise o bağ dokusunun gücüydü. Sömürgenler başlangıçta kaleyi büyük ölçüde dışarıdan kuşatmışlardı. Oysa günümüzde kale çok tehlikeli bir biçimde içerden kuşatma altındadır. Bu kez daha sistematik bir oluşumla karşı karşıya kaldığımız aşikârdır. Bu bakımdan laiklik son derece önemlidir. Oysa laiklik halkımıza belirli çevreler tarafından dinsizlik olarak gösterilmekte, tam bağımsızlık yerine karşılıklı bağımlılık görüşü öne sürülmekte, böylece Türk toplumu Arap toplumları gibi dinsel dogmaların ağır bastığı, bağımlılığın kucağına oturtulmuş bir toplum haline getirilmek istenmektedir. Türkiye kendisine biçilen bu giysiyi giymeyecektir. Ümmetçilik
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle