25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 AĞUSTOS 2012 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Savaş, Barış ve Müstehcenlik... Nerde Şu Demokrasi? Nerde bu demokrasi? Yıllardır arıyoruz, bir türlü ele geçiremiyoruz!.. Bir düş mü yoksa? Gerçekten var mı, yaşamda mı, gözü kulağı, ağzı burnu var mı? Bir insan mı, bir hayvan mı? Bir hayalet mi? Bildim bileli demokrasi aranıyor! Dört bucak, kaç köşe, didik didik ediliyor, bir türlü ele geçirilemiyor... Türkiye’de yüz yıldır aranan, ama neden arandığını, arayanların da bilmediği, daha doğrusu öğrenemediği!.. Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet, cumhuriyet... Tek partiden çok partiye geçiş!.. Herkese oy hakkı!.. Yurttaşın kendini yönetecek olanları seçebilmesi! Yazarın çizerin düşüncelerini çekinmeden yazabilmesi, konuşabilmesi... Korkudan uzak bir toplumun içinde yaşaması... ??? Demokrasidir bütün bunları sağlayacak olan... Ama elimize geçiremiyoruz. Bilmem sahiden istiyor muyuz? Yoksa ister gibi mi yapıyoruz? Nice partiler, sağlı sollu, ortalı... Geldi geçti, gelip geçecek. Demokrasi budur işte, diye konuşuyoruz!.. Kendimizi mi kandırıyoruz, yoksa herkesi mi? Hapishaneler dopdolu, gözümüzün önündeki gerçekler, hayal düş değil! Demokrasiyle yönetilen ülkelerde insanlar aylarca, yıllarca cezaevi hücrelerinde tutulur mu? Üstelik mahkemelerden de ceza almamış, mahkum olmamış!.. Kim yapıyor bu adaletsizliği? Kaçımız soruyoruz bunu, sormaya cesaret edebiliyoruz? Vatandaş bakıyor, okuyor, görüyor, binlerce insanın özgürlüklerden yoksun bırakıldığını... Bu mu demokrasi, diyor! Bu mu kişi özgürlüğü? ??? Arıyoruz demokrasi denen sihirli nesneyi!.. Nesne mi, şey mi, nedir demokrasi? Okullarda, üniversitelerde, hukuk fakültelerinde öğreniliyor. Öte yandan hukuk fakültelerini bitirip doktor, Prof. olanlar da tam bilmiyor demokrasi denen şey nedir?.. Bilir gibi yapıyor! Kimi zaman zaman bildiğini unutuyor, unutmak işine geldiği için. Sen, ben oyalanıp duruyoruz. “Bizim de demokrasimiz var. Batı’dakiler gibi özgür bir toplumda, görüş, düşünce özgürlüğü bulunan bir ülkede yaşıyoruz” diye. Sonra bir de bakıyoruz, düşüncelerinden ötürü yıllarca hapislere tıkılmış insanlar bize gülerek bakıyor! Aldanın, aldatın, bu ülkede demokrasi var diye bir düşte yaşayın, der gibi. Şöyle dermiş Osmanlı: “Bir şeyin vukuu şüyuundan evladır!” Türkçesiyle “Bazı felaketlerin olması, yayılmasından iyidir”. Ya başlıktaki müstehcenlik neyin nesi? Sanırım, barıştan yana görünenlerin savaşa hizmet etmesi! Onun için bilgeler “Olduğun gibi görün; göründüğün gibi ol” diyor. Bozkurt GÜVENÇ onu her açıldığında, Toltoy’un Savaş ve Barış eseriyle Ziya Paşa’nın ünlü çevirisi gelir aklıma: “Barış istersen savaşa hazır ol!” Biraz düşünür ve çaresizlik içinde unutmaya çalışırım. Toplumlar binlerce yıldır, barış için savaşa hazır olmaya çalışmışlar, ama barışı bir türlü koruyamamışlar. Mutluluk koşullarını ararken yeniden Tolstoy çıktı karşıma, “Mutluyum, olanlara sevinir, olmayanı düşünmem” diyor; ama oyaklı düşündürüyor. “Mutsuzluk, yoksulluk değil bolluktur!” Oysa yoksulluğu mutsuzluk sanır, yanılırmışız. Kafka da “Bu dünyada zincire vurulmuş olmak özgürlükten iyidir” diyor, Dava adlı eserinde. Afrodit’in, Sappho’nun, Sade’ın “Müstehcenlik” davaları cinsiyetle ilgiliydi. Semih Sökmen’den öğrendim; kamuda, medyada aşırı tüketimi kadınla pazarlayan saldırgan yayınların “müstehcen” (çirkin, bayağı) olduğunu. Meğer, cinsel müstehcenlik, insan onurunu zedelemeyen, Ali Sirmen”in “Yapması değil de söylemesi ayıp” dediği türden, masum bir çirkinlik imiş. Ve ne geniş bir sınır varmış porno ile sanat arasında. “İhtilal”ci ülkemize “itidal” (ölçü) tav K siye eden bir yurttaşımızın, “din, iman ve kadın” görüşleri değil, ama polis akademisi başkanlığına atanması; ciddi eleştirilere yetkililerden yanıt gelmemesi tam bir müstehcenlik örneğidir. Bazı sözcükleri doğru kullanırsak, “müstehcenlik” kavramının, günlük hayatımız üzerindeki baskıları azalır. Yan baktın, eğri bastın cinayetleri sona erebilir. Doğru ve geniş anlamda müstehcenlik kavramının savaş ve barış ile ilişkisi nedir? Savaş ve barıştan dem vuran yurtiçi haberler ve yurtdışı yorumlar nedense, birdenbire mühtehcen gelmeye başladı gözüme ve kulağıma. Sayın Başbakanımızın ramazanın ilk günü muhteşem bir “resmi güşad”ını yaptığı “Mimar Sinan Camii’ni Mimar Sinan’ın ruhuna ithaf etmesi”nin neresi “müstehcen” olabilir ki? Acaba aynı caminin daha önce İstanbul’a armağan edilecek “İkinci Selimiye” olması mıydı? Bilemiyorum. Atlantik ötesi bir müstehcenlik Müstehcenlikler, hiç şüphesiz bizim kültürümüz ya da medyamızla sınırlı olmadığı gibi, bizi gölgede bırakanlar var. ABD’nin eski bakanlarından Henry Kis singer, Rockefeller Vakfı toplantısında, ülkesinin rakipsiz gücünü kısaca açıklamış: “Güçlüyüz, çünkü ülkemizdeki hainleri öldürür; öteki ülkelerdeki hainleri ise yönetime getiririz.” Kaynağını doğrulayamadığım bu konuşma “gerçek” olsa da olmasa da, bana son derece “müstehcen” geldi.Yani Lincoln’den Kennedy’ye öldürülen bütün Amerikan başkanları hain miydi? Kim, hangi belgeyle, nasıl karar veriyor kimin “hain” olduğuna; kim hangi yetkiyle kararı infaz ediyordu? Öte yandan ünlü Kissinger hangi hak ve yetkiyle karalıyor, karizmatik liderleri ABD’nin seçtiği “hainler” olarak? Ülkeleri bölüp bölükleri birbirine düşürüyorlar. Tam bir “Görevimiz Tehlike” senaryosu. Haber uydurma veya yakıştırma ise daha da yakışıksız yani müstehcen. Böyle bir ABD, hangi yüzle çağdaş demokrasinin, hak ve özgürlüklerin, insan onurunun koruyucu meleği hatta savcısı olabilir. Nereden bakılsa utanç verici, müstesna bir çirkinlik. Dünya savaşını izleyen McCarthy dönemi, “Çirkin Amerikalı” söylemleri çok gerilerde kaldı derken, yeni bir artçı dalga mı? AİHM’de dava açılamadığına göre bu tür müstehcenlikler “medya yalanları” olarak çöpe atılabilir mi? Şöyle dermiş Osmanlı: “Bir şeyin vukuu şüyuundan evladır!” Türkçesiyle “Bazı felaketlerin olması, yayılmasından iyidir”. Ya başlıktaki müstehcenlik neyin nesi? Sanırım, barıştan yana görünenlerin savaşa hizmet etmesi! Onun için bilgeler “Olduğun gibi görün; göründüğün gibi ol” diyor. Yazarımız geçirdiği göz ameliyatı nedeniyle yazılarına bir süre ara vermiştir. Ameliyatı başarılı geçen Bekir Coşkun’a Cumhuriyet ailesi olarak geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Gezi Parkı’nın Gizemi Umran Sölez TAN E. İstanbul Çocuk Mahkemeleri Yargıcı Y Bir Hezimetin Arkasından Baran TUNCER B ir olimpiyat oyunlarından daha yine hüsranla dönüyoruz. Hatta karşılaştığımız durumu hüsran sözcüğü yerine hezimet ile ifade etmek daha doğru olur. Bu defa olimpiyatlara rekor sayıda, 114 kişilik bir sporcu kafilesi ile katılıyorduk. Oysa daha önceki olimpiyatlara katılan sporcularımızın sayısı 5060’ı çevresinde idi. Büyük hayallerle yola çıkılmıştı. Sporcularımızın başında giden Spor Bakanımız kazanılacak başarı için öyküler düzüyordu. Hezimet sonrasında bakalım büyüklerimiz hangi mazeretleri sıralayacak, sporda geleceğimizin ne kadar parlak olduğu masalını anlatmaya devam edecek. Bir önceki Pekin Olimpiyatları’nda sporcularımızın aldığı madalya sayısını yetersiz bulan Başbakanımız sonuçlardan “baş sorumlu” olarak kendisini gösteriyor, “konunun temelden ele alınacağı” sözünü veriyordu. Londra Olimpiyatları sonrasında kendisinin ne söyleyeceğini bilmiyorum ama “sorumluluk” konusundaki teşhisine katılmamak mümkün değil. Geride kalan on yıllık AKP hükümetleri döneminde sporun çeşitli dallarında örgütlenmeler ve tayinler hep bu iktidar tarafından yapılmadı mı? Söz konusu dönemde katıldığımız bu üçüncü olimpiyat oyunları. 2004’te sporcularımız Atina’da 10, 2008 yılında Pekin’de 8 madalya almıştı. Şimdi o günlerdeki sınırlı başarıyı bile arar duruma düştük. Sporun hemen her dalında uluslararası arenada neden bu kadar silik ve başarısız olduğumuz sorgulanmaya değer bir konu. İlk akla gelen sorulardan birisi, bu alanda başarılı ülkelerin belirgin bir özellikleri olup olmadığı. Kabaca da olsa başarılı ülkelerin bazı ortak yanları bulunabilir mi? Bu soruya inandırıcı bir yanıt vermek mümkün değil. Örneğin, sporda gösterilen başarı ile ülkelerin refah düzeyi arasında ilişki kurmak gerçeklerle bağdaşmıyor. En varlıklısından en fakirine kadar sporda büyük başarı gösteren çok sayıda ülke var. Hatta nispeten fakir ülkeleri temsil eden bazı sporculara baktığınızda, iyi beslenip beslenemedikleri bile akla geliyor. Dünyanın en büyük on yedinci ekonomisi olduğunu savunduğumuz ülkemizin sporcularının, alınan madalya sayısına göre hazırlanan listenin sonunda olmasını refah düzeyi ile açıklamak inandırıcı olamaz. Siyasi rejimlere bağlamak Ülkelerin nüfus büyüklüğü de başarı için geçerli bir kıstas gibi gözükmüyor. Nüfusu 1 milyonun altında ülkeler bile madalya üzerine madalya alıyor. Öte yandan, ülkelerin iklimi ve coğrafi konumunun da başarıyla ilgisini bulmak mümkün değil. Dünyanın değişik bölgelerinden gelen atletler başarılı olabileceklerini Londra’da bir kere daha kanıtlamış bulunuyor. Başarıyı siyasi rejimlere bağlamak da yanıltıcı. Her ne kadar Çin ve Kuzey Kore’nin otoriter rejimlerinin sporcuların yetişmesi üzerinde etkili olduğu söylenebilirse de, Güney Kore ve daha birçok otoriter olmayan yönetimler altında da iyi sporcular yetişiyor. Ayrıca, çeşitli ırk, din, ya da etnik kökenin de fazla açıklayıcı gücü olmadığı açık. Bugünlerde devlet büyüklerinin ve yetkililerin gözü 2020 olimpiyat oyunlarının İstanbul’da yapılmasının sağlanmasından öte pek bir şey görmüyor. Önüne gelen böyle bir kararı “hak ettiğimizi” söylüyor. Ben ise hangi sebeple bunu hak ettiğimizi anlayabilmiş değilim. Birkaç madalyanın ötesine geçemeyen bir ülke neye güvenerek böyle bir hakkı elde etmiş olabilir? Doğrusu otoritelerden bu yönde karar almalarını hangi yüzle isteyeğiz, bilmiyorum. Spor sadece seyretmek demek değil ki! TOKİ’ye birkaç tesis yaptırırsak bu işi beceririz sanılıyor. Ülkenin imajına verdiği zarar Bir de olimpiyatlarda alınan başarısızlıkların ülkenin imajına verdiği zararı gözden uzak tutmamak lazım. Dünyada milyarlarca insan olimpiyatları izliyor. Ülke tanıtımı için bundan daha iyi bir fırsat olabilir mi? Uzun yıllardan bu yana, ayağımıza kadar gelen bu fırsatı tepmeye devam ediyoruz. Gelecekte aynı durumla karşılaşmaya devam etmek istenmiyorsa hiç zaman kaybetmeden Başbakan’ın 2008 de söylediği, fakat bir şey yapmadığı konuya “temelinden” el atmak lazım. Herkes gibi benim de bu konuda düşündüklerim var ama kendimi uzman olarak görmüyorum. Başarısızlığın nedenleri gerçekçi bir şekilde araştırılmalı ve sonuca gidecek tedbirler alınmalıdır. Bunun kolay olmadığı ve uzun bir süreç olduğu göz önünde bulundurulursa bir an önce başlamanın kaçınılmazlığı kabul edilmelidir. Bu arada, sonuç ne olursa olsun, varını yoğunu ortaya koyan sporcularımızı kutlamak istiyorum. Hezimetin sorumlusu onlar değil, ülkede sporu yönettiğini sananlar. azın, ağaçlarının tepe yapraklarıyla evime dekor olur. Bir adım önümdedir ama gitmem; dava dosyalarından tanışıklığım vardır, çekinirim. Kışın çekilir, önümüzü açar; Üsküdar’ın ışıklarını görebiliriz; adıyla anılan otel yavaşça genleşip yükselmemiş ve onun gibiler yer kazanıp inşa olmamış olsalar! İçinde kimler yoktur; temizlikçiler, bahçıvanlar, güvenlikçiler, sivil polisler, gelen gidenler, mesken tutanlar, çaycı, sucu, kuruyemişçi, başıboş köpekler, sisteme tepkili gruplar, cinsiyetimi ben belirlerim diyenler, iki çay bahçesi, çevik kuvvet ekipleri, gölge olan ağaçları, gitmezsen göremeyeceğin gitsen de duyamayacağın çiçekleri!.. Hepsi başlı başına bir öykü… Temizliğinden sorumlu olan işçilerden biri, “Temizlik var ama insan temizliği yok” diyor. “Buradan rahat geçemezsin, başın her an belaya girebilir. Başıboşu, serserisi çok. Geçen gün, temizlik arabasından inip, yerdeki boş bidonu almak isterken bir eşcinselin saldırısına uğradım. Kapıyı üstüme kapatmak istedi. ‘Çekil git’ dedim. Spreyi bana tuttu. Ne kadar dengesiz ve pislik insan varsa bu parkta. Çimende oturamazsın, cepçiler var. Bir kere bile çocuklarımı getirmedim.” İçlerinden en genç temizlik işçisi, yaz kış 67 kadının burada yatıp kalktığını, içlerinden birinin çok yaşlı olup 10 yıldır bu parkta barındığını, yine bu parkı kendilerine ev yapmış 67 gencin, bir hafta önce bu kadına tecavüz ettiğini anlatıyor(?!). Parkı mesken tutan kadınlardan biri ile konuşma fırsatım oluyor. Kılığı kıyafeti oldukça temiz ve kirlilik yaymıyor. Bu parkta hemen hemen üç yıldır yaşadığını, İstiklal Caddesi’nde saz çalan bir kadın ve onun 20 yaşlarındaki oğluyla birlikte parkın kuzey kısmına yakın bir yerde yatıp kalktığını, korkmadığını söylüyor. “Türkiye’yi, bu parkı çok seviyorum” diyor. Rusya’da psikoloji eğitimi almış; parktaki çocukların topluma kazandırılmaları için zaman zaman polis tarafından götürüldüklerini, çocukların yine buraya döndüğünü, iyileştirmenin kısa sürede gerçekleşemeyeceği, sabır işi olduğu konusunda konuşuyor. İçinde barındırdığı iki çay bahçesinden biri olan Gezi Café, tüm bu oluşumlara bakarken, Boğaz Kahve bunlardan uzak, Boğaz’a, Üsküdar’a açık! Müşterileri Gezi Cafe’de olduğu gibi burada da bankacı, memur, turist, öğrenci. Arada sırada yolu düşen, nikâh dairesine gelen aileler gibi insanların da çimenlerde bir şeyler yiyip çöplerini bıraktıklarını, yedikleri çekirdeklerin kabuklarını yere attıklarını anlatıyorlar. Konuştuğum güvenlikçi genç, şikâyetlerin daha çok tinercilerden, çiftlerin uygunsuz davranışlarından ve evsizlerden olduğunu anlatıyor. Üç yıl öncesine göre şikâyetlerin azaldığını çünkü şimdi parkta hazır kuvvetin yer aldığını, hiçbir normal genç ve kızın, erkek ya da kız arkadaşıyla gelip bu parkta oturamayacağını söylüyor. Gezi Parkı! Gezi Parkı! Adı Var! Kendi var mı? Varsa, kime var?!! Gezi Parkı, bizim yalnızca ağaçlarını görebildiğimiz bir park oldu hep! Ağaçlarının yeşilliği içine sızmış yoksulluklardan yayılan keder, sıkıntı anlatılmadı hiç!!! Oysa, V. Hugo olsaydı Sefiller’i, yüzde yüz buradan başlatabilir, Oscar Lewis yaşayabilseydi, İşte Hayat’a veya Sançez’in Çocukları gibi araştırmalarına buradan seçtiği karakterlerle devam edebilirdi. Ya ağaçlar yavaş yavaş budanıp burası bir AVM’ye çevrilirse!.. Taksim ve çevresinin akciğerleri kabul edilen, bir deprem olasılığında insanların koşup sığınacakları tek yer olduğu kabul gören, günün stresinden, iş yorgunluğundan bunalan insanların çimeninde uzanıp gölgesinde dinleneceği(!) böyle bir yerin, alışveriş merkezi ve otopark olmasının planlanması usa ve duygularımıza ne kadar aykırı ve buna verilen tepkiler ne kadar haklıysa, bu parkın yoksulluk ve kederle çarçur edilmiş olması da usa ve duyunçlara o kadar aykırı olsa gerek! C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle