17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 27 KASIM 2013 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Kutsal Emanet BAŞLIK, çok klasik ve kimimize abartılı gelebilir. Bundan ötürü omuz silkip şu yazılanlara hiç aldırış etmeyebilirsiniz. Ama sakın ha, çünkü konu hepimiz için önemli ve kritik: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, her ne pahasına olursa olsun, mutlaka yaşatılması herkesi ferahlatacak. KTC’nin kurulması, özde ilgili taraflardan hemen hemen hepsi yararına büyük ölçüde çözülmüş olmakla birlikte, süründürülen “Kıbrıs sorunu”nun sağlam sonuca bağlanması açısından gerçekleştirilmiş son derece yararlı bir adım olmuştur. Böyle olduğu için, bu devletin uluslararası alanda bütün öbür taraflarca eksiksiz biçimde resmen “tanınması” gerekiyor. Tanınmalı ki, güney komşusu olan ve aslında adadaki “Rum toplumunun devleti” sayılması gereken “Kıbrıs Cumhuriyeti” ile eşit düzeyde bir “iyi komşuluk ve saldırmazlık paktı” imzalayabilsin. Evet, KKTC öyle bir pakt metni hazırlayıp yürürlüğe sokulmasını ve sürecin başından beri “garantör” olarak bilinen devletlerce “güvence” altına alınmasını önerebilir. Böyle bir barış paktının imzalanması mantıken güneydeki “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin kuzeydeki devletin adına benzer biçimde “Güney Kıbrıs Yunan Cumhuriyeti” adını almasını gerektirse de, bu güçlük onur kırıcı yollara başvurmadan “iyi komşuluk ve saldırmazlık paktına” eklenmek üzere açıklama niteliğinde duyarlı üslupla kaleme alınmış bazı hükümlerle aşılır ve imzacı taraflar siyasal ya da hukuksal ilkelere uygun davranma yükümlülüğü altına alınır ya da kendiliklerinden girebilirler. ütün bunlar, iki devletli çözümün ille federatif ya da konfederatif çarelerin sonsuzluğunda kaybolmasını önlemek içindir. İki devletli çözümün bu yumuşak türünü seçenler, hem türün eskiliğinden güç almakla birlikte barışçılığa dayalı uygarca bir yaklaşımı çağdaş yöntemlerle kolaylaştırarak dünden kalma takıntıları çözecekler, hem de yeni sorunların oluşmasını önleyeceklerdir. Kıbrıs’taki iki devletliliğin bu tür akılcılığı, emanetlerin kutsallığını katmerlendireceğe benziyor. K İ İran Nükleer Programında Uzlaşmanın İlk Adımı Cenevre’de üzerinde mutabık kalınan “Ortak Eylem Planı”, diplomasinin bu tarifinin karşılıklı siyasi iradeyle yaşama geçirilişinin somut örneğidir. Buna olanak veren, Obama yönetiminin diplomasiyi savaşın önüne koyan dış siyaseti yanında, İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Ruhani’nin ve seçkin bir diplomat olan Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in varlığının yarattığı fırsat penceresidir. ALİ TUYGAN (Eski Dışişleri Müsteşarı) YUSUF BULUÇ (Emekli Büyükelçi) lında Türkiye’nin birçok komşusu ile bizim pek farkında olmadığımız benzer rekabetler içinde bulunduğunu kaydetmek gerekir. Bunun nedeni Atatürk Cumhuriyetinin laik demokrasisi, Batı ile yakın ilişkileri, NATO üyeliği, AB katılım süreci ile kendisini farklı, daha ileri bir noktaya taşımış olmasıdır. Bölgesel rekabet anlaşılabilir bir şey olmakla birlikte bunun içeriği, düzeyi de önemlidir. İran, özellikle 1979 devriminden sonra Türkiye’de de benzer bir gelişmeyi tetiklemek amacıyla uzun süre çaba göstermiştir. Bu çabanın durulması için neredeyse yirmi yıl sabırla beklememiz gerekmiştir. Türkİran rekabeti devam edecektir; yeter ki bu rekabet daha ileri demokratik standartlar yakalama gibi olumlu unsurlar da içerebilsin. İran nükleer programının zamanla mesafe alması, İran yönetiminin ABD ve İsrail karşıtı söylemi İran’ı giderek izole etmeye, Batılıların başını çektiği ekonomik yaptırımlar ise ülkeyi ekonomik açıdan zorlamaya başlamıştır. Diplomasinin siyasi konjonktürün yarattığı fırsatları görmek ve bunu kazançlı bir istikamete yöneltmek, ideali değil gerçekçi ve şartların elverdiği azami hedefleri kovalamak olduğu hep söylenegelir. Cenevre’de üzerinde mutabık kalınan “Ortak Eylem Planı”, diplomasinin bu tarifinin karşılıklı siyasi iradeyle yaşama geçirilişinin somut örneğidir. Buna olanak veren, Obama yönetiminin diplomasiyi savaşın önüne koyan dış siyaseti yanında, İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Ruhani’nin ve seçkin bir diplomat olan Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in varlığının yarattığı fırsat penceresidir. Unutmayalım: İran, ABD’nin bir dönemde “şer ekseni” olarak nitelendirdiği üç ülkeden biriydi. ABD ise İran için “büyük şeytan”dı. Bugün ise diyalog yapmayı, diplomasiyi zorlamayı tercih ediyorlar. İran sıkıştığı köşeden çıkmak için çaba gösterirken biz ise dış politikamızdaki hesapsız, aşırı iddialı girişimlerimizle dosttan çok düşman kazanmaktayız. Suriye ile neredeyse çatışma halindeyiz. İsrail ve Mısır’la bu ilişkiler en alt düzeyde. Bunun adı da “değerli yalnızlık”. Bütün bunları demokrasi adına yaptığımızı söylediğimizde inandırıcı olabiliyor muyuz? Mürekkebi henüz kurumamış “Ortak Eylem Planı” hakkında nihai bir hüküm vermek, işlerliğine dair öngörülerde bulunmak için vakit erkense de bu gelişmenin bölgesel barış ve güvenlik bakımından önemini küçümsemek veya kimilerinin yaptığı gibi kerhen memnuniyet beyan etmek de o nispette isabetsiz bir tutum olacaktır. Giderek ağırlaşan, baskılı bir yaptırım rejimiyle destekli diplomasinin başarısı sayılacak bu uzlaşı, nükleer silah ülkesi olma hedefine hızla yaklaştığı endişesini şimdiye kadarki eylem ve açıklamalarıyla gideremeyen İran’ın P5+1 tarafından temsil edilen uluslararası toplumla ilişkilerini normalleştirmesinde bir ilk aşamadır. Varılan mutabakatın denetlenebilir olmasının sağladığı güven faktörünün yanı sıra önümüzdeki bir yıl içerisinde varılması hedeflenen “kapsamlı çözüm”ün omurgasını da müzakere tezgâhına oldukça ayrıntılı bir içerikle yerleştiren bu metin, Türkiye’nin de taraf olduğu Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nı ve onun uygulamasını uluslararası toplum adına denetleyen IAEA’yı güçlendirme kazancını da beraberinde getirmektedir. Bu kazanımın değeri, bölge ülkesi olan Türkiye bakımından daha da yüksektir. İran’la paylaştığımız bölgenin jeostratejik tablosunu ve yansımaları itibarıyla daha da ötesini yakından etkileme potansiyeline sahip bu uzlaşının harekete geçirmesi beklenen siyasi dinamiklerin, başta Suriye iç savaşı olmak üzere bölge barış ve istikrarını ve özellikle ülkemizin güvenliğini tehdit eden bunalımların çözümünü kolaylaştıran bir sinerji yaratmasını temenni etmekteyiz. Ancak, bizim Türkiye olarak asla ve asla unutmamamız gerek temel gerçek, dış politika alanındaki gücümüzün içerde güçlü, yani laik, demokrat ve özgürlükçü bir ülke olmamızla doğrudan bağlantılı olduğudur. Stratejik konumumuz, ekonomik performansımız, askeri gücümüz, mega projeler, nükleer enerji santralları, bir enerji hattı hattına dönüşmemiz de kuşkusuz önemlidir ancak bunların tümü, gerçek bir demokrasi olmanın getirisini, yumuşak gücün etkinliğini sağlayamaz. Nitekim, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 1 Ekim 2013 tarihinde TBMM’nin yeni yasama dönemine girişi vesilesiyle yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Esasen bizim açımızdan en temel dış politika önceliğinin de bize yumuşak ve erdemli güç olma özelliği sağlayan bu konumumuzu korumak ve bugüne kadar elde ettiğimiz kazanımları muhafaza etmek olduğu kanaatindeyim. Türkiye ancak bu yolla, çevresinin demokratik değişim ve dönüşümüne katkı sağlar.” B ran ve P5+1, yani Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ve Almanya, 23 Kasım 2013 tarihinde İran’ın nükleer programına ilişkin “Ortak Eylem Planı” üzerinde mutabakata vardılar. Bu belge, teknik ayrıntıyı bir yana bırakacak olursak, İran’ın, nükleer silah üretiminin olmazsa olmazı uranyum zenginleştirme faaliyetini durdurmasını, ilerice bir düzeyde zenginleştirilmiş uranyum stoklarını etkisizleştirmesini, zenginleştirme sürecini ilerletmemesini, nükleer tesislerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) yetkililerinin denetimine bugüne kadar olmadığı düzeyde açmasını; buna karşılık P5+1’in de yaptırımlar rejimine getirecekleri esneklikle İran’a yaklaşık 7 milyar dolarlık bir gelir sağlamasını öngörüyor. Cenevre mutabakatı sonrası verilen beyanatlardan, yayımlanan görüntülerden bu gelişmenin büyük memnuniyet yarattığı anlaşılıyor. Ancak, herkes bunun bir ilk adım olduğunu vurgulamaya, aşırı iyimserliği kontrol etmeye özen gösteriyor. Zira bu mutabakat altı ay süreyle geçerli olacak ve ancak karşılıklı rıza ile uzatılabilecek. Nihai anlaşmanın ise bir yıl içinde uygulamaya konulması öngörülmekte. Dünyanın ilgi odağındaki bu gelişmenin siyasi/diplomatik yönünü irdelemeden önce Türkiyeİran ilişkileri hakkında birkaç gözlemimizi dile getirelim: İran, zengin tarih ve uygarlığı ile büyük bir ülkedir. Stratejik bir konuma sahiptir. Osmanlılar ve Safeviler, aralarında uzun savaşlardan sonra, 1639’da, bugünkü Türkİran sınırını tanımlayan Kasrı Şirin Antlaşması’nı imzalamışlardır. Dolayısıyla, ikili ilişkilerde güven verici beyanlara ihtiyaç duyulduğunda, bu antlaşmaya değinmek bir alışkanlık haline gelmiştir. Ama şu da bir gerçektir: İran ile Türkiye arasında işbirliği yanında geleneksel bir rekabet de hep mevcuttur. Bu rekabet, bölge koşulları dikkate alındığında doğal sayılabilir. As
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle