19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 17 EKİM 2013 PERŞEMBE 6 Davut Hotaman hedef gösterildi HABERLER Üniversitelerde iktidar baskısı Gezi Direnişi’yle had safhaya ulaştı PROF. DR. BÜŞRA ERSANLI: YTÜ’de kara çarşaf, ferace SİBEL BAHÇETEPE Akademisyenler baskıya direniyor MELTEM YILMAZ Bilimsel özgürlüğe saygı yok Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Büşra Ersanlı’ya göre, üniversitelerin en büyük sorunu yönetimlerin akademisyenlerin görüş ve önerilerini dikkate almayan çalışma yöntemleri. Üniversitelerde liyakatın artık dikkate alınmadığını ve özgür tartışma ortamı yaratılamadığını belirten Ersanlı, Gezi Direnişi sonrasında akademik ortamda da“soğutma, uzaklaştırma, yalnız bırakma, görevini yapamaz hale getirme” türünden baskıların yoğunlaştığını belirtiyor. Prof. Ersanlı’nın sorularımıza yanıtları şöyle: Akademisyenlere geçmeden önce, üniversitelerdeki protesto gösterilerine katılan öğrencilere yönelik son dönemde giderek artan orantısız şiddeti nasıl değerlendirdiğinizi merak ediyorum? Genelde bu ülkede çoğulculuk hazmedilebilmiş değil. Özellikle gençler, çoğu kez baş ağrısı olarak görülüyor. Gençlerden tam bir itaat bekleniyor. Farklı tepkileri kolaylıkla kabul görmüyor. Tabii Gezi Direnişi gençlerin muhalefet anlamında da yeni siyaset anlamında da olgunluk kazandığını gösterdi. Bu özgüven farklılıklarla birlikte barış içinde yaşamaya alışkın olmayan “büyüklerimizi” daha da çok rahatsız ediyor. Ya şiddet uygulanıyor ya sorunlar görmezden geliniyor ya da gençlerin onuru kırılıyor. Bazı ağabeylerin gözünde öğrenciler hâlâ kolay lokma, ya da hizaya getirme konusunda hâlâ umutları var. Tüm öğrencilerin susup itaat edip yeni tornaya girmelerini bekliyorlar, girmeyenin gözünün yaşına bakılmıyor. Ne var ki, Gezi Direnişi’nde ‘TORNA’ yoktu; birçok kişi henüz bu gerçeği anlamadı! Diğer yandan akademisyenler üzerindeki baskı da, Gezi süreciyle birlikte kendini açık bir şekilde gösterdi. Eskişehir ve Ordu örneklerinde olduğu gibi, öğretim üyeleri üzerindeki bu baskı Gezi süreciyle birlikte mi başladı yoksa sizin üzerinizde zaten var olan baskı bu süreçte açığa mı çıktı? Öğretim üyeleri üzerinde baskı zaten vardı. Bu baskının türlü şekilleri var. En yaygın olanı idarecilerin yani yönetimde olanların akademisyenleri zora sokan bazı talepleri olması. Mesela, geçmişte de şimdi de liyakat esasını çiğneyerek bazı yakınlarının işe girmesini veya yüksek lisans, doktora sınavlarında otomatikman kabul edilmesini talep edebiliyorlar. Bu hep vardı ama şimdiki üslup daha buyurgan. Ayrıca genç akademisyen adayları üzerinde yaptırım da uyguluyorlar, mesela Marmara İletişim Fakültesi’nde final sınavları sorunsuz yapıldığı halde bazı araştırma görevlileri hakkında soruşturmalar açıldığını biliyoruz. Bazılarının izni uzatılmıyor veya bazı akademisyenlerin öğrencilere destek imzası vermesi hedef gösterilmelerine neden olabiliyor. Bazı üniversitede fiziksel şiddet yoksa da bu tür “soğutma, uzaklaştırma, yalnız bırakma, görevini yapamaz hale getirme” türünden baskılar Gezi Direnişi’nden sonra artış gösterdi demek mümkün. Türkiye’de bugün demokrasi adına, insan hakları ve düşünce özgürlüğü adına acilen yapılması gerekenleri neler olarak görüyorsunuz? YÖK’ün piyasacı taslağından vazgeçilmesi gerekiyor. İfade özgürlüğü önündeki geleneksel engellerin kaldırılması için anayasada uzlaşma yapılamayan vatandaşlık, eğitim hakkı ve özgürlüğü gibi maddelerin radikal bir biçimde evrensel ilkelerle uyum içinde yorumlanması gerekiyor. Yetişmiş bunca akademisyenin birbirlerinin ideolojik duruşlarına veya dünya görüşlerine saygı göstererek birlikte çalışmanın getirisinin altını çizmek zorunlu. Kimsenin kimseden kurtulamayacağını ahlaken iyi bilmek gerekiyor; soruşturma, uzaklaştırma gibi yaygın idari “heyecanlar”dan kurtulmak lazım. Bilim insanları birbirlerini iyi yaşatmak zorundadırlar, araştırma koşullarını teşvik etmek zorundadırlar, farklılığın özgürlüğünü tatmak zorundadırlar. Mesleğinizle ilgili temel sorunlar ve çözüm önerileriniz ne yönde? Hissettiğim en temel sorun, tecrübe sahibi akademisyenler olduğumuz halde, yönetimin birçok faaliyetini bizlerle tartışmadan uygulamaya koyma alışkanlığına sahip olması ve sonra da bu faaliyetlerde “katkımız yokmuş” gibi dillendirilmesi. Bunun kadar önemlisi liyakat ilkesinin sık sık ihlal edilişi. Hâlâ özgür tartışma ortamlarının yaygınlaştırılmamış oluşu. Gençlerde ise özgüvenle araştırma konusu seçme ruh halinin henüz yaratılamamış oluşu. Otosansürü kırmak için gerekli teşviklerin olmaması. Bilim insanlarının ve onların genç izleyicilerinin, toplumsal sorunların çözümüne hizmet için de araştırma yapmaları gereği ilkesinin sık sık unutulması. Sorunların tespiti de tek bir düşünüşe göre yapılamaz. Bu uluslararası ilkeler henüz sindirilmemiş. Sindirilen tek uluslararası ilke piyasa ilkesi. Bu da bilimsel yaratıcılığın gelişmesinin ilkesel özgürlük koşullarını yerleştirmeye yetecek bir güç değil, olamaz da. Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde türban bir adım öne taşındı, öğrenciler derslere kara çarşafla girmeye başladı. Öğrencileri ferace ve kara çarşafla derse almak istemeyen akademisyenler, sosyal medya ile bazı dinci basın tarafından hedef gösterilerek haklarında “karalama kampanyası” başlatıldı. YTÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim görevlisi Dr. Davut Hotaman’ın dersine ferace ile giren öğrencisi Elif D’yi derste bırakmakla tehdit ederek öğrencisine hakaret ettiği iddia edildi. İddialar üzerine Hotaman’ın, kendini hedef gösteren internet siteleri ve yayın organları hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunduğu ortaya çıktı. YTÜ Eğitim Fakültesi’nin çehresi de siyasi iktidarla birlikte değişti, üniversitede bilimden uzak, dogmaya dayalı uygulamalar yaygınlaşmaya başladı. Kamuda türban serbestliği öncesinde de derslere türbanla giren öğrencilerin olduğu, bu duruma tolerans gösterildiği ve hassasiyetle yaklaşıldığı ancak kara çarşafla derslere girilmek istendiği zaman akademisyenlerle öğrenciler arasında tartışmaların yaşandığı da iddia edildi. Bugün Türkiye’deki üniversitelerde öğrenciler, yalnızca demokratik haklarını kullandıkları için her geçen gün artan bir şekilde fiziksel ve sözel şiddete maruz kalıyor. Ancak bununla da sınırlı değil. Akademisyenler üzerinde uzun zamandır süregelen baskı da, Gezi süreciyle birlikte kendini açık bir şekilde gösterdi, göstermeye devam ediyor. Öğrenci ve öğreticilerin en yetkili ağızlar tarafından hedef gösterilmeleri, gözaltına alınmaları gibi olaylara, öğrencisiz akademik yıl açılışları ile polisin kampuslara giderek daha fazla adım atması da eklenince, Türkiye’de üniversiteler akademik özgürlüğün, bilim yapma ve bilim öğrenme öğretme özgürlüğünün bulunduğu ortamlar olmaktan giderek uzaklaşıyor. Biz de bu konuyu, farklı üniversitelerden öğretim üyeleriyle konuştuk. Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaman Barlas; “Ülkemizde özerk ve özgür olamayan üniversite çok eskiden beri kanayan bir yara. Bu yara malum, 12 Eylül darbesi ve onun ‘DARBE ETKİSİ AKP İLE DEVAM EDİYOR’ Doç. Dr. Ozan Erözden (Yıldız Teknik Üniversitesi): Türkiye’de 12 Eylül 1980’den beri üniversitelerin zapturapt altına alınması için siyasi ve hukuki tüm mekanizmalar işletiliyor. Bu durum AKP iktidarında da aynen devam etmekte. Dolayısıyla, gerek öğrenciler gerek “formata uymayan” öğretim elemanları üzerinde uygulanan baskılar, yıldırma faaliyetleri vb. bugün birdenbire, daha önce hiç rastlanmamış şekilde ortaya çıkan olgular değildir. Gezi süreci, genel olarak siyasette özel olarak da üniversiteler âleminde döngünün kırılması gibi bir ihtimali ortaya çıkardı. Gezi süreci, AKP’ye gerçek muhalefetin AKP’nin saldırdığı eski dogmalar üzerinden yapılamayacağını; AKP’nin panzehirinin, seküler ya da ilahi herhangi bir dogmaya dayanmayan gerçek demokrat zihniyet olduğunu ortaya çıkardı. Üniversiteleri 12 Eylül’den beri içine düştükleri karanlıktan çekip çıkaracak olan da ancak böyle bir zihniyetin iktidarı olacaktır. YÖK’ü ile iyice derinleşti, ağırlaştı” diye başlıyor söze, şöyle devam ediyor: “Üniversiteleri sürekli ve sıkı biçimde denetlenmesi gereken kurumlar olarak gören bu rejimi çeşitli YÖK yönetimleri altında 30 yıldır yaşadık, yaşıyoruz. YÖK’ün yönetim ideolojisi kâh darbeci, kâh milliyetçi, kâh Türkİslam sentezci, kâh daha liberal oldu, ama YÖK’ün temel işlevi ve varlık nedeni hiç değişmedi. Son yıllarda ise daha çarpıcı olarak siyasi iktidar ideolojisiyle iyice bütünleşmiş, yek vücut bir YÖK dönemine girdik. Bunu üstüne bir de üni versite yönetimlerinin büyük kısmının yine siyasi iktidarla ideolojik uyum içinde olduğunu eklerseniz, sorduğunuz vahim manzara kendiliğinde ortaya çıkar. Son yıllarda, özerk ve özgür olmanın önemi ve anlamını kavramış, bu yönde çaba sarf eden üniversite yönetimleri iyice azaldı.” Barlas, bu durumun ögretim üyeleri için geçerli olmadığına dikkat çekti: “Her üniversitede özgür bilim ve özerk üniversite için ısrarla, kararlılıkla mücadele eden öğretim üyeleri var. İşte baskıların, soruşturmaların bir ne ‘Gezi’yle zirve yaptı’ deni bu: Üniversite yönetimlerinin büyük çoğunluğu bu bilinçli öğretim üyesi tabanıyla taban tabana zıt; bu öğretim üyelerini düzen bozan, başkaldıran anarşist eylemciler olarak görüyor ve her fırsatta soruşturma ve benzer tacizlerle baskı uyguluyor. Gerilimler son Gezi olaylarından sonra yeni bir zirve yaptı. Çünkü Gezi olayları özgürlük ve demokrasi arayışında bir milattı ve bu doğal olarak üniversitelere de yansıdı, yansımaya devam ediyor, edecek. Ve doğal olarak bunun karşısında baskıcı yönetimler de baskılarını artırıyorlar.. ” rtık bizim dönemimiz’ Bu yıl eğitimöğretimin ilk günlerinde, 18 Eylül’de Elif D, “Öğretim İlke ve Yöntemleri” dersine ferace ile girdi. Hotaman, ders bittiğinde ferace giyen bir kız öğrencisini tanıyamadığını söyledi. Bunun üzerine öğrencisinin “Geçen yıl türbanlıydım. İnancım gereği bu yıl bu kıyafeti giydim” dediği belirtildi. Bunun üzerine Hotaman, öğrencisine bu tür bir kıyafetle derse girmesinin uygunluğunu üniversite yönetimine sorup sormadığını iletti. Tartışmanın büyümesi üzerine Hotoman’ın “Burada öğretmen yetiştiriyoruz. Senin inancın sana ait ama burası bilim yuvası” dediği, öğrencinin de “Bu derse bundan sonra böyle gireceğim. Bu dönem artık bizim dönemimizdir, istediğimizi yaparız” dediği öne sürüldü. Öğrenci ile sözlü tartışmanın uzaması üzerine Hotaman’ın aynı gün üniversite yönetimine dilekçe vererek “Öğretim İlke ve Yöntemleri” dersine artık girmek istemediğini belirtti. Bu olaydan sonra Yeni Akit başta olmak üzere bazı dinci basın yayın organları “28 Şubat’ın artıkları” gibi manşetler attı. Olayın sosyal medyada da geniş yer bulmasının ardından Hotaman, dekanlığa dilekçe verdi. Dekanlığın inceletme başlattığı olayla ilgili Hotaman’ın yazılı savunma verdiği belirtildi. ‘A ‘Gezi başlangıç değil sonuçtur’ Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Özgür Müftüoğlu, “Son zamanlarda üniversitede yaşanan olaylarda artışın iki nedeni var. Birincisi üniversite öğrencileri haksızlıklarla daha fazla karşı karşıya kalıyor. İkincisi de öğrenciler önceki dönemlere göre daha fazla haklarını aramaya başladı” ifadelerini kullanıyor. “Gezi Direnişi bir başlangıç değil bir sonuçtur” diyen Müftüoğlu, “Gençler başta olmak üzere birçok kesim ki buna akademisyenler de dahildir; uzun yıllardır baskı altındadır. Bu sadece polisiye bir baskı değildir. İşsizlik, sosyal güvencenin, iş güvencesinin olmaması, yoksulluk gibi birçok etken toplum üzerinde büyük bir baskı yaratmaktadır. Bütün bu baskıları yaşayan akademisyenler bir de ayrıca akademik özgürlüklere yönelik baskılarla karşı karşıya kalmaktadır” diye konuşuyor. Tüm bu baskıların 12 Eylül darbesinden bu yana sürdüğünü belirten Müftüoğlu, ancak özellikle 2001 krizi sonrasında kamusal alanın piyasaya açılması, sosyal hakların tırpanlanması, emek süreçlerindeki esneklik uygulamaları ve doğanın sömürüye açılmasıyla birlikte olası tepkileri de engellemek için bu baskıların daha da arttığını belirterek, “Öte yandan Güneydoğu’daki çatışma ortamı da baskıların yükselmesinde etkili olmuştur. ‘Türkiye’de üniversiteler bugün akademik özgürlüğün, bilim yapma ve bilim öğrenmeöğretme özgürlüğünün olduğu ortamlardır diyebiliyor musunuz’ sorusuna yanıtım ise ‘hayır’ olacaktır” diye konuşuyor. DÜŞÜK MAAŞLA HEM GEÇİNMEYE HEM DE BİLİMSEL ARAŞTIRMA YAPMAYA ÇALIŞAN AKADEMİSYENLER MUTSUZ Yoksulluk kıskacındalar FİGEN ATALAY Türkiye’deki üniversite hocaları, sürekli olarak düşük tutulan ücretleri nedeniyle mutsuzlar. Geçim sıkıntısı ve mutsuzluk, onların hem bilim üretmede hem de gençleri nitelikli bireyler olarak yetiştirmede tam verimli olmalarını engelliyor. Bu maaşlarla geçinmek ve hele bir de bilimsel araştırma ve çalışma yapmak neredeyse olanaksız. Eski EğitimSen Genel Başkanı Alaattin Dinçer, Türkiye ve dünyadaki akademisyen maaşları üzerine bir çalışma hazırladı. Hükümetin 11 yıldır akademisyenle re yönelik uyguladığı ücret politikasının “Akademisyeni düşük maaşa mahkum ederek üniversiteyi hizaya getirmeye yönelik’’ olduğunu vurgulayan Dinçer, “Bu politikalar akademik personeli parasal bakımdan çok büyük, çok derin ve çok ciddi bir bunalımın içine sürüklemiştir. Üniversite hocaları, yeni mezun olup işe başlayan öğrencilerinden daha az maaş alma konumuna getirilmiş bulunmaktadırlar” dedi. 15 Ağustos 2013 tarihi itibarıyla 1/4’teki en kıdemli profesör 4729 lira, en kıdemli doçent 3376 lira, en kıdemli yardımcı doçent 2706 lira, en kıdemli öğ retim görevlisi ve okutman 2395 lira ve 4/9’daki en kıdemli araştırma görevlisi de 2331 lira maaş alıyor. Dinçer’in yaptığı çalışmaya göre, bazı ülkelerdeki akademisyenlerin ayda kazandıkları ücretler şöyle: Kanada: 5733 9485 dolar, ABD: 4950 9118 dolar, Güney Afrika Cumhuriyeti: 9330 dolar, Suudi Arabistan: 8524 dolar, İngiltere: 8369 dolar, Malezya: 7864 dolar, Avustralya: 7499 dolar, Hindistan:7433 dolar. Ortalama aylık maaşa bakıldığında, Türkiye’de öğretim üyelerinin aldığı ortalama maaş, incelenen 28 ülke içinde 20. sırada yer alıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle