28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 4 TEMMUZ 2012 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Katılımcı Demokrasi ve Milli İrade Bir Hizmet ve Fırsat MEDYA gerilim sever. Gerilim olmalı ki, meraklar ve endişeler artsın, tirajlarla reytingler yükselsin. Farkındasınızdır elbet, bu gazete, moda deyimle, “bir ilki gerçekleştirdi” ve gerilimin yumuşamasına katkı verip merakların ve endişelerin azalmasına yol açmış oldu. Hiç kuşkusuz, oğul Esad’la yapılan mülakat, Ortadoğu tarihine unutulmaz bir hizmet sayılır. eşşar Esad’ın ne ölçüde içtenlikli, titiz ve yapıcı davranmaya çaba gösterdiği belli değil mi? Hatta, olumlu bir yorumla, “üstü örtük bir özür dileme” anlamına geldiği bile söylenebilir bunun. Tabii, olumlu olmak istenirse. Ne yazık ki, çevremizdeki, hatta yanımızdaki büyük devletlerce paylaşılan bir beklenti değil bu. İki komşu arasında hır çıksın, silahlar konuşsun, ortalık karışsın, insanlar ölsün ve hırslarla hınçlar artsın ki, sınırları ve egemenlikleri yeniden düzenleme olanağı yeniden geçsin büyüklerin eline. Daha yüz yılı bile doldurmamış bir tarihin sayfalarını entrikalarla, gizli anlaşmalarla, toplumları tokuşturmak, egemenlikleri değiştirip doğal kaynakları paylaşmada parsa toplamaya çalışanlar aşağı yukarı hep öyle büyükler olmuştur. İngilizlerle Fransızlar arasındaki SykesPicot Paktı’nı, daha da eskilere inip Osmanlı topraklarının paylaşılması için AvusturyaMacaristan İmparatorluğu ile yeniyetme İtalya Krallığı arasında kurulan haramilikleri kolay kolay unutabilir miyiz? imdi öyle bir tarih zemininde ve böyle bir CumhuriyetBeşşar mülakatı ortamında, bütün bölgenin talihini etkileyebilecek bir adım atma fırsatı doğmadı mı Ankara için? Sayın Başbakan Erdoğan Şam’a mesaj göndererek Hatay sınırında buluşup konuşmayı öneremez mi? Türkiye’nin ABD’li, NATO’lu, AB’li yandaşlarını da haberdar ederek, son yıl boyunca Suriye’de olup bitenleri, toplumun nasıl olup da birbirine düşürüldüğünü bir de orayı yönetenlerden dinlemek. Köşeye sıkıştırılmışın nasıl panterleşme doğurduğunu anlamak. Sonra da, bölgenin en bilgesi olarak bütün taraflara centilmence tavsiyelerde bulunmak yahut efendice çözümler önermek. Hepsi, Türkiye’nin kolaylıkla yapabileceği işler. En çok yakışan da bunlar. Husumetten zillete kadar uzanan çirkin roller değil. Yeni anayasa Türkiye’nin bu tür demokrasi ayıplarından kurtulması için bir fırsattır. Yeni anayasa ile yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında, birbirlerini denetleyip yanlışları önleyecek bir güç dengesi kurulmalı ve uygulamada bu denge özenle korunmalıdır. Dr. Mehmet KABASAKAL Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi T B Ş ürkiye, Cumhuriyetle birlikte ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda pek çok gelişme kaydetti. 1930’larda temel sanayilerini kurdu, 1945 sonrasında çok partili demok ratik hayata geçerek demokrasisini geliştirdi. 66 yıllık çok partili siyaset tecrübemize rağmen hâlâ tartışmalı bazı konularımız var. Cumhuriyet halk egemenliğine dayalı bir rejimdir; demokrasi ise çoğunluk yönetimine verilen addır. Tarihsel süreç içinde, zaten sınırlı sayıda yurttaşın oy hakkına sahip olduğu site devletleri kaybolup ulusal devletler ortaya çıkınca, “doğrudan demokrasi” de “temsili demokrasi”ye dönüşmüştür. Gerçi, temsil konusu, akademik olarak “fiziki temsil mi, fikrin temsili mi?” tartışmasıyla sürse de parlamentolarda görev yapan milletvekilleri kendilerine oy veren yurttaşların temsilcileridir. Ancak, Türkiye’de yıllardır, yanlış anlaşılan ve farklı anlatılan bir kavram var: Milli irade. Halkın oylarıyla oluşan parlamentolarda iktidarlar, Meclis çoğunluğuna dayanmaları nedeniyle, “halkın iradesini tümüyle kendilerinin temsil ettiği” iddiasındadırlar. Hatta Meclis’teki parti grubuna “siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” diyen başbakanlar görülmüştür. Oysa demokratik rejim, Meclis çoğunluğuna sahip bir hükümetin, “milli irade”yi temsil ettiği iddiasıyla, her istediğini yapabileceği bir yönetim sistemi değildir. Günümüzde “demokrasi”, çoğunluğun, azınlığın haklarını da gözeterek yönetimi olarak tanımlanmakta; aktif yurttaşları ve sivil toplum kuruluşlarıyla “katılımcı demokrasi” olarak algılanmaktadır. Günümüz Türkiyesi’nde, TBMM’nin, halkın seçtiği bir organ olarak, her kararı alabileceği ve Meclis çoğunluğuna dayanan hükümetlerin de kimseye hesap vermeyeceği düşüncesine sahip insanlar bulunabilir. Çağdaş demokrasi anlayışıyla bağdaşmayan bu yaklaşımın, Türkiye ör neğinden hareketle tarihsel bir açıklamasını da yapabilirler. 1920’lerde, hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında BMM, yasama, yürütme ve sınırlı ölçüde de olsa yargı yetkilerini kullanarak kuvvetler birliğine uygun hareket etmiştir. Meclis, bünyesinden tek tek belirlediği bakanlarla yürütme, İstiklal Mahkemeleri kanalıyla kısmen de olsa yargı yetkisini kullanmıştır. 1924 Anayasası’nın hükümetlere tanıdığı bazı yetkileri, çok partili yaşama geçilmesinden sonra Demokrat Parti hükümetleri de kullanmaya devam etmişlerdir. DP’nin bu gücü ölçüsüz kullanıp, hatta yetkisini aşarak, muhalefet, basın ve yargı üzerinde baskı kurması ülkeyi 27 Mayıs’ta bir askeri darbeye taşıyanlar için de gerekçe oluşturmuştur. O nedenle, 1961 Anayasası biraz da kuvvetler birliğine tepkiyi yansıtır. çim kanununa göre oluşan parlamentoların, yüzde 10’luk seçim barajı nedeniyle seçmenin tüm eğilimlerini yansıtamadığı açıktır. Temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkeleri arasında ikincisini tercih eden seçim sistemimizin seçmen oylarını TBMM’ye yansıtmasındaki çarpıklık, Meclis’in ve hükümetin meşruiyetini neredeyse tartışma konusu haline getirecek düzeydedir. 1980 sonrasında seçim barajını aşamayan partilere oy veren yurttaşlar, Meclis’te temsil edilemezken, yüzde 3540 oy oranı ile Meclis’te yüzde 6065 temsil imkânı bulan partiler olmuştur. Seçim barajını aşamayacağını düşünen partiler, bu yüzden bağımsız adaylar yoluyla TBMM’ye girmeye çalışmaktadırlar. Sol Gözüm... SOL yanım başıma hep dert açtı gülüm. Daha tıfıl çağda iş istediğim ilk müdür, beni süzüp “Sol yanın var mı” diye sormuştu. Hazır ol duruşumu bozmadan yanıtlamıştım: “Yok sol yanım...” Oysa... Oysa, yüreğim soldaydı. O yüreğimdeki sevdalar yüzünden, daha ortaokula başladığım sene komşu kızını görmek için çıkmıştım teyzemin avlusundaki incir ağacına. Ve yavru kediler gibi inememiştim en tepedeki daldan. Teyzem Sıdıka, bütün mahalleyi toplamıştı avluya da beni itfaiye merdiveniyle indirmişlerdi, sol yanım yüzünden. O sol yanım yüzünden tek ayak üzerine ne çok durmuştum kara tahtanın önünde. Ne çok kaçmıştık atlı devriyelerin önünden. Ve sol yanımdaki sevdalar yüzünden ne çok ağlamıştı gözlerim, ne çok ağrımıştı başım. Bilemezsin, ne çok yanmıştı canım. Başıma hep dert açtı sol yanım. (.......) Bu sefer Gazi Üniversitesi Hastanesi’nin 13’üncü katındaki odada, Prof. Dr. Berati Hasan Reisoğlu ile Doç. Dr. Gökhan Gürelik iyice bakıp alarm veren yanımı açıklamışlardı: “Sol gözün...” Ve sol gözüme ağlama yasağı konuldu gülüm. ? Aynı gündü; sol gözüm yüzünden artık okuyamadığım, sadece alıp kokladığım gazetelerde haber vardı; bu sefer sol elle yemek yemeyi “imansızlık” saymıştı müftü. Aklıma o an Orhan Veli düştü: “Sarhoş oldum da Seni hatırladım yine Sol elim Acemi elim Zavallı elim.” ? Ne yapacaksın bir tanem? Çok çektim sol yanımdan. Bu sefer su koyuvermişti sol gözüm. Olsun... Ben tek gözle ağlamayı da öğrendim gülüm. (6 Mart 2007) Yazarın notu: Bu sefer sağ gözüm su koyuverdi sevgili okurlar, bana iki gün izin... Yüzde 10’luk baraj Milli iradeyi temsil ettiğini söyleyenler, bunu Meclis’teki çoğunluklarına veya seçimlerde aldıkları oy oranına dayandırırlar. Oysa sandığa gitmeyen seçmenler de vardır, oy verdiği halde seçim barajı nedeniyle oyları sayılmayan yurttaşlar vardır. Geçmiş yıllarda bazı seçimlerde protesto amaçlı olarak sandığa gitmeyen “bilinçli seçmen” örnekleri çokça görülmüştür. Bu hesaplar genellikle pek çok siyasetçinin hele iktidarda ise hiç işine gelmez. Milli iradeden söz edenlerin önce milleti, iradesine konan ipotekten kurtarmaları, yüzde 10’luk barajı kaldırmaları gerekir. Milli iradenin TBMM’ye tam ve doğru yansımadığı durumda, bırakın bir çoğunluk hükümeti başkanını, Meclis’in bile halkın iradesini tümüyle temsil ettiği iddiasını, çağdaş demokrasi anlayışıyla bağdaştırmak zordur. Yeni anayasa Türkiye’nin bu tür demokrasi ayıplarından kurtulması için bir fırsattır. Yeni anayasa ile yasama yürütme ve yargı erkleri arasında, birbirlerini denetleyip, yanlışları önleyecek bir güç dengesi kurulmalı ve uygulamada bu denge özenle korunmalıdır. Yargının da bağımsız ve tarafsızlığını sağlayacak düzenlemelerle toplumun yargıya güveni de yeniden sağlanmalıdır. Demokrasinin ülkemizde yerleşmesi ve yaşamın her alanında yaygınlaşması için, seçim barajı da dahil, katılımı ve demokrasiyi sınırlayan engeller kaldırılmalıdır. Tabii, bütün bunlar demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak görmekten, ülkeyi herkesin hakkını gözeterek yönetmekten, buyurgan yönetim yerine katılımcı anlayışı benimsemekten geçiyor. Özetle zihniyet değişikliği gerektiriyor. 1961 Anayasası 1961 Anayasası, Anayasa Mahkemesi, Hâkimler Yüksek Kurulu ve ikinci meclis olarak senato gibi ulus adına egemenlik yetkisi kullanan yeni organlar oluşturmuş ve yasama yürütme yargı erkleri arasında bir denge kurmuştur. 1961 Anayasası’nın getirdiği yeni ulusal egemenlik anlayışına göre, “halk, egemenliği anayasanın koyduğu esaslar doğrultusunda yetkili organlar eliyle kullanır”. Bu organlardan ikisi, parlamento ve hükümettir. Halkın onlara verdiği temsil yetkisi de, sınırsız ve denetimsiz değildir, 4 yıllık süreyle sınırlıdır ve dönem bittiğinde yetki asıl sahibi olan millete teslim edilir. Meclis kararlarının anayasaya uygunluk açısından Anayasa Mahkemesi’nin denetimine açık olması, hükümetin uygulamalarının ise bir diğer yargı organı olan Danıştay’a götürülebilmesi de zaten temsil yetkisinin sınırsız ve denetimsiz olmadığını göstermektedir. Meclis çoğunluğuna dayanan hükümetlerin “milli irade”yi tümüyle temsil ettiği tartışmasına dönersek, 1982 Anayasası ve bu anayasa doğrultusunda çıkarılan se Hepimiz Adına Bedel Ödeyenler B Neşe DOSTER ugün öncelikle siyasilerimize, onların şakşakçılarına, Silivri’yi tatil köyüne benzeten gazetecilere, “Başınızı birkaç saatliğine hapishanelere uzatın!” demekle yetineceğim. Yerde yatmak için bile sıraya girildiği, suyun günde bir saat verildiği hapishane gerçeğini hiç olmazsa görmeye çalışmalarını önereceğim. Perşembe günü bir grup arkadaşla gittiğimiz Silivri’de gördüğüm, içimi de gözümü de yakan görüntüleri ve orada görmezden gelinen, yok sayılan, yalnızlaştırılan, unutturulmak istenen insanları anlatmaya çalışacağım. Bir kez daha gördüm ki, orada insanlığın yaşam kaynağı olan dürüstlük, çalışkanlık, zekâ, bilgi, bilgelik gibi değerler mevcut yönetimin gözü önünde çürütülüyor. Ülkemizin tüm dertlerini sırtlarında taşıyan yurtseverler, aydınlar, bilim insanları, gazeteciler herkes için hepimiz adına bedel ödüyorlar. Tüm suçları doğruları görmek, dile getirmek, konuşmak, tartışmak, düşünmek, yazmak, okumak, üretmek olan kişiler, düzmece delillerle, masa başında üretilmiş kanıtlarla cezalandırılıyor. Silivri’de hükümete muhalif, bilim adamları, yazarlar, gazeteciler, rektörler, askerlerin yılları gasp ediliyor. Duruşma salonunda başları dağ gibi dik, saçları kar gibi bembeyaz olan yurtseverler savunma yapıyorlar. Takım elbisesiyle, kendisine çok yakışan milletvekili rozetiyle Mustafa Balbay, bem beyaz saçlarıyla el sallayan Tuncay Özkan, her zamanki şıklığıyla Hurşit Tolon, her zamanki mücadeleci duruşuyla Doğu Perinçek, ülkemizin en parlak, en üretken genç bilim insanlarından Mehmet Perinçek, pembe şalı, halka küpeleri, pembe tişörtüyle son derece şık görünen Sevgi Erenerol ve diğerleri… Ve Çağdaş Hukukçular Derneği uyarıyor: “Son 10 yılda cezaevlerinde 2 bin kişi ölmüş.” Yani ileri demokrasi Türkiye’sinde gerçekleşmiş bu ölümler. Avrupa Konseyi denetçisi Fransız parlamenter Josette Durrieu da ekliyor: “Silivri dayanılacak gibi değil.” Sıcak soğuk, uzak yakın demeden Silivri yollarına düşen yakınlarına, eşlerine, çocuklarına, kardeşlerine sağlıklı görünmek için direnenlere ne demeli? Yollara düşenlerin içerdeki yakınlarına “Az kaldı, sabredin, yakında çıkacaksınız” gibi kendilerinin de inanmadığı yalanları sıralamalarını nasıl yorumlamalı? Herkes gidip el ayak çekildikten sonra o rutubet kokan, havasız, insansız, eşsiz, evlatsız, annesiz, babasız, dostsuz hücrelerde, koğuşlarda kalanların iç dünyasında olup bitenleri nereye koymalı? Geceler boyu uykusuz kalan masum, mahzun, mazlum, mağdur çocuklarını, yaşamın tüm zorluklarına direnen eşlerini nasıl teselli etmeli? Tarifsiz acıların kavurduğu bu insanları, özlemini gözyaşlarına döküp yastıklarla boğan babaları nasıl avutmalı? C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle