17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 24 KASIM 2013 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Kıbrıs’ta Çözüm Süreci mi O Ağaç Orada... Ne zaman baksam o ağaç orada. Sanki birini bekliyor gibi. Kim gelip dallarımı kesecek diye. Ormana dönmüş eski kayısı? Eski dostumdur o ağaç, bu ağaç, ötekisi... Bahane aramak bugünkü yaşam sıkıntısına... Çocukluğuma geliyorum. Gerçekte onu kendim çağırıyorum. Renk renktir kişinin aydınlığını yeniden kurmak. Arada bir dostunun, bir sevdiğinin yanında olması. Bu bitmez bir arzudur. El ele tutuşmak arada bir. Tek olmaktan çıkıp çoğalmak budur işte. Uzaklardaydım. Gel dedi bir ses. Sağa sola baktım kimse yok. Hişt hişt diyen de. Ben onları kendi gücümle yarattım. Yazı, şiir, nesir değil, hepsi iç sızlamaları. Günlük eski sıkıntılardan kendini kurtarmak çabası. İşte sabah oldu. Pencereyi açtım. Nefis bir kasım kokusu. Her ayın kokuları ayrıdır. Güzelden çirkine kadar. Sen insansın, sana sunulan güzellikleri istersin, ama seni dinleyen olursa. Sanırsın ki iki satır bir şeyler yazdın mı her şey değişecek, bir kasım güneşi hiç satmayacak... Binlerce satır yazan makinem hep elimin altındadır. Neler mi onlar, o yazdıklarım, sizin okuduklarınız. Yararlı oldu mu? Bir yeni duyarlık kazandırdı mı? Ya da eski duyarlığınız büsbütün bozuldu mu? Böyledir kişi, her an bir başkası olmak... Bir başkası ama kendinin bir başkası. Yaşlanmak mı diyeceksiniz. Sonu yok ya da var yaşamanın. Seç hangisini istersen. Sunulmuş sana hayat bir kez, al da kullan. Kütüphaneme baktım, yeni bir şey var mı diye. Postacı arada bir gelip kapıya bir paket bırakır. Bir yeni kitaptır. Her yeni kitabı alıp beni bir başka yere götürdüğü için beklerim. Yeni bir kitap, yeni bir dünya getirdiği için. Aç Rimbaud’un, Dağlarca’nın dünyasını, hepsi sabahın renkleridir... Bugün de bu kadar. Yoksa defterler dolacak, kalem olsa yorulacağım, ama makine var emrimde. O söz dinler, ne desem ne yapsam taa gençlik günlerinden bu yana. Okursanız ne kazanırsınız bilmem, ama beni okumazsanız hiçbir şey kaybetmem. O kadar işte... Çözülme Sarmalı mı? Kıbrıs konusunun BM Güvenlik Konseyi’nin gündemindeki 50. yılını tamamladığı; KKTC’nin 30 yaşını doldurduğu ve Türkiye’nin 50 yıldır AB kapısında bekletilmekte olduğu gibi olgular da dikkate alınarak artık Türkiye’nin bu defa kendi “milli davası” Kıbrıs konusunda “diklenmeden dik durarak” uluslararası topluma “one minute” demesinin zamanının geldiğine ve hatta geçmekte olduğuna inanmaktayız. TUGAY ULUÇEVİK Emekli Büyükelçi Ö nceki BMGS Kofi Annan’ın 2002 Kasım ayında başlattığı girişimde ortaya çıkan anlaşma metni üzerinde Kıbrıs’ın her iki kesiminde 24 Nisan 2004’te ayrı ayrı yapılan referandumlar, deyim yerindeyse, “turnusol kâğıdı” görevi görmüştü. Referandumların bilinen sonuçları, uluslararası siyasetin başaktörleri tarafından çözüme ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz duruma getirilmiş olan Rumların, Kıbrıs sorununun çözülmesini istemedikleri; status quo’yu çözüme tercih ettikleri gerçeğini yadsınamaz biçimde gözler önüne sermişti. Sonuç, Kıbrıs sorununa BM zemininde çözüm aranmasının nafile bir çaba olduğunu da ortaya koymuştu. Bu sonuçlar, Türk tarafını Kıbrıs sorununa ilişkin diplomaside zirve noktasında yüksek bir zemine çıkarmıştı. Bu noktada, Kıbrıs konusunda Türk tarafı “bir adım” değil bin adım “önde yürüse” dahi çözüm elde edilemeyeceği gerçeği artık idrak edilmiş olarak, KKTC’nin ve Türkiye’nin yeni bir çözüm süreci konusunda müstağni davranmaları; çözüm arayışlarında hiçbir şeyin artık 24 Nisan 2004’ten önceki gibi olmayacağını dünyaya ilan etmiş olmaları gerekirdi. Bu çerçevede, Kıbrıs sorununun Rum halkının verdiği oylarla tercih ettiğini ortaya koyduğu Ada’daki iki egemen devletli status quo temelinde bir anlaşma ile halledilmesine hazır olunduğunun da açıklanması yerinde olurdu. Aynı zamanda, Ankara ve Lefkoşa’nın KKTC için üçüncü devletlerden tanınma isteme sürecini başlatmaları da gerekirdi. Bunlar yapılmadı. Kıbrıs konusunda özellikle AB’nin kıskacından kurtulmak için kararlı bir tutum sergilenmedi. Aksine, birbirlerini “yoldaş” olarak niteleyen Talat ve Hristofyas’ın aynı dönemde kendi devletlerinin başına geçmiş olmalarının Kıbrıs sorununa çözüm sağlayacağı sanılarak çözüm için “fırsat penceresi” edebiyatı başlatıldı. Oysa Hristofyas, egemen siyasi eşitliğe dayalı bir federal yapı içinde Kıbrıslı Türklerle gücü ve refahı paylaşmaya hazır olduklarını gösteren ne bir söz söylemiş ne de davranış ortaya koymuştu. “Kıbrıs’ta Yoldaşlar İşbaşında” ve “Kıbrıs’ta Fırsat Penceresi mi?” başlıklarıyla Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazılarımızda Hristofyas ile çözüm olamayacağını gerekçeli olarak iddia ettik. İstemezdik ama gelişmeler bizi yanıltmadı. Türkiye’de ve KKTC’de, yeni bir müzakere sürecine girişmenin, Annan Planı’nın öngördüğü çözüm şeklinin gerisinde bir çözüm şekline peşinen razı olmak anlamına geleceği; bunun da Türk tarafının pozisyonunu bir çözülme sarmalının etkisine sokacağı gerçeği dikkate alınmadı. Hristofyas’ın istediği şekilde Annan Planı tamamen terk edildi. Böylece Türk tarafı zemin kaybetti, 4 yıla yakın görüşüldü. Yine de ortaya çözüm çıkmadı. Başbakan Erdoğan Şubat 2010’da yaptığı bir konuşmada, Hristofyas’ın daha önceki Rum lideri Papadopulos’un diliyle konuştuğu gerçeğine işaret ederek “Hepsi aynı değirmenden çıktıkları için mamul olarak fark etmiyor” deme ihtiyacını duydu. Hristofyas görev süresinin sona ermesine az bir zaman kala 4 Ocak 2013 tarihinde “5 yıllık iktidarı boyunca KKTC’ye yönelik ambargoların yürürlükte kalması için mücadele ettiklerini” açıkladı. Bunu “başarı” olarak takdim etti. Böylelikle Rumların sözde müzakere sürecini ne amaçla kullandıklarını ibret verici biçimde itiraf etmiş oldu. Bu yıl 24 Şubat’ta Hristofyas’ın yerine, GKRY’de Kıbrıs Rum siyaset “değirmeninin öncekilerden farklı olmayan mamulü” Nikos Anastasiadis başkan seçildi. Yemin törenindeki konuşmasında adil ve kalıcı bir çözümün sağlanmasına katkıda bulunabileceğinin ciddi işareti olarak değerlendirilebilecek hiçbir unsur göremedik. Buna dair değerlendirmemizi mart ayı içinde kamuoyu ile paylaştık. Anastasiadis’in 9 aylık icraatı da bu satırların kaleme alındığı güne kadar, çözüm için umut ışığı saçmadı. Rum lider görüşmeleri başlatma işini ağırdan almayı sürdürdü. Hal böyle olmakla birlikte, son defa Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun 18 Kasım’da Washington’da dile getirdiği üzere, Türkiye’de ve önemli başkentlerde Kıbrıs sorununun çözümü için “fırsat penceresi” edebiyatı yeniden başlamış bulunmaktadır. Ayrıca, Türkiye’de resmi ağızlardan “Annan Planı olmadı; rafa kaldırıldı; o zaman Ban Kimoon bir plan hazırlar” şeklinde konunun gerçekleriyle ve ciddiyetiyle bağdaşmayan sözler de dile getirilmektedir. Bu söylemlerin sahiplerinin, sonuç vermeden ucu açık biçimde sürüp giden BM zeminindeki müzakerelerin, Rumlar tarafından, Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğü sürdürme; bu suretle KKTC üzerindeki ambargoların devamını sağlama; KKTC’nin Türkiye’den başka devletlerce de tanınmasını önleme; Kıbrıs Türk halkını yorarak, bezdirerek, onlarda teslimiyet duygusu ve çözülme meydana getirme; Türkiye’nin AB sürecini engelleme amaçlarına hizmet eden bir mekanizma olarak kullanıldığının artık farkında olmaları gerekir. Kısa bir süre önce Kıbrıs Türk Futbol Federasyonu başkanının, sanki “KKTC üzerinden futbol ambargosu kalkıyormuş” süsü vermeye çalışarak Rum kesiminin federasyonunun şemsiyesi altına girmeyi kabul eden bir anlaşma yapmış olmasını, RumYunan tarafının çözümsüzlük siyasetinin meyvelerini vermeye başladığının bir işareti olarak değerlendirmekteyiz. Çünkü, bu sorumsuzca tasarrufun KKTC’nin sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (KC) şemsiyesi altına girmeye ve dünya ile ilişkilerini “KC” bayrağı altında yürütmeye razı olmasından farkı yoktur. Konu Kıbrıs Türk halkının kaderini ve Türkiye’nin güvenliği dahil, doğrudan stratejik çıkarlarını ilgilendirmektedir. Konunun insani veçhesi de vardır. Kıbrıs Türk halkının, özellikle genç neslin, kendi devleti içinde doğal kimliğini uluslararası planda elde edemeden kaybolup giden yılları söz konusudur. Konu ilk defa merhum Başbakan Adnan Menderes’in kurduğu 23. Hükümet’in programında “milli dava” kavramıyla nitelenip daha sonraki birçok hükümetin programında da aynı nitelemeyle yer almış olan bir konudur. Kıbrıs konusunun BM Güvenlik Konseyi’nin gündemindeki 50. yılını tamamladığı; KKTC’nin 30 yaşını doldurduğu ve Türkiye’nin 50 yıldır AB kapısında bekletilmekte olduğu gibi olgular da dikkate alınarak artık Türkiye’nin bu defa kendi “milli davası” Kıbrıs konusunda “diklenmeden dik durarak” uluslararası topluma “one minute” demesinin zamanının geldiğine ve hatta geçmekte olduğuna inanmaktayız. İslam ve Demokrasi 4 2011’deki tartışmada benim birinci sorumu “dayatmacı ve kıstırıcı” bulan Karaman şöyle devam ediyordu: “Türkiye şartlarında bana göre doğru soru şudur: ‘Türkiye’de Müslümanların, laik düşünceye sahip insanlarla bir arada, barış içinde, hak ve özgürlüklere saygı göstererek yaşamaya ve demokrasiye rızaları var mıdır?’” Karaman bu satırlarıyla “Müslümanların rızası” kavramını ortaya atıyordu. Biraz sonra göreceğimiz gibi günümüzdeki son yazılarında bu kavramı “çoğunluk” kavramı ile özdeşleştirerek, olayı “mahalle baskısına” bağlayacaktır. Şimdi eski yazılarından devam edelim: “… İnancı ve ideolojisi farklı olan fertler ve gruplar başka türlüsü mümkün olmadığındainançlarını, dünya görüşlerini muhafaza ederek farklı olanlarla ortak alanı düzenleyen bir sözleşme (mesela anayasa) çerçevesinde birlikte yaşayabilirler, bir ülkenin vatandaşları olabilirler...” Böylece Karaman biraz karmaşık bir yoldan da olsa, Müslümanları ve laikleri ayrıştırıyor... Ama “başka türlüsü mümkün olmadığında”, birlikte yaşayabileceklerini söylüyor. Bu anlamda bir “tahammül” olayını devreye sokuyor ve böylece insanların temel hak ve özgürlüklerini çoğunluğun merhametine bırakıyor! HHH Şimdi 8 Kasım 2013 tarihli “Çoğunluğu Kale Almamak” başlıklı çok daha yeni bir yazısına bakalım: “… Liberallere göre onsekiz yaşını doldurmuş insanlar; öğrenci, memur, sivil, yaşlı, genç ne olurlarsa olsunlar, evli olmasalar bir mekânda evli gibi yaşayabilirler. Üstelik bir mekânda yalnız bir çiftin çiftleşmesine (nikâhsız bir çift teşkil etmelerine) değil, birden fazla çiftin yaşamasına da bir engel yoktur. Diyelim ki bu bireysel haktır, toplum içinde azınlık da olsalar demokrasi bunlara bu hakkı tanır. Çoğunluğa göre bu durum ahlaksızlık, rezillik, onursuzluk, ayıp, günah (zina), düşüklük… olarak kabul ediliyorsa durum ne olacak. Ben söyleyeyim: Toplum (apartman, mahalle, çevre…) buna tepki gösterecek, çirkin duruma bir şekilde müdahale edecek, mahalle baskısı yapacaktır. Baskıya maruz kalanlar medyayı ve devlet kurumlarını kullanarak yardım isteyecekler, medya karışacak, devlet kurumları da baskıyı engelleme bakımından gevşek davranacaktır.” HHH Görülüyor ki, Sayın Karaman eski yazılarıyla gayet tutarlı bir biçimde, demokrasi adına çoğunluğa atıf yapıyor ve “mahalle baskısını” devreye sokuyor… Bireyin temel hak ve özgürlükleri yerine çoğunluğun baskısını savunuyor! Arkası salı gününe.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle