28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 24 TEMMUZ 2012 SALI 2 Yanıt veren çıkmaz! Ergenekon’larda suçlanan bazı kişilerin durmaksızın söyledikleri budur: “Benim suçum ne?” Hangi ahlaksızlık, hangi töreye aykırılık? Mustafa Balbay iyi bir gazeteci. İyi bir yazar. Cumhuriyet’in Ankara temsilcisi... Sayısız kitaplar yazmış. Daha da yazacak... Almışlar onu atmışlar içeriye, hakkında koskoca iddianameler yazmışlar, dört yıl geçmiş, hangi suçu işlediğini bilmeyen ama onu suçlayanlarca büyük bir suç işlediği varsayılan bir yurttaş... Balbay’lar, Özkan’lar, önde gelen adlar. Daha yüzlerce, binlercesi var Balbay gibi. Özkan gibi suçu muçu olmadan suçlu sayılanlar!.. Bir mahkeme kararı bile olmadan, herhangi bir yargıcın “Evladım işte sen bu suçu işlemişsin, bu yüzden seni mahkum ediyorum” diye bir konuşmasını duymadan... Gülünç, ama gerçek!.. Ama kim farkında bunun! Ya işlerine gelmiyor ya da böylesi hoşlarına gidiyor. Bir toplumun sonu gelmez bir şaşkınlık içinde çırpınmasını sağlamak... Suçsuz suçlular yaratmak bir başarı ise, bizim ülkemiz dünyada birincidir! OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Lozan Barış Antlaşması 89 Yaşında Ancak günümüzde cumhuriyeti ve Atatürk devrimlerini içine sindirememiş bazı eski dönem kalıntıları Lozan Antlaşması’nı eleştirmeyi sürdürmektedir. Lozan Antlaşması TBMM hükümetinden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ulaşmanın yolunu açmıştır. Lozan Antlaşması’nın kabulü ile uluslararası varlığı kabul edilmiş ve ulusal sınırları belirlenmiş olan Türkiye, 29 Ekim 1923’te cumhuriyeti ilan edecektir. Prof. Dr. Vural F. SAVAŞ Mustafa Kemal Derneği Genel Başkanı Konferansa katılmadan önce karşılaumhuriyet tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biri şılan bir diğer sorun da delegasyona kiLozan Barış Antlaşması’dır. min başkanlık edeceği sorunuydu. Kon24 Temmuz 1923 tarihinde İs gre başkanlığını o tarihte başbakan olan viçre’nin Lozan kentinde imzalanan bu Rauf (Orbay) Bey yapmak istiyordu. antlaşma ile bütün dünya, İstiklal Sava Çünkü Rauf Bey, Osmanlı İmparatorluşı’nı zaferle sonuçlandıran Türkiye’yi tam ğu ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan bağımsız bir ülke olarak tanıdığını kabul Mondros Ateşkes Anlaşması’nda (30 Ekim 1918) Osmanlı Devleti’ni, Bahrive ilan etmiştir. Mudanya Ateşkes Antlaşması (3 Ekim ye Nazırı olarak temsil etmişti. Bu an11 Ekim 1922) ile sonuçlanan İstiklal Sa laşma ile Misakımilli’de kabul edilecek vaşı’ndan sonra İtilaf Devletleri, Türki olan ulusal sınırların belirlenmesi gibi ye Büyük Millet Meclisi hükümetini olumlu bir sonuç alınmışsa da, askeri yönLozan’da toplanacak olan barış konfe den stratejik noktaların düşman kuvvetransına davet etmek zorunda kalmıştı. An leriyle işgali, ordunun terhisi, silahların cak bu davet, aynı zamanda İstanbul toplanması ve İtilaf Devletleri’nin gerekli hükümetine de yapılmıştı. Böyle bir da gördükleri zaman istedikleri bölgeyi işvet TBMM hükümeti ile İstanbul hükü gal edebilecekleri gibi ödünlerin verilmesi meti arasında bir sürtüşmeye yol açmak Mudanya Mütarekesi’nin daha sonrave Türkiye’yi barış masasında zayıflatmak dan şiddetle eleştirilmesine neden olmuş hatta “vatana ihanet” olarak nitelendiamacına yönelik bir komploydu. TBMM, Mustafa Kemal’in öncülü rilmişti. Rauf Bey, Lozan’a gitmeyi ismi ğünde 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldır etrafında yoğunlaşan etkiden kurtulmak mak suretiyle İtilaf Devletleri’nin bu tu için istiyordu. Ancak Mustafa Kemal, zağından kendini kurtarmış ve yeni Tür Mudanya Ateşkes görüşmelerini başarıyla kiye’nin tek temsilcisinin TBMM ve yürüten İsmet (İnönü) Paşa’nın gitmeonun hükümeti olduğunu bir defa daha sini uygun görmüştü ve onu Dışişleri Bakanlığı’na atamıştı. Bu atama Rauf Bey bütün dünyaya göstermiştir. Suçsuz Suçlular! Balbay’ı özledim. Üç yıl mı geçti, daha mı çok? Daha da uzayacak mı? Ne yapmış Balbay? Hangi suçu işlemiş? Önce suç denen şeyin tanımını yapsak... “Suç, ahlaka, törelere aykırı davranış, yasalara aykırı davranış. Suç işlemek törelere, yasalara aykırı bir eylemde bulunmak, suçlu olmak, suçlu sayılmak, suç yüklemek, birine suç atmak...” Törelere, ahlaka, yasalara aykırı bir davranışı olmuş mu “suçlu diye suçlanan” insanlarımızın!.. Ahlaksızlık mı etmişler, hangi töreye, kimin töresine aykırı davranmışlar, hangi yasaya, hangi iktidarın, hangi güçlü kişinin yasasına... Suçlanmak, suçlu sayılmak günümüzün bir çeşit modası! Birileri kışkırtıyor, mektupla ya da gizli tanıklıkla seni suçluyor, haydi yakalanıyorsun, savcılık, mahkeme, kanıtlamak yok, ama mademki bir kez suçlanmışsın, o zaman tutuklu olarak içeri atılırsın... İstediğin kadar bağır, mahkemede, savcılıkta, basında, yolda, sokakta, meydanda “Yahu benim suçum ne?” diye... C ve yandaşlarında kırgınlığa neden olmuş, heyet yola çıkmadan önce başarısız olacağı propagandası ortalığa yayılmıştı. Bu olumsuz propagandaya rağmen Lozan’a İsmet (İnönü) Bey’in başkanlığında Dr. Rıza (Nur) ve Hasan (Saka) Bey’den oluşan bir heyet gönderilmiş, heyete danışman, çevirmen ve sekreteryadan oluşan otuzdan fazla teknik eleman eşlik etmiştir. Lozan Konferansı, taraflar arasındaki tartışmaların çok çetin geçmesi nedeniyle bir ara kesintiye uğramıştır. 20 Kasım 1922 – 4 Şubat 1923 yılları “birinci dönemi”, 23 Nisan – 24 Temmuz 1923 yılları da “ikinci dönemi” oluşturur. Birinci dönem toplantılarında İngiliz heyeti başkanı Lord Curzon kendini beğenmiş ve sert bir üslup içinde İsmet Paşa’nın her isteğine karşı çıkmış, ancak sonunda İsmet Paşa’nın direnci karşısında yenilgiyi kabul etmiş ve konferansın ikinci dönemine katılmamıştır. 24 Temmuz’da imzalanan Lozan Antlaşması ile komşularımızla olan bugünkü sınırlar (Hatay hariç) belirlenmiş, kapitülasyonlar tamamen kaldırılmış, azınlık hakları güvence altına alınmış, Boğazlar silahsızlandırılmış (kendi ordumuz da dahil), Ege adaları Yunanistan’a bırakılmış, Batı Trakya’daki Türklerle İstanbul’daki Rumlar dışında, Anadolu ve Doğu Trakya’daki Rumlar ile Yunanistan’daki Türklerin mübadelesine karar verilmiş, Patrikhane ve yabancı okulların İstanbul’da kalması kabul edilmiştir. Dönemin uluslararası koşulları ve en önemlisi varını yoğunu Kurtuluş Savaşı’nda tüketen, savaştan bıkmış ve yok sul Anadolu halkının durumu dikkate alındığı zaman ülke bütünlüğü ve güvenliği yönünden alınan bu sonuçlar nedeniyle Lozan Antlaşması’nın bir diplomatik zafer olduğu anlaşılır. Ancak günümüzde Cumhuriyeti ve Atatürk devrimlerini içine sindirememiş bazı eski dönem kalıntıları Lozan Antlaşması’nı eleştirmeyi sürdürmektedir. Onlara göre başta İsmet İnönü olmak üzere Lozan’a giden heyetimiz cahil ve tecrübesiz kimselerden oluşmuş ve on iki adayı Yunanistan’a bırakmak, Yunanistan’dan savaş tazminatı almamak, Musul’u İngilizlere bırakmak ve Hatay’ı almamak gibi “vatan hainliği” sayılacak hatalar işlemişlerdir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920), bir antlaşma olmayıp sadece bir teklif olduğu için, onu Lozan Antlaşması ile karşılaştırmanın anlamsız olacağı gibi yalana dayalı bir savunma ile Sevr’i imzalayan Osmanlı hükümetini aklamaya ve Lozan’ı imzalayan TBMM hükümetini karalamaya yönelmişlerdir. Lozan Antlaşması TBMM hükümetinden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ulaşmanın yolunu açmıştır. Lozan Antlaşması’nın kabulü ile uluslararası varlığı kabul edilmiş ve ulusal sınırları belirlenmiş olan Türkiye, 29 Ekim 1923’te cumhuriyeti ilan edecektir. Lozan Antlaşması’nın seksen dokuzuncu yılını kutlarken, görüşmeleri Ankara’dan yönlendiren Mustafa Kemal’i ve bize bu diplomatik zaferi kazandıran heyetimizin üyelerini başta İsmet İnönü olmak üzere, minnet ve saygıyla anıyoruz. Otomobil’den OtomaBin’e Prof. Dr. Sümer GÜREL Y azının başlığı “sözcük oyunu” gibi algılansa da ileti oyun olmaktan uzak, ciddi bir soruna çözüm aramak arzusunu içermektedir. Otomobil kent yaşamında pek çok kişi için kaçınılmaz gereksinim gibi görünmektedir. Toplu taşıma sistemini “bütüncül” yaklaşımla çözememiş yöneticiler oto üreticilerinin de baskısı ile tıpkı gecekondu olgusundaki (50 yıl önceki) ödünler gibi oto alımı dürtüsüne katkıda bulunmaktadır. Giderek kentleri yaşanamaz duruma (ölümcül kazalar, egzoz gazı, gürültü, kaldırım işgali vs. vs.) dönüştüren araç egemenliği ironik biçimde devinim olgusunu da baltalamıştır. Daha sade bir anlatımla günümüz İstanbul’unda, özellikle Boğaz’ın iki yakası arasındaki oto trafiği sürekli bir felç durumu sergilemektedir. Dolayısıyla geçmişte yer yer Avrupa kentlerinde de gözlendiği gibi (1) otosunu evinin önünde, varsa garajında bırakarak işine kamu araçları (metrobüs, otobüs, tramvay, vapur vb.) ile giden vatandaş sayısı artmaktadır. Ancak bu durum bile TV ekranlarında oto satış reklamlarının alıcıyı tahrik eden (yüzde 0 faizle kredi!) iletilerine engel olamamaktadır. Bu noktada insanın bencil doyum gereksinimi, önüne geçilemez bir tutkuya dönüşerek oto satışlarında sürekli artışa neden olmaktadır. Zaman zaman görüştüğüm kimi taksi şoförleri İstanbul’da günde 250300 otonun trafiğe çıktığını söylüyorlar. Demek ki ayda ortalama 7 bin8 bin; yılda ise 100 bin kadar otomobil artışı söz konusudur. Bu artışa İstanbul’un yolları yanıt veremez; zaten verememektedir ve her geçen gün trafik çilesi daha beter gerçekleşmektedir. Yöneticiler kalkınma planları düzeyinden başlayarak, yerel yönetimde alınması gereken önlemlere kadar yayılan hiyerarşide hiçbir köklü çözümü gerçekleştiremediler. Son yıllarda metrobüs hatlarının gelişimi görece de olsa katkı sağlamaktadır. Ancak bu noktada halkın bilinçlenmesi çok önemli bir etkendir. Batı’da 3040 yıl önce uygulanmaya başlayan kimi yöntemleri anımsamak/anımsatmak belki yetkililere esin kaynağı olabilir. Sözgelimi Almanya’da daha 1950’lerde gözlenen “birlikte araba sürmek” (2) olarak Türkçeleştirilebileceğimiz bir hareket başlamıştı. Stuttgart kentinden İsveç’in başkenti Stockholm’e gidecek birisi, gazeteye ilan vererek (tarih, gün, saat belirtip) kendisi ile 3 kişinin daha otosunda yolculuk edebileceğini belirtirdi. Bu potansiyel 3 yolcu, benzin masrafına ortak olmak ve otoyu da uygun mesafede kullanarak yardım etmek koşulu ile ucuz bir yolculuk yapabiliyordu. Kısacası, günümüz İstanbul’unda sabahtan işe giden oto sürücülerinin yüzde 90’ının tek başına olduklarını gördükçe gerek ulusal ekonomi, gerekse sosyal dayanışma açısından üzülmekteyim. 1960’ların ikinci yarı sında (19651970 arası) ODTÜ’de görevli iken aynı mahallede oturan 23 dost ile dönüşümlü olarak ODTÜ’ye tek oto ile gitmek üzere anlaşmıştık. Yaklaşık 23 yıl (özellikle eğitim dönemi içinde) oldukça düzenli ve yararlı olmuştu bu atılım. Özetle, ya haftalık yani her hafta bir kişi diğer 2 yada 3 kişiyi de alarakya da her gün dönüşümlü biçimde yolculuk ediyorduk. Zaman zaman arıza çıksa da genelde özellikle aynı fakültede görevli olduğumuz için oldukça iyi işliyordu bu sistem. Ama zaman içinde, bizlere özgü disiplin anlayışı eksikliği nedeniyle yozlaşıp yürümez oldu; yazık da oldu. Bugün böylesi bir gereksinim artık kaçınılmaz duruma gelmiştir. Benim kuşağım (7580 yaş aralığı) oto sürmeyi bıraktığı için bu yazı bizi izleyen kuşaklara haddimiz olmayarak! bir öğüt niteliğindedir. MSGSÜ’den bir genç meslektaşım yıllardır “arabasız sokak” sloganı ile İstanbul’da (özellikle Şişli Belediyesi desteği ile) belirli semtlerde haftada bir gün sokağı araç trafiğine kapatarak çocukların gün boyu sokağı oyun alanı gibi kullanmalarına yardımcı olmaktadır. Olağanüstü bir çaba ile genç dostum on yıla yakın süredir bu edimi başarı ile sürdürmektedir. Kendisi uluslararası düzeyde “Car Free Cities/Otomobilsiz Şehirler” hareketinin ülkemizdeki tek temsilcisi konumundadır. Bu azimli çabaları ben kişisel olarak hayranlıkla izlemekte ve gurur duymaktayım. Zira, eğitmen olarak simgesel de olsa gelecek kuşakları otosuz yaşama hazırlamak, kanımca çok insancıl ve değerli bir atılımdır. Bu konuda sokak sakinlerinin de beğeni ve desteğini kazandığı anlaşılıyor ki gelecek için umut verici bir durumdur. Tıpkı İtalya’da başlayan ve ülkemizde de (şimdilik İzmir, Seferihisar Belediyesi tarafından) izlenen yavaş kentler/slow cities hareketi gibi insanlara insan olduklarını anımsatmanın çok somut yöntemi olarak görmekteyim. Bu genç meslektaşları ve yöneticileri el birliği ile desteklemeli ve yüreklendirmeliyiz. Yaşı 80’e dayanmış bir İstanbullu olarak ben 6570 yıl önce evimizin önünde sokakta arkadaşlarımla top, kaydırak, birdirbir vb. oyunlar oynadığımı hâlâ tüm tazeliği ile anımsıyorum. Sokaklar insanlar içindi ve bizler onları huzur içinde kullanırdık. Oysa bu gün bırakın sokakları kaldırımlar bile yayadan çok otolara mekân olmaktadır. Bu gidişe “dur!” demenin zamanı çoktan gelmiştir ve geçmektedir. Gelecek kuşaklara autopialar değil ütopyalar bırakmalıyız miras olarak. Umarım onlar bu işi başarırlar… (1) Yazar, 1960’larda bile Danimarka’da bu duruma tanık olmuştur. (2) Almancası “Mitfahren Zentrale” olan bu kurumlaşmaya bizzat tanık oldum. Hatta bir arkadaşımın denediğini ve çok memnun kaldığını anımsıyorum. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle